Herkes kendine uygun masalar seçerek konumlandı önce. Kahvaltı yapma düzeni alındı. Hava serinceydi. Gölgenin yoğunluğu, sabahın erken saatlerinde olduğumuzun göstergesiydi. Saat 10.00 civarı piknik alanı doldu. Çaylar önceden demlenmiş olduğu için her masa ihtiyacı kadarını termuslarla masalara taşıdı. Kahvaltılar hazırlanırken akşamdan beri orman içinde yaşayan birkaç kedi ve köpek de sosyal mekanın bir yerlerinde konumlanmıştı. Çocuklar yavru kedileri sevmekle başladı güne. Elektrikçiler ses düzenini çözünce sabah müziği de kulaklara dokunmak üzere harekete geçti. Biraz sonra davul zurna kulaklarımızı tırmalasa da, çok şükür uzun sürmedi. Çünkü halay ve oyunlar sonraki saatlere bırakılmıştı anlaşılan. Kırsalda bir pazar gününün ilk saatleriydi yani. Dolayısıyla onun felsefi kritiğini de günün bir uzanımı olarak ele almak yanlış olmaz.
Uygarlığın Karanlığına Karşı Koyuş
Yaşam Ağacı Derneği’nin düzenlediği piknikteydik hafta sonu (2 Haziran 2024). Yaklaşık 400 civarı insan vardı. İnsanlar dost, arkadaş, yoldaş olup akmıştı Çekmeköy ormanlarına. Bir günlüğüne de olsa uygarlığa veda ederek doğal bir alana, kırsala çekilmiş olduk. Düzeni, kapitalist sistemi, trafiği protesto anlamına da gelir bu türden çekilmeler. Keza kentin kirli havasına, demir ve beton yığınlarına, apartman ve sitelere, şehir gürültüsüne karşı da bir mesafe koyuştur aslında. Yaşamı, gündelik hayatın dertlerini, tasalarını kısa bir süreliğine de olsa kent merkezlerinde bıraktığımızı tespit etmek güç olmuyor böylesi zamanlarda. Fedakarlık, güven, dayanışma, özgecilik, empati kurmak, kendinden verme, rekabetin neredeyse sıfırlandığı bir ortamdan söz ediyorum. Uygarlıktan uzaklaşmak özgürlüğe yaklaşmak da diyebiliriz buna.

Bizi semtlerden alıp Çekmeköy piknik alanına getiren otobüs ve minibüslerden küme küme inmeye başladı insanlar. Sabah sabah, beşer onar kişilik gruplar halinde önceden hazırlanmış masalara yöneldik. Sayısı fazlaca olan dostlar iki üç masayı birleştirmek durumunda kaldı. Bizimki de birden ikiye, sonra kısa sürede üç masaya çıktı. Ali Şimşek ile beraberdik ama “aşiret” genişti. Derya, Duygu, Zeynep vardı. Sevim, Volkan, Ümit de eşlik etti bize. Sonra aşçı Mustafa göründü. Çocuklar Arin ve Mahir su oyuncaklarıyla bize eklemlendiler. Balon şişirip balon patlattılar gün boyu. Dondurma talepleri nedeniyle anne – babaları harekete geçirdiler bazen de. Kahvaltıda gözü olmadı çocukların. Oysa kahvaltı zengindi. Çeşit çeşit peynirler, reçeller çıktı masaya, zeytinler de öyle. Börekler dizildi peşinden. Ben ev yapımı olanlardan yemeyi tercih ettim biraz. Domates, salatalık ve yeşillikler sıralandı art arda. Ümit, çay sorununu çözdü. Volkan’ın yağda yumurta ikramı da damaklarda tat bırakan cinstendi.
Spartaküs, Bedreddin, Pir Sultan
Ekmekler, ev yapımı pastalar, kurabiyeler sıralanınca, masada yer kalmadı. Herkes herkese “buyurun”, “şundan alın”, “bundan alın” diyerek başlatmış olduk kahvaltıyı. Moral motivasyona diyecek yoktu. Kirli paslı olan ne varsa kentte bırakılmıştı; iyi, doğru ve güzel adına ne varsa hepsi buraya getirilmişti sanki. Herkes herkese bir şeyler mi sunuyordu yoksa bana mı öyle geliyordu, düşünmedim değil. Hayır, her şey büyük bir oranda doğaldı ve kendi seyri içinde yürüyordu. Seyirde en küçük bir sahtelik yoktu. Ben böylesi düşüncelere dalmışken, insanlar kahvaltıya doymuş, Ali kahvemizi masaya getirmişti ki Dernek başkanı Aydın Özdemir’in sert ve kulakları sarsan sesi duyuldu. Ne olduğunu anlayamadan, öndekilere bakarak saygı duruşuna davet edildiğimizi fark ettik. Böylesi anlar, insanı farklı bir ruh dünyasına taşıyor. Sanki tüm İstanbul şehri oradaydık ve tüm orman saygı duruşundaydı. Bu ruh dünyası, insanı modern zamanların halk kahramanlarına dek götürdüğü gibi Şeyh Bedreddinlere, Spartaküslere ve Pir Sultanlara kadar da tarihin derinliklerine taşır.
Ormana, Suya, Toprağa Referans
Tarihe, geçmişe doğru bir bilinç akışı içinde olduğumuzu düşündüm bir an. Varlığa, varlığın felsefesine, filozoflara dek uzandı zihnim. Her varlığın en rahat ettiği, kendini güvende duyduğu, hesapsız kitapsız yaşadığı mekan kendi doğası, kopup geldiği varlık dünyasıdır, dedim Ali Şimşek’e dönerek. Bu temel varlık birçok canlı için su’dur. Kimileri için dağ yamaçları, kimileri için vadiler böyledir. Ormanlık alanları, sosyal ve iktisadi yaşam alanları olarak seçenler de az değildir. İnsanlar böyledir mesela. Hava, su, bitki ve yeşillikle bezenmiş ormanlık alanlar insanların en eski uğrak alanları olmuştur. Eski kuşak filozoflar işte böylesi ortamları gözlemleyerek çeşitli doğa felsefeleri kurmuşlardır. Örneğin Thales varlığın kaynağını, yani doğasını, su’da bulmuştur. Her şey su’dan gelir su’ya gider. Kaynağı hava’da, ateş’te, toprak’ta bulan da olmuştur. Herakleitos, Empedokles isimlerini anmakla yetiniyorum. Çin ve Hint felsefelerinde olduğu gibi ağaca, ormana, hayvanlara ve madenlere referans verenler de vardır.

Piknik: Uygarlığın İcadı
Düşünceleri, duyguları, hırsları, tutkuları fiziksel ve sosyal gerçeklik belirler diye düşündüğümüzde mekanlar değiştiği zaman zihinsel süreçlerin de değişeceğini akla getirmek mümkündür. Buna uygun olarak ben de bir yandan günü yaşıyor bir yandan da günü yazma psikolojisi içindeydim. Bir çok kavram ile birlikte piknik konusu gelmişti aklıma. Yaz aylarında görülen piknik uygulamaları hem pratik açıdan hem de kavramsal açıdan üzerinde düşünmeye değer. Piknik dediğimiz insanların yeni bir ihtiyacıdır. Aynı zamanda terim olarak da uygar çağda “icat” edilmiştir. Yani insanlık, uygarlaştıkça, doğadan koptukça, şehirli oldukça toprağa, denize yabancılaştıkça piknik de ihtiyaç haline gelmiş, dolayısıyla “icat” edilmiş bir kavramdır.
Bedenin Gıdası ve Ruhun Gıdası
Bilhassa ilkbahar, sonbahar ve yaz aylarında çağımızın uygar insanı, “özgürlük kokar” düşüncesiyle gelip yerleştiği kent yaşamından sıyrılmanın hayalini kuruyor sıklıkla. Mümkünse “kaçıp” köyüne dönme rüyası görüyor. Deniz beldesinde yaşama duygusu içinde ömür törpülüyor. Bazen de büyük kentlerin gürültüsünden uzak olsun da neresi olursa olsun diyerek kendini bir yerlere atma düşüncesi içinde buluyor kendini. Oysa “başka bir dünya mümkün” şiarından hareket etmek en iyisi. Ne var ki kapitalizm, insana yabancı nice ideoloji ürettiği gibi romantizm, idealizm, egoizm türünden ideolojiler de üreterek toplumu kuşatıyor. Şimdi piknik alanında, kuşatmayı yaran, çalışma ideolojisinden uzak bir kuşaklayız. Bu kuşak, dernek, düğün geleneğine boyun eğmemiş, sınav, çocuk, aile hapishanesini geriletmiş, kendisi olan mikro bir evren için yeni değilse bile şimdi farklı bir mekandaydı artık.
Fark, yenilen içilenlerin sindirimine ve lezzetine bile yansıyordu. Bedenler gıdasına, ciğerler oksijenine kavuşmuştu. Zihni faaliyetler de son derece önemlidir. Zihinler de gıdasını aldı gün boyu. Bizim masadaki sorular, yanıtlar, fikir teatileri, politik, sosyal, estetik, felsefi, tarihsel içerikliydi. Bu tür düşünsel aktivitelerin merkezi konumda bulunması gerektiği açıktır. Çünkü içeriğin zayıf kaldığı her ortam yabancılaşma üretir. Bunun önüne geçilmezse Marx’ın afyon – din benzetmesinde olduğu gibi piknik ortamları da dâhil olmak üzere her türden etkinlik din ve afyon işlevi görebilir. Dolayısıyla ortamdaki sigara ve içki tüketimini de kırsalın felsefi kritiğine eklemek istedim.

Çocuklardan Müzik: Çaw Bella
Düşünsel, teorik süreçlerin sıklıkla pratik tarafından yeni evrelere girdiği söylenebilir. Sahnede yerlerini alan müzisyenler gruplar halinde, genç yetişkin, kadınlı erkekli zengin bir görünüm sundukları umarım piknikçilerin ilgisini çekmiştir. Ortamdaki çocukların çokluğu dikkate alınırsa yaş ortalaması nispeten gençti diyebiliriz. 3-4 yaşlarındaki bir çocuğun Çaw Bella marşını büyük bir özgüven edasıyla söylemesi, mutlaka not edilmesi gereken bir mevzu oldu. Umarım uygar kent ortamı, okul ve formel eğitim bu çocuğun yaratıcılığını yok edemez. Sahne, müzisyen ve marş deyince anımsadım: Ses düzeni, sahne alanları (müzisyenleri vs) pek de memnun etmedi. Hep söylerim sahneli bir etkinlik varsa en önemli sorun ses düzenidir! Sanırım gerekli dersler çıkartılmıştır ve çıkartılacaktır.
Diyalektik, İzolasyon ve Birlik
Diyalektik teriminin anlamını bir çırpıda açıklamak güçtür. Bu anlamlardan birine göre diyalektik, şeyler, olgular, disiplinler, varlıklar arasındaki bağdır. Her şey birbiriyle iç içedir yani. İzolasyon yoktur hiç bir süreçte. Buna göre Çekmeköy’de müzikler, oyunlar, halaylar, konuşmalar, takdimler, kahvaltı ve yemek masaları, her şey birbiriyle bağlantılıydı kuşkusuz. Müzikleri halk oyunları izledi. Danslara, halaylara gösterilere yoğun ilgi oldu. Palyaço kıyafetli çocukların gruplar halinde dolaşması, ip atlama oyunları da ortama sevimli sahnelerin katılmasını sağladı. Yüz ifadelerine, hal ve hareketlerine bakılırsa keyiflerine diyecek yoktu. Özellikle miniklerin “torba içinde yarış” yapmaları epeyce eğlenceliydi.
Etli pilavlar, salatalar, ayranlar servis edildiğinde saat 14.00’ü geçmişti. Yeni gördüğüm dostlarla birlikte selamlaştığımız arkadaşlar bir film şeriti gibi geçti gözümün önünden: Ali Haydar Çavuş, İbrahim Ekinci, Nurettin Güleç, Ankara’dan Metin, Ali ve Hasan, ayrıca Hikmet Şenses, İbrahim Ünal, Güney dergisinden Çetin. Sonra her zaman gülen yüzüyle Galip, posbıyıklı Oğuz ve daha niceleri. Kadın katılımcı da az değildi. Masaları dolaşan, halay başı çeken, kulis yapan, sahne alan… Mesude, Naciye, Asya, Sevda ve Fatmagül ile karşılaşma imkanı yakalamış olduk. DEM Parti heyeti ve İstanbul Milletvekili Celal Fırat ile de kısa bir görüşmemiz oldu. Günboyu kültürel, politik, sosyal içerikli yapılan konuşmalara Celal Fırat’ın da dâhil olduğunu hatırlatayım.

Ortamın, kendine özgü bir sosyolojik görüntü verdiği de sanırım dikkatlerden kaçmamıştır. Sarıyer, Esenyurt, Okmeydanı, Kartal, Gülsuyu, Kadıköy grupları birlikte oturuyordu, piste ise hep beraber çıkıyorlardı. Bir sosyoloji de yörelere göre yapmak mümkündür. Misal, biz soframızı Malatyalı dostlarla paylaşmıştık ama aramızda Erzurum ve Sivas’tan arkadaşlar da vardı. Dersim, Tokat ve Karadenizli kümelerin oluştuğunu, sahnedeki oyun ve söylenen şarkı – türkü tarzlarından anlamak mümkün oldu.
Yaşam Ağacının Gölgesi
Saat 17.00 civarıydı ki 7 – 8 saati geride bırakmıştık. Yazar çizer arkadaşlar, kitap – dergi stantları, çay servisi, sanatçı dostlar yanında çocuklar ve araç kaptanları da toparlanma startını verdiler. Bir saat sonra yeniden demir – beton uygarlığına doğru yola çıkılacağı anımsatıldı. Halen ortamda yiyenler içenler, oynayanlar, sohbet edenler, dergi – gazete dağıtanlar, yorgun halleriyle yaramazlık yapan minikler, fotoğraf çektirenler… Sanki bir panayır alanındaydık ve şimdi bu alanı geride bırakıyorduk.
Devrimcileri anarak başlayan aktivite, güneşin sönümlenmeye yüz tutmasıyla finalini yapıyordu adeta. Yaşam ağacının gölgesi sabahki gibi yoğunlaşmaya yüz tutmuştu ki notlarıma son bir iki ek daha yapmak için masadan mesafe aldığım da oldu. Küçükçekmece araç kaptanı Bayram’ın bizi anons ettiği sırada ayrılma vakti geldiği anlaşıldı. Bahçeden çıkar çıkmaz karşılaştığımız trafik, bizi ne yazık ki yeniden kapitalizmin çirkin yüzüyle başbaşa bırakıp, yanyana getirdi. Yine de kapitalizmden “çaldığımız” bir günün bıraktığı pozitif değerleri, aktif enerjiyi yanımıza kalan küçük bir kar olarak görebiliriz.