Yaşamı Şiirle Çizmek
ŞİİRSİZ YAŞAMAK MÜMKÜN MÜ?
Entelektüel yaşamın şiirle başladığını kanıtlamak için bir çok neden ve kanıt bulunabilir. Şiir sanatının, edebiyatı, resmi, tiyatroyu, felsefeyi önceledeği tezi önümüzde duruyor. Düşüncenin, kendisini öncelikle şiir olarak dile getirdiği anlaşılıyor. Ölçülü, uyaklı olmasa bile dili, düşünceyi yaratıcı hale getirerek kullanmak, şiirle başlamış olmalı. Buna göre insanı, hayvandan ayıran ilk düşünce formunun da şiir olduğu ortaya çıkıyor. Şiir, insan denilen canlıya ruh verirken onu etik ve estetik bakımdan incelten bir disiplin olarak işlev görmüştür ve görmektedir. Dolayısıyla şiirsiz yaşamanın pek de mümkün olmadığı anlaşılıyor. Sokrates’in bir sözünü değiştirerek şöyle de söyleyebiliriz: Şiirsiz yaşam, yaşanmaya değmez.
Dilin gündelik kullanımını deforme etmek, yeni ve çarpıcı anlamlar yaratmak şiirin temel motivasyonu oluyor. Bu açıdan bakılırsa en tarihsel, aktüel ve popüler sanat dalının da şiir olduğu düşünülebilir. Halen yakın çevremde pekçok entelektüel kişinin, kendini şiirin içinde bulması, bu türde eserler vermesi de söylediklerimi doğrular mahiyettedir. Epey zamandır çeşitli platformlarda, birçoğunu görüp okuduğumuz Cafer Demirtaş’ın şiirlerini de bu çerçevede değerlendirmek yanlış olmaz. Şair, elinizdeki bu kitapta şiirlerinden bir seçme yaparak okur karşısına çıkmış oluyor. Hem de yaşamı şiirle çizerek.
Demirtaş’ın eserinde ilk göze çarpan, konu ve mekan genişliğidir. Kısa, özlü ve sade bir estetik dil ve üslup içinde yazmıştır şair. Şiirlerdeki içeriğe bakılırsa dil, şiir ve felsefe arasında bağlar da kurmaya çalışıldığını fark etmek güç değildir. Demirtaş’ın bir çok çalışması için felsefi şiir ifadesini de kullanabiliriz. Felsefi bakışın bütünlüklü bakış olduğu düşünülürse şiirin de, birçok disiplin ve olgunun sentezi olduğu ortaya çıkar. Şiir, felsefeye, felsefe ise matematik felsefesine doğru genişler. Selfi adlı şiirinde şöyle der Demirtaş:
çoktandır siyah beyaz bir masal gibi duruyor yüzüm
kapı aralığından dinliyorum şiire dönüşen felsefeyi
aklımı zorluyor nasırlı ellerin matematiği
Konu ve mekan genişliği dedik ama bir de tarih vurgusu yapmak gerekiyor. Şiirlerin geniş bir zaman aralığına yayıldığı anlaşılıyor. Bir ucu eski, kadim halklara kadar uzanırken bir ucu da modern halklara, aktüel sorunlara ve emekçi sınıflara dokunuyor diyebiliriz. Demirtaş’ın dizeleri dokunduğu her olguyu imgeleştirirken okura gösteren, yaşatan bir özelliğe sahiptir. Şiirler düzyazı şiir özelliği gösterse de esasen dize kurulumuyla yazılmıştır. Bu yüzden de üzerinde fazlaca düşünülerek kurulmuş izlenimi veriyor. Böyle bir titizlik bazen kelime seçimlerinde sanki zorlama seçimler yapılmış gibi bir duygu da uyandırıyor. Yani bende bıraktığı izlenim, bu şiirlerin oturup bir çırpıda, bir günde, bir anda yazılmış şiirler olmadığıdır.

İlk kuşak filozofların birçoğu felsefeyi şiir dizelerinden hareket ederek yapmış ve yazmışlardır. Dolayısıyla felsefe ile en yakın sanat dalının şiir olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Aristoteles de Poetika adlı eserinde şiir sanatını felsefi bir sorun olarak ele alıyor. Ona göre şiir de diğer sanatlar gibi bir taklit / mimesis sanatıdır. İnsan bu sanatı izlerken katharsis hali yaşar. Demirtaş’ın şiirlerini okurken katharsis hali ile birlikte onu aşan bir ruh dünyasına da girersiniz. Çünkü bu eserdeki şiirler, derdi, sorunu olan şiirlerdir. Şöyle de diyebiliriz:
Demirtaş’ın şiirleri tezli şiirlerdir. Fakat tezden, kavramdan giderek yazılmış şiirler değildir. Bu noktada Aristoteles’in tespit ettiği şiir anlayışına çok da uygun düşmez. Üstelik Poetika’da Aristoteles, şiirin bir taklit olduğunu, insanın doğal olarak taklitten hoşlandığını söylerken de, kanaatimce yanılıyor. Çünkü Demirtaş’ın şiirlerinde de görüldüğü gibi insanlar “doğal” olarak şiir yazmazlar ve okumazlar! Sanatçı ve izleyici için temel motivasyon doğal dünya da değildir, sosyal dünyadır. Kaynak burasıdır, toplumdur.
Hoşluk meselesine gelirsek bu, mümkündür. Her sanat eseri belli bir oranda estetik haz kaynağı durumundadır. Şu da var ki, estetik haz alma yetisinin “doğal” olduğunu ileri sürmek de tartışma kaldırır. Tüm bu dünyada edindiklerimizin ideolojik karakterli olduğu açıktır. Bu ideolojik olgu sanata ve şiire de geçer. Geçerken ses, renk, boya, figür, karakter, imge, dize formuna bürünür. Demirtaş’ın şiirlerine buradan bakılırsa eserlerdeki, renkler, sesler ve bilhassa müzik / melodinin daha da büyük bir anlam kazandığı çıkar ortaya.
Şiirlerdeki seslerin birbirini izlemesi, bölümlerin kurulumu, giriş ve sonuç kısımlarındaki kendini gösteren sertlik, şairin armonik bilinciyle ilgilidir. Demirtaş’ın halk ozanı geleneği içinde oluşu ve devrimci aktiviteye dayanmış oluşu, böyle bir yönelimde etkili olduğunun göstergesi olabilir. Gelenek, ezilen inançları, dünyanın lanetlilerini, yasaklı kültürleri, ötekileri içine aldığı aşikardır. Kerbela trajedisine temas eden şair, kendi sözleriyle söylersek üryan, derviş, mülksüz şiirlerle olup biteni izah etme eğilimindedir. Bu eğilim onu kimi zaman Yunus olarak seslendirirken daha çok da Kaygusuz Abdal ve Pir Sultan olarak söyletir. Aktüel olana da buradan bağlanır ve diyaframın sol yanından dar ağacındaki Deniz’e seslenir. Aynı şiirde sesler arasında bir bütünlük de arar.
biraz solcu
biraz ozan
bazen az
“A”, “b” sesleri kendini gösterirken tekrar eden “r” ve özellikle “z” sesi, şiire bir müzik, melodi katar. Bana kalırsa Enver Gökçe ve Nihat Behram gibi şairleri anımsatan bir yönelim içindedir şair. İnleme şiirinde olduğu gibi kök ile gök arasında bir bağ kurulur ki, bu bağın yalnızca sessel, biçimsel olduğunu düşünmek yanlış olur. Özçekim adlı şiirde ise “bulutlarla kan bağım var” diyerek yeri ve göğü birleştirir. Şair, netice itibariyle diyalektik bir bütünlük peşindedir. Geçmiş (gelenek), şimdi ve gelecek zaman dilimleri birbirleriyle hem özdeşlik hem de farklılık içerir. Bu yüzden de eskinin bir çok devrimci değeri, savaş ve silah sanayinin üreticisi olan modern değerlere tercih edilir.
Demirtaş’ın şiir dizlerinin nispeten kısa olduğunu görüyoruz. Risklidir kısa kurulmuş dizeler. Söyleyeceğini tam olarak anlatamayabilir. Kısa dizelerle şiir yazanlar, imgelere başvururlar. Bazen de imgeler karmaşık hale gelir ve anlam, okurun yeterliliğine belki de insafına kalır. Şiirin kısa mı uzun dizelerle mi yazılması gerektiği başlıbaşına bir problematikdir. Yine de bir genelleme içinde söylenirse sanat, uzun anlatımı sevmez diyebiliriz. Ses, söz, renk, boya, fırça darbesinin, kelime sayısının mümkün olduğunca sınırlanması gerekir. Sanatın geneli gibi şiirin de az sözcük ve kısa dizelerle derin anlamlar vermesi beklenir. Bu bağlamda şairin Ah adlı şiirini anmak isterim.
ah
herşeyin
herkesin
cücesine kaldık
seslerin renklerin
ve kavganın
yaşadım
varlıkla yokluk
aynı sokağın
iki yüzüydü
bildim
çok bilen
çok ölürdü
öldüm
İlgilendiği ve şiirine dahil ettiği temalar bir hayli zengindir Demirtaş’ın. Anadolu’yu Dersim, Ankara ve İstanbul üzerinden yaşamış birisi. Kürt, Ermeni, Zaza, Arap ve Türk kültür geleneğinin zenginliği içinde yoğrulmuş olması, kuşkusuz ki sanatına da yansımıştır. Demirtaş, insan dünyasından yola çıkmış olsa da fiziksel dünyaya meraklı olduğunu şiirlerinden anlıyoruz. Ezilenlere olan sempati, şairi doğayı sevmeye, börtü böcek dünyasına dek uzanmasına vesile olmuş. Demirtaş’ın derelere, bitkilere, akarsulara, güneşe, aya, gökyüzüne, yıldızlara olan ilgisi varlığı bütünlüklü bir vücut içinde görmesinden kaynaklanır. Eserlerinin ortak paydası onun ontolojik (varlık felsefesi) bakışını da ele vermektedir: Doğanın birliği, bütünlüğü ve karşıtların mücadelesi.