Luxemburg, Liebknecht, Lenin:
DÜŞMAN KENDİ ÜLKENDE!
Minerva’nın baykuşu akşam karanlığında uçar diyor Alman filozofu Hegel. Olayların yatışmasını, akşam olmasını beklemek lazım. Teori yapmak için önce sosyal, siyasal süreçlerin bir noktaya evrilmesi gerekir. Nesnel analizler içinse öfkenin, duygunun durulması, aklın öne çıkması lazım gelir.
Birçok iktisadi, felsefi ve politik sorunun ve siyasal şahsiyetin, tarihi üzerinden 100 yıl geçti. Alman Devrimi ve önderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht bunların başında geliyor. 1900’lerin son çeyreğine ve 20. yüzyılın ilk çeyreğine damga vuran kişilerdir. Alman devrimi (1918-19) deyince Luxemburg’u ve Liebknecht’i öncelikle anımsarız.
Rus cephesinde ise aynı tarihsel kesitte farklı bir dinamik oluşturan kişi Vladimir İlyiç Lenin olmuştur. Her üçünün de ortak noktası, onları Ocak ayında kaybetmemizdir. Eskiden konuşulmayan konular da dahil olmak üzere bu ihtilalci üç lideri şimdilerde konuşmak daha anlamlı olacaktır. Dolayısıyla üç Marksist düşünür ve eylem adamını bu haftaki Felsefenin Gözü programında anmak istiyoruz.
Savaşla Gelen Devrimler
Siyaset literatüründe Doğu sorunu olarak bilinen hadise 1. Emperyalist savaş ile birlikte yeni bir evreye girmiştir. Doğu’daki imparatorlukların üçü de, bu savaşlarla birlikte yıkılmıştır: Rusya, Avusturya, Osmanlı. Ne var ki direksiyon başına geçen emperyalizm, yeni durumda hiçbir soruna merhem olmamıştır. Sorun, bugün de, dünya ölçeğinde daha da büyüyerek Ortadoğu, Kürdistan, Suriye sorunuyla yeni bir ivme kazanarak devam ediyor.

Birinci dünya savaşının sonunda, savaşın peşinden yıkılan imparatorluklar ve ortaya çıkan devrimler oldu. Bilindiği gibi Rusya, Osmanlı ve Avusturya – Macaristan imparatorluğu yıkıldı. Rusya’da Sovyetik bir devrim, Osmanlıda Türk devrimi (karşı devrim), Almanya’da Alman komünist devrimi gerçekleşti ama Alman devrimi ne yazık ki yenildi. Türk karşı devrimi deyince, başta komünistler olmak üzere soykırıma maruz kalan Ermeni, Kürt ve Kızılbaş halkına uygulanan ırkçı, faşist yönetimden söz edilir / ediyorum.
Böylesi bir programda TKP, Mustafa Suphi ve Maria Suphi’yi de konu etmek şarttır. Dolayısıyla ocak ayında kaybettiğimiz ihtilalci değerler Luxemburg, Liebknecht ve Lenin’le de sınırlı değil. Şimdi programda anlamaya, öğrenmeye, eleştirmeye, geliştirmeye çalışacağımız enternasyonal proletaryanın güzide kişilerini kısaca da olsa özetlemeye çalışalım.
Rosa Luxemburg ve Spartakistler
Polonya doğumlu olan Luxemburg (1871-1919), sosyal ve siyasal nedenlerle İsviçre’ye gitmek zorunda kaldı. Zürih Üniversitesi’nde felsefe bölümünde okudu. Dünya düzeyinde doktora yapmış ender kadınlardan birisiydi. Polonya Sosyalist Partisi, Polonya Krallığı Sosyalist Partisi ve Polonya – Litvanya Sosyalist Partisi’nin kurucusu oldu. İlki Polonya’nın bağımsızlığını savunduğu için onu eleştirdi. Luxemburg, devrimi Almanya, Polonya, Rusya, Litvanya, Avusturya merkezli düşünüyordu.
Gözünü budaktan esirgemeyen Luxemburg, Polonya konusunda Marx ile çatıştı, ulusal sorunda Lenin ile karşıtlaştı. Kimseye proletarya enternasyonalizminden taviz vermedi. Kadın haklarını ve emekçi kadınları savundu ama burjuva feministi olmadı. Reformları savundu ama reformizme karşı mücadele etti. Kadınların oy hakkı için mücadele etti ama parlamentarizme karşı çıktı. Somut koşullara göre teoriler geliştirdi ama revizyonist olmadı.
Luxemburg, Polonya, İsviçre ve Almanya üçgeninde bir göçmendi. Ezilen ulusların yoldaşı oldu ama anti emperyalizm adına milliyetçi ve sosyal şövenist olmadı. Komünist partisini savundu, örgütlü bir komünist olarak savaştı ama parti diktatörlüğüne ve parti bürokrasisine karşı mücadele etti. Kitle sendikacılığını savundu. Sendikanın özerk olmasını önerdi ama yalnızca ekonomik mücadeleye endeksli sendikacılığa karşı, tüm gücüyle karşı durdu. Proletaryanın kendiliğinden bilinçleneceğini savundu ama proletarya partisinin gücünü, önemini inkar etmedi. SPD’nin Marksizm dışı politikasına karşı kızıl bayrak açtı ve Spartakistlerin lideri oldu.
Luxemburg, arkadaş ve yoldaşları yanında özel yaşamında da dikkatleri üzerine topladı. Sevgiliye yazdığı mektuplar, ayrıca incelemeyi gerektirir. Aile kurumuna, devrimci bir karşı duruş sergiledi, kendi aile soyadını değiştirmedi ama büyük ve tutkulu aşklar, özgür birliktelikler yaşadı. Zengin özel yaşamına rağmen devrimci sorumluluk bilinciyle hareket etti. Yakalandığında büyük işkenceler gördü ama ser verip sır vermedi.
Mahkemelerde, zindanlarda asla baş değmedi. Meydan okudu tüm burjuva, liberal ve sosyal demokrat otoritelere. Devrim adına şöyle konuştu: Vardım, varım, var olacağım. Buna benzer şiarların önceli oldu. Şimdilerde Jin Jiyan Azadi biçiminde devam ediyor Luxemburg. Reform, revizyonizm, kitle sendikacılığı, genel grev, politik ayaklanma, parti diktatörlüğü gibi Marksist literatürdeki pek çok önemli kavram ve tartışmalar Luxemburg döneminden mirastır denilebilir. Ondan değilse bile onun mücadele tarzı ve deneyimine bağlı olarak yaşamımıza girdiği ileri sürülebilir.
Karl Liebknecht’in Düşmanı Kimdi?
Liebknecht (1871 – 1919) SPD’nin kurucusu ve yöneticisi olan Williem Liebknecht’in oğludur. 1900’de SPD üyesi olmuştur. Liebknecht, savaş bütçesine red oyu veren tek milletvekil olması bakımından ender bir figürdür. Yazıya başlık yaptığımız sözün de mimarıdır. “Düşman kendi ülkende” diyerek adeta devrimci bir enternasyonal çığır açmıştır dersek sanırım abartı olmaz. Hapisteyken vekil seçilmiştir. İki dönem parlamenter oluyor yani.
Parlamenterizme karşı mücadele eden Liebknecht, savaş karşıtı politikalar savunurken de en ön cephede yer alıyor. Militarizme karşı çıkmış, sınıf mücadelesini savunmuştur. Ona göre militarizm, tank paleti ve tank motorunu birlikte üretmenin adıdır. Sosyalist Gençlik Enternasyonali’ni kuruyor ve onun başkanlığını yürütüyor. Gençliğin durumuna ilişkin birçok makale kaleme alan da odur. Söylemeye bile lüzum yok ki babasından çok daha radikaldir.
Örgüt kurma ve yönetmede de mahir olan Liebknecht, Enternasyonal grubun ve Spartakistler birliğinin kurucusu olmuştur. 9 Kasım 1918’de Berlin belediye meclisinden on binlerce kişiye Alman sosyalist cumhuriyetinin kurulduğunu açıklayan kişidir. Hukuk doktorası yaptığını da biliyoruz. Kardeşi ile kurduğu hukuk bürosunda işçi ve emekçilerin, göçmenlerin haklarını savunan, koruyan çabalar göstermiştir.
Hem burjuvazinin hem de parti içine sızan burjuvazinin yasaklarına karşı mücadele eden Liebknecht, parti üye ve kadrolar arasında her zaman adından söz ettirmiştir. SPD’nin yasakladığı 1916 1 Mayıs’ında işçileri 1 Mayıs’a davet eden, kutlamalar yapan bildiriler yazıp dağıtan da Liebknecht olmuştur. 1918’in son günü Alman Komünist Partisi’ni kuran kadrolar içinde başta gelir. 15 Ocakta, kendilerine sosyal demokrat diyen faşist yöneticilerin talimatıyla tutsak düşüyor. Uzlaşmaz, devrimci bir direniş sergilediği için hunharca yöntemlerle katlediliyor.
Mücadele yaşamı Rosa Luxemburg ile birlikte geçmiş, benzer şekil ve yöntemlerle öldürüldükleri için birlikte anılmaları gelenek olmuştur. Liebknecht için gerçek düşman kendi ülkendedir. Şöyle yazmıştır: “Her halkın ana düşmanı kendi ülkesindedir! Alman halkının ana düşmanı Almanya’dadır: Alman emperyalizmi, savaştan yana olan Alman partisi, Alman gizli diplomasisi. İşte Alman halkı için, mücadelesi kendi ülkesindeki emperyalistlere doğru yönelmiş olan, başka ülkelerin proletaryasıyla işbirliği yaparak siyasal mücadelede savaşması gereken düşman, işte kendi ülkesindeki bu düşmandır.”
Liebknecht’in alıntıladığımız bu görüşleri için Militarizm ve Sınıf Mücadelesi adlı eserine bakılabilir. Liebknecht’in çok sayıda makalesine de bu eserden ulaşmak mümkündür.
Vladimir İlyiç Lenin ve Devrim
Marksçı devrim teorisinin eksenini değiştiren Lenin (1870 – 1924), devrimci bir ailenin çocuğudur. Altı kardeşin hepsi sistem muhalifidir. Abisi çara suikasten dolayı idam ediliyor. Lenin de hukuka ilgi duyuyor Marx gibi. Belki de abisini hukuk yoluyla savunmak için! Marx’ı ve Marksizmi determinizm üzerinden değil de volüntarizm üzerinden yorumluyor. Deneycilik olarak bilinen ama tarihsel materyalizm gibi algılanan felsefenin, öznel idealizm olduğunu keşfetmiştir.
Lenin, kapitalizmin emperyalizm aşamaya sıçradığını ileri sürüyor. Devrimin Batı’da değil Doğu’da gerçekleşeceğini savunuyor. Çünkü Avrupa gerici, Asya ilerici bir potansiyel taşıyor. Bu başlıkla bir makale yazdığını da biliyoruz. Devrimin, barışçıl, demokratik yollarla değil şiddetle olacağını düşünüyor. Katı disiplinli komünist partisinin inşa edilmesinin şart olduğu kanaatindedir. Bazen parlamentoya göz kırpsa da, sonuçta orayı ahır olarak görüp mahkum etmiştir.
Lenin’e göre devrim, yalnız işçilerin değil yoksul köylülerin birleşik mücadelesiyle gerçekleşecektir. Ona göre kitlelere sınıf bilinci dışarıdan, parti ve aydınlar tarafından verilmelidir. İdeolojik, politik ve ekonomik mücadele birleştirilmelidir. Sovyetik örgütlenmeyi temel almıştır Lenin. Elbette partisiyle birlikte. “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganı ona aittir. Lenin, somut koşullara göre fikirler geliştirmekte oldukça yeteneklidir. Somut şartların somut tahlilinden de söz eden kendisidir.
Lenin de, Luxemburg ve Liebknecht gibi parti ve örgüt kurmakta yeteneklidir. Rus Marksist partisini 1898’de Plehanov ve Martov ile birlikte kurmuştur (Belarus – Misk). Sürgün yıllarında Plehanov ve Luxemburg dahil olman üzere pekçok devrimciyle birliktedir. Sözcüğün gerçek anlamında radikaldir. Devrimin yönünü Doğu’ya çevirmiştir. Tekrar etmek gerekir ki “Bütün iktidar Sovyetlere” ifadesini şair edinmiştir. Ekim Devrimi Rusya’da gerçekleşse de Lenin, bunu Alman ve Avrupa devriminin tamamlayacağına inanıyordu. Olmadı!
Parti içinde tartışma kültürünün oluşmasını sağlamıştır. Emperyalist savaşlara karşı haklı savaşları savunmuştur. Bernstein, Kaustky ve SPD’nin milliyetçi fikirlerine karşı Spartakistlerle ittifak içinde olmuştur. Emperyalist savaş patlak verdiğinde kendi ülkesini savunmak yerine emekçi sınıflarla birlik olup Ekim devriminin başına geçmiştir.
Yenilgiler Faşizmi Getiriyor
Entellektüel ve politik biyografilerinden hareketle açıklanmaya hatta tartışılmaya çalışacak olan üç büyük devrimcinin kurucusu ve mensubu oldukları partilerin gelişim süreçleri de konu edilecektir programda. Ekim devrimi ve Alman Devrimi üzerinde durmak da kaçınılmaz görünüyor. Alman Devrimi’nin yenilgisi ve sonuçlarını incelemenin, günümüzü açıklamak için de değerli olacağını düşünebiliriz. Devrimciler ve proletarya, mücadele alanında buluşup mücadele etmezlerse hapislerde buluşurlar denilir. Tarihsel tecrübeler şunu gösteriyor ki proletarya ve komünistlerin başarısızlığını emperyalizm ve faşizmler izlemiştir.
1848-49 devrimlerinin yenilgisini tekelci kapitalizmin izlediği sır değil. Paris Komünü’nün yenilgisini emperyalist savaşlar izlemiştir. Alman Devrimi’nin ve dolayısıyla Avrupa devrimlerinin 1920’lerdeki yenilgisini tüm Avrupa’yı saran faşizm ve Nazizmler kuşatmıştır. Türkiye komünistlerinin Karadeniz’de hunharca katledilmesi de ülkemizde faşist diktatörlüğün kurulmasına neden olmuştur. Şimdilik Alman devrimine ilişkin kısa bir açıklama yaparak bitirelim.
Alman Devrimi (1918-1919)
Alman devrimi, 1918-19 yıllarında ortaya çıkan bir harekettir. Bu devrime, SPD sermaye tarafına geçtiği için Spartakistler önderlik etmiştir. Devrim dalgası tüm Almanya ve çevresine yayılmıştır. Yaklaşık üç aylık bir direnişten sonra devrim bastırılıyor. Yeniliyor yani. Devrimin liderleri, SPD’li güçler tarafından katlediliyor. Alman Devrimi’nin 1930’lu yıllara dek birkaç defa tekrar ettiği biliniyor. Peki nasıl bir siyaset felsefesine imkan veriyor dersiniz?
1-Alman Devrimi ile 1848-49 devrimleri arasında bağ kurmak mümkündür. Her ikisi de geniş bir coğrafyayı etkiledi. Benzer biçimde her ikisi de sermaye tarafından ezildi. İlki burjuvazinin sermaye güçleri tarafından, ikincisi burjuvazinin sosyal sermaye güçleri tarafından yenilgiye uğratıldı. Sosyal faşizm de bu noktadan hareketle doğmuştur.
2-Marx ve Engels dünya devriminin başlangıcı olarak Almanya’yı öngördüler. Manifesto’da buna işaret edilmiştir de. Çünkü proleterleşme süreci Almanya’da belirleyici idi. Buradaki devrim İngiliz ve Fransız burjuva devrimlerinden daha güçlü olacaktır. 1848-49’da bu olmadı ama Almanya merkezli 1918-19’da gerçekleşti denilebilir.
3-Alman Devrimi yıllarında Rusya’da da büyük bir hareket vardı. Anadolu’da da benzer bir devrim dalgası söz konusu olmuştur. Çünkü emperyalist savaş yalnız Rusya’da değil Almanya, Türkiye, Avusturya ve daha birçok ülkede halk hareketleri, proleter haraketler yaratmıştır. Almaya Devrimi, emperyalizmin desteğini alan SPD tarafından bastırılmıştır. Anadolu’da olası bir işçi – köylü devrimi ise yine emperyalizm tarafından sevk ve idare edilen ittihatçı ve Kemalist rejim tarafından etkisiz kılınmıştır. Nitekim Luxemburg ve Liebknecht’ten iki yıl sonra da yine ocak ayında Türkiyeli komünistler Karadeniz’de boğdurularak katledilmiştir. Luxemburg ile Mustafa Suphi’nin enternasyonal devrimci eşi, yoldaşı Mariye Suphi arasında da bir (kadınsı) bağ kurmak anlamlı olabilir.
4-Alman Devrimi yenilmiş olsa da etkisi ve mirası son derece önemlidir. Bir devrimin yenilgisi onun yanlışlığını göstermeyeceği gibi başarılı olması da ideal olduğu anlamına gelmez. Bıraktığı miras ve enternasyonal proletarya saflarına açtığı ufuklar daha önemli olmuştur. Siyasette, devlet felsefesinde de böyle değil midir? Misal, Kürt hareketi devlet değil ama birçok devletten daha etkilidir. Suriye, devlet olmasına rağmen maalesef yıkıldı ama Kürt hareketi gücünü koruyor.
5-Alman Devrimi’nin gölgede kaldığı, yeterince bilince çıkartılmadığını tespit etmek zor değildir. Onca hareket “burjuva devrimi” söylemiyle konuşulmakla birlikte Alman Devrimi pek nadir sorunsal oluyor. Lenin’in kısmen ilgilendiği, Stalin ve Komintern’in de kısmen ilgilendiği biliniyor. 1930’lardan sonra ise Stalin ve Komintern’in hiç de gündemine gelmediği anlaşılıyor.