Kapitalizm var olduğu sürece ne yazık ki katliamlar eksik olmayacak. İş kazası adı altında yaşamını yitirenler de çoğu zaman veya her zaman emekçiler olacaktır. Bartın’daki maden faciasıyla birlikte bu durum bir kez daha kanıtlanmıştır. Burjuva-liberal ideolojilerin “ilerledik, aydınlandık, çağ atladık” diyerek yaygara kopardığı bir dönemde yine geldi bir kara haber. Burjuva uygarlığı bilimin, tekniğin geliştiği, yaşamın kolaylaştığı, işçiliğin hafiflediği tezini propaganda ederken yüzlerce maden işçisinin göçük altında kaldığı haberi tüm medyayı kuşattı. Aynı gemide olduğumuz söyleminin koca bir yalandan ibaret olduğunu kanıtlarcasına ölüm yine 50 maden emekçisinin payına düşmüş oldu. Ağlayanlar yine emekçilerin anneleri olurken sermaye sınıfına ve onun temsilcilerine ise timsah gözyaşları dökmek düştü.
Proletaryanın Devrimci Rolü
Kapitalizm ve emperyalizm çağında üretim ilişkileri artıdeğer ve kar üzerinden yürüdüğü için kamusu, özeli farketmez. İşgücü ucuz olduğu müddetçe sermaye asla teknolojiye ve bilime yatırım yapmaz. Dolayısıyla madenlerde teknik koşullar düzeltilmez. Kar zarar hesabı yapılır çünkü. Sermayenin gözünde insan/emekçi yoktur, işgücü vardır, o da bir tür metadır. Bu yüzden de işçi alınıp satılan bir mal olarak algılanır. Grizu ve benzeri yollarla gerçekleşen katliamlardan bir hükümeti, bir yöneticiyi sorumlu tutmak da sorunun özünü yani kapitalist sistemi görmemek anlamına gelir. Üstelik ülkemizde grizu ile gelen katliamlar ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır. Proletarya, her türden üretimi, her safhasıyla birlikte kontrol altına almadıkça devrimci rolünü oynayamaz; dolayısıyla sözüm ona iş kazaları (Kapitalizmin katliamları) eksik olmaz.
Osmanlı-Türkiye tarihine damgasını vuran nice maden kazası (işçi katliamı) vardır. Bunlar sanat ve edebiyatın önemli temaları olmuştur. Hatta 150-200 yıllık tarihimizin maden cinayetleri ve buna bağlı olarak maden işçilerinin mücadele tarihi olduğu da ileri sürülebilir. Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihi maden işçilerinin mücadele tarihiyle başlamıştır dersek umarım meseleyi abartmış olmayız. Şimdi bu süreci mercek altına alıp estetize eden bir roman serisinden kısaca da olsa söz etmek istiyorum: Grizu (Muzaffer Oruçoğlu, Belge Yayınları, 2018).
Maden İşçisinin Mücadelesi: Grizu
Grizu adlı roman dizisi Oruçoğlu’nun en iddialı çalışmalarından birisi olmalı. Bir seri romandan oluşan çalışmada Osmanlı’dan günümüze, ülkemizdeki sınıf mücadelesini (maden ocakları çevresinde) ele almaktadır. Romanın serüveni ile Zonguldak’ta ortaya çıkarılan kömür madeni arasında kopmaz bir bağ bulunuyor. Roman bağlamında Osmanlı toplum yapısı, Osmanlı Avrupa ilişkileri, Osmanlı’nın yarı sömürgeleştirilmesi, toplum birey ilişkileri, bireyler arası çatışmalar ve bireylerin sosyal psikolojik yönleri estetik kaygılar da güdülerek konu ediliyor. Özellikle Osmanlı’nın gerileme hatta yıkılma sürecine denk gelen zaman diliminde Bolu Sancağı içinde yer alan Zonguldak merkezli bir mekanı mesken tutuyor Grizu.
Maden işçileri ile madendeki araçların arasında özsel bir fark pek de görülmez. Patron ve onun ustabaşları, çavuşları iş araçlarını daha çok önemserler. İşçiler ise ölürlerse öldükleriyle kalırlar. Çünkü Osmanlıda proleterleşme süreci yeni başlamıştır. Ölenlerin yerine yenileri sıradadır. Soma faciasından sonra görüldüğü gibi Bartın katliamından sonra da benzer bir durum olacaktır!
Edebiyatımızda sınıf ilişkilerini merkeze almış Grizu’dan başka romanlar da vardır kuşkusuz. Reşat Enis’i anmak gerekiyor. Diğer yapıtlarıyla beraber Sarı İt adlı eserinde 1960’lı yılların Türkiye işçisini mercek altına almıştır. Sarı sendikacılığa eleştiri yapmaktadır yazar. İrfan Yalçın’ın Ölümün Ağzı adlı romanını da unutmamak gerekir.
Köylü Kökenli İşçi Sınıfı
Grizu, dört kitaptan oluşuyor. 1830’lu yıllarla başlayan Birinci Kitap’ı zaman sırasına göre iki, üç ve dört izliyor. Şunu belirtmek gerekir ki, Oruçoğlu, Grizu ile birlikte gerçekçi sosyalist bir sanat anlayışını etkin hale getirmiştir. Bir yanda işçiler bir yanda ise sermayeyi temsil eden egemen sınıflar. Sınıf yerine sınıflar demek gerekiyor; zira sermaye sınıfı çeşitli kesimlerden oluşuyor. Hanedanlık yanında ocak sahipleri, yerli, yabancı sermaye grupları, çavuşlar, zaptiyeler sömüren kesimde mevzileniyor. Ezilen kesimde ise yoksul köylü kökenli işçiler ya da işçi tulumu giymiş köylüler yer alıyor ağırlıklı olarak.
İşçilere köylü kökenli demek gerekiyor; çünkü maden işine kadar, baştan sona köylü olan kitleler ansızın kendilerini madende iş beklerken buluyorlar. Grizu-1 de böyle bir atmosferde başlıyor. Elvan köyüne ya da kasabasına bağlı Zonguldak mahallesinden bir grup köylü ellerinde kazma ve küreklerle maden ocaklarına yakın bir mıntıkada, Üzülmez Vadisi’nin yamaçlarında gelecek kişi ve haberleri beklemektedirler.
Gelenlerden biri padişah Abdülmecit’in kapıcıbaşı olan Ahmet Nazif ağa ve yanında Hüsnü Efendi’dir. Beklenenler gelir. Köylüye nasihat ederler ve işe başlamalarını söylerler. Köylü kılıklı işçiler çeşitli gruplara ayrılırlar. Başlarına da tecrübeli Hırvat ve Boşnaklardan kişiler getirilir. Bunlar maden işini çalışanlara öğretirler. Bugünkü maden işçilerinin kırsal ile bağlantısı nasıldır, bilemiyorum.
Gökyüzünden Yeryüzüne İndirilen Roman
Sokrates’in felsefeyi gökyüzünden yeryüzüne indirdiği söylenir, yani bu iddiaya göre felsefe, Sokrates ile ete kemiğe bürünmüştür. Bu imgeye benzetilerek söylenecek olursa Oruçoğlu, önceki romanları dahil olmak üzere Grizu’yla birlikte romanı gökyüzünden yeryüzüne indirerek Osmanlı-Türkiye romanında epistemolojik bir kopuş gerçekleştirmiştir.
Roman yeryüzüne inince olaylar, kahramanlar, öyküler de üst yapıyı terkederek altyapının sosyal dünyasına ayaklarını basmışlardır. Söz felsefeye ve Sokrates’e gelmişken belirteyim ki Aristoteles köleleri insan olarak değil araç olarak görürdü. Bugün maden patronları ve kapitalistler için işçiler de köle gibi görülür. Onlar için Soma, Bartın vb. yerlerde ölenlerin yalnızca maddi karşılığı vardır. Bir de hukukileştirilir, soruşturma açılır, o kadar.
Çocuk İşçiliği ve Kadının İç Dünyası
Yazar, romanı kurgularken madencileri kendi başlarına ve yalnızca maden işinde çözümlemekle yetinmemiştir. Sıklıkla maden alanından uzaklaşmıştır. Madencileri kuşatan köylere, buradaki evlere, doğaya, köy kadınlarına, özellikle de çocuklara aktif ögeler olarak romanda yer ayırmıştır. Çocuk ve genç madencilerin Bartın örneğinde de gündeme gelmiş olması manidardır. Romanda kadın (Zehra) eşkıya kimliğiyle dağa çıkarılır. Doğayı yaratıcı ve devingenliği içinde ele alırken, alt sınıfların sınıf çıkarlarını korurken kuru bir propaganda dilinden uzak durmaktadır yazar.
Romanın içeriğini daha iyi anlamak için romanın kişilerinden ve bazı olaylardan söz etmek yararlı olabilir. Bu kişilerin en kritik olanları Elif kadın, oğlu Kör Cemal ve Kör Cemal’in çocuklarıdır. Elif kadın yetmiş yaşlarındadır. Genç kız iken kırk yaşındaki Süleyman ile evlenmiş, daha sonra kocası ölmüş ve dul kalmıştır. Fakat oğlu Kör Cemal ve torunlarıyla sessiz denilebilecek bir yaşam sürmektedir. Kör Cemal’in de karısı öldüğü için Elif kadın onu evlendirmenin peşindedir. Elif kadın, kadının iç dünyasını göstermekle birlikte romanın ileriki bölümlerine de kaynaklık edecek olan Cemal ailesine temel teşkil ettiği için iyi seçilmiş bir tiptir. Zonguldak/maden bölgesinde kocasını, kardeşini, babasını yitirmiş nice kadın vardır. Bugün de durumun değişip değişmediği ayrı bir inceleme konusu olabilir.
İşçi Sınıfı ve Yabancılaşma
Cemal’in dokuz on yaşlarındaki oğlu Hurşit de mutlaka anılmalıdır. Sanatçı, Hurşit üzerinden geniş ve derin bir alana hücum etmekte ve romanı aktif hale getirebilmektedir. Grizu-1 bittiği halde Hurşit’in işlevi devam etmektedir. Romanın önemli tiplerinden birisi de Zehra’dır. Oruçoğlu, her romanda buna benzer tipler bulmakta ve bunlardan karakterler meydana getirmektedir. Kocası ölmüş bir duldur Zehra. Sekiz yaşındaki kızı Kumru ile eski ve bakımsız bir evin içinde yoksulluk çekmektedir birçok köylü gibi.
Çavuşlar ve çavuşluk kurumu romanın olmazsa olmazlarındandır. Romanın yarısına kadar Kosor Çavuş etkili olursa da daha sonra sürece yazar, Cabbar Çavuş’u katmıştır. Cabbar, kötü karakterin başında gelmektedir. Madencilere karşı en acımasız kişiyi temsil eder. Egemen sınıfların çıkarlarını savunması açısından, taşıdığı ahlaki değerler bakımından, işçi düşmanlığı yönünden biçilmiş kaftandır. Çavuşlar, zaptiyeler, mühendisler gerçekte alt sınıflardan insanlardır. Ama egemen sınıflarca kendi gerçek sınıflarına yabancılaştırılmışlardır. Bunun en güzel örneğini Cabbar, romanın sonunda işçi önderi pozisyonuna giren Devrekli Bayram tarafından öldürüleceğini anladığında dile getirmektedir.
Tip ve Karakterlerde Zenginlik
Roman, bir yandan Osmanlı’nın yarı sömürgeleşmesi, bir yandan kapitalizmin gelişmesi bir yandan Osmanlı-Türkiye işçi sınıfı tarihini yazma kaygısı güttüğü için sıkı ve aktif ilişkileri bir arada göstermek zorunda kalıyor. Tüm bunları estetik kaygı temelli yapmak istediğinden de olaylar, kişiler birbirini izliyor. Sürekli bir merak duygusu yaratılıyor.
Kahramanlar konuşuyor, anlatıcı çözümlüyor; konu ve mekan canlı bir biçimde verilirken olay, tip ve karakterlere eşlik eden canlı, cansız tüm nesneler örneğin bitkiler, ocaktaki katırlar, evdeki kedi ve köpekler tüm berraklıklarıyla işlevsellik içinde resmediliyor. Romanda sürekli bir atılım duygusu olduğunu, sonlarına yaklaşmasına rağmen bu atılımı halen hissetmek mümkün oluyor.
Grizu, maden işçiliğine, direnişlere ve proleterleşme sürecine tutulmuş bir aynadır. Hatta Oruçoğlu’nun Türkiye’nin yakın tarihine tuttuğu bir aynadır da diyebiliriz. Ne var ki henüz Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı tarafından keşfedilmiş ve yeterli ilgiyi görebilmiş değil.
Sözü şimdi Orhan Veli’ye bıraksam iyi olur.
“Siyah akar Zonguldak’ın deresi
yüz karası değil, kömür karası
böyle kazanılır ekmek parası”