Haziran etkinlikleri sürüyor. Ülkemizin tarihi, ocak, mart, mayıs, temmuz ayları gibi haziran ayı bakımından da “zengin” tecrübelerle doludur. Önemli kazanımlar ve kayıplar söz konusudur. Başta şiirimizin büyük şairi, komünist ozan Nazım Hikmet’i ayrıca edebiyatımızın temel taşlarından olan Orhan Kemal’i, Kürdistan coğrafyasını dizelere yansıtan Ahmet Arif’i ve Karadeniz’in asi sesi Kazım Koyuncu’yu haziranda kaybettik.
Hasan Hüseyin Korkmazgil, 3 Haziran 1963’te Nazım Hikmet yaşamını yitirdiğinde onun için “Haziran’da ölmek zor” adlı şiirini yazmıştı. Haziranda ölümler/kayıplar birbirini izledi. Dersim’de 17’ler katledildi, nice Türk, Kürt, komünist ve ezilen uluslara mensup savaşçı da haziranda toprağa düştü. Birçok değerimizi de 2013’teki Haziran Ayaklanması’nda kaybettik. Kardelen Sanat, bu ayki etkinliğini Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Ahmet Arif ve Kazım Koyuncu’ya ayırdı. Moderatörlüğünü Berfin Yılmaz’ın yaptığı etkinlik, Bakırköy Kültür Merkezi’nde (24 Haziran 2022) cuma akşamı gerçekleştirildi.
Tarih Statik Değil Dinamiktir
Marx ve Marksizm, uygarlık tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu söyler. Emekçiler açısından bu süreç inişli çıkışlıdır. İtalyan tarih filozofu bu durumu açıklamak için iki terim kullanıyor: Corso ve ricorso. İlki pozitif olana gönderme yapar, ikincisi ise negatif olana. Yani tarih tek yanlı, tek taraflı değil çift yönlü ilerliyor. Daha doğrusu toplumda olduğu gibi tarihte de çok boyutluluk söz konusudur. Günümüze kadarki tarihe bakıldığında gidişatın, statik değil dinamik olduğu; yükseliş ve düşüşler biçiminde, eş deyişle yengi ve yenilgiler şeklinde ilerlediği pek çok örnekten dolayı hemen anlaşılmaktadır.
Ülkemizin tarihini de bu çerçevede düşünmek katiyen yanlış değildir. Haziran ayını tek başına düşündüğümüzde bile bu yükseliş ve düşüşler diyalektiğini görmek zor olmayacaktır. Dolayısıyla haziran ayı, 1970’teki büyük direnişleri, 2013’teki Taksim Komünü’nü simgelediği gibi emekçiler cephesinden pek çok kaybın da yaşandığı bir aydır. Nazım Hikmet’in 3 Haziran 1963’te, Orhan Kemal’in 2 Haziran 1970’te, Ahmet Arif’in 2 Haziran 1991’de ve Kazim Koyuncu’nun 25 Haziran 2005’te aramızdan ayrılmaları büyük kayıplarımızdır.
Kardelen Sanat’ın organizasyonuyla anılan -andığımız- sanatçıların dördü de özel kişilerdi. Değişik toprakların, değişik kültürlerin insanlarıydı. Etnisiteleri de farklıydı. Fakat onları birbirine bağlayan sınıfsal değerler ve yücelerden yüce bir komünizm ideolojisi söz konusuydu. Enternasyonal bir ruh içinde çarptı yürekleri. Onların varlığı teorinin pratiğe bağlanması, mevcut burjuva-feodal kültüre devrimin şırınga edilmesiydi. Pratiğe bağlanmaktaki amaç, sosyal dünyanın hareket tarzındaki hıza ve içeriğe proletarya adına kumanda etmenin koşullarını yaratmaktır.
Sanatın büyük simaları açısından insanın en ince, yetkin ve kibar türüne ancak estetiğin gücüyle ve elbette ki sınıflı toplumun kaba, yobaz ve yabancı tarzının aşılmasıyla, komünist bir dünyada ulaşılabilecektir. Bunun kanıtı olarak sanatsal etkinlik içindeki kişi ve topluluğun “çıkarsız” bir ruh hali içinde müzikle, tiyatroyla, şiirle özdeşlik kurmasını gösterebiliriz.
Hayatı, Sanatın Deniziyle Yıkamak
Bakırköy Kültür Merkezi’ndeki anma etkinliğinde şiirin, müziğin, tiyatronun içinde eğlendiren, düşündüren, güldüren güzel bir zaman geçirdik. Semtten birkaç arkadaşla birlikte, Kardelen Sanat tarafından geceye davet edilmiştik. Kardelen Sanat, Ramazan Yılmaz ve yakın çevresinin çabasıyla faaliyet sürdüren bir kurum. Umarım ileride onun gelişim sürecine, kuruluş ve tarihine ilişkin de ayrıca bir değerlendirme yapma/yazma imkanım olur.
Şimdilik fark ettiğimi söyleyeyim ki, bu sanat kurumu, yaşamın katı, kuru ve sığ boyutunu sanatın deniziyle, seliyle, suyuyla yıkamayı, yumuşatmayı ve derinleştirmeyi hedefliyor. Bu etkinliğin, bende bıraktığı izlenim, zihnimde çaktığı kıvılcım öncelikle bu yönde oldu. Kardelen Sanat, demek ki, bizi estetik ve teorik olanın içine çekmede işlev görüyor. Programda teorik ve estetiğin sokakla kurduğu bağa dikkat çekilmesi de sanırım izleyiciyi etkilemiştir. Bu bağın kurulma biçiminde program katılımcılarından Sezai Sarıoğlu’nun rolünün belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.
Sokrates ve Sezai Sarıoğlu
Sezai Sarıoğlu ile sanırım ilk defa tanışıp bir araya geldik. Sahnedeki performansı, hareketi, düşünüş ve sunum tarzı bana oldukça enteresan geldi. Sanki Sokrates’in filozofluğu ile Anadolu meddahının senteziydi. Sunumunun içeriğinde de şiir, edebiyat, müzik, felsefe, tarih, siyaset ve toplum vardı. “Biz nasıl ve nereden tanışıyoruz?” sorusuna tiyatral bir şekilde yanıt araması, konuyu duvar yazılarına dek genişletmesi kitleyi adeta büyüledi. Haziranda yitirdiklerimize yüklediği işlev de ilginçti.
Konuşmacıya göre onlar ölmediler, bizi bir araya getirmede merkezi işlev görmektedirler. Sokakların birleştiren gücünü de haziranda yitirdiklerimiz sağlamaktadır. Sarıoğlu’na sorulacak olursa onları anlamak için eserlerini tekrar ve yeni bakış açılarıyla yeniden okumak ve üzerinde özenle düşünmek zorundayız. Çünkü haziranda kaybettiğimiz şairler ve sanatçılar her zaman bizleri konu etmiş; bizim mahallenin, bizim sokağın çocuklarından söz etmişler; sevgi, özgürlük ve mutluluğun izini sürmüşlerdir.
Devrimin Kültürel İklimi
Salonda, kaybettiğimiz değerleri düşünürken ülkemizin kültürel iklimini de düşünmeden edemedim. Türkiye ve Kürdistan demek, aynı zamanda ve büyük bir oranda sanat, edebiyat, şiir, müzik, tiyatro, sinema demektir. Bunların temsilcisi olarak Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ruhi Su, Yılmaz Güney ve Muzaffer Oruçoğlu adlarını mutlaka anmak gerekiyor. Bunlarla birlikte Nazım Hikmet başta olmak üzere konumuz olan Orhan Kemal, Ahmet Arif ve Kazim Koyuncu gibi sanatçılar demek, Türkiye ve Kürdistan demektir. Sağcı, muhafazakar, milli, dinci, Kemalist, ırkçı, faşist kesimlerin ülkemiz kültürüne bir katkısı olduğu görülmüyor.
Demek ki sol ve muhalif devrimci sanatçılar kuşağı olmazsa geriye kuru, kaba, verimsiz bir çorak-bozkır kalmaktadır. Dolayısıyla muhalif sanatçılar kuşağını ortaya çıkaran kültürel iklimi, devrimin kültürel iklimi olarak da okumak mümkündür. Sanat deyince de devrimci sanatı anlamak gerekiyor.
Şair ve Ozanlara Dokunmak
Etkinlikte şiir, tiyatro, müzik, politika ve felsefeye yer verilmesi manidardır. Çünkü Nazım tüm bunların diyalektik bütününde yer almaktadır. Diyalektik bütünlük sol kültür ve düşünce açısından vazgeçilmez bir değerdir. Bu yüzden olsa gerek zengin bir program düşünülmüş. Sarıoğlu’ndan sonra tiyatrocu Mehmet Tokat sahne aldı ve Nazım Hikmet’in şiirlerinden hareketle yazdığı bir oyunu sundu. Bunu yaparken adeta Nazım’ı aramıza taşımış oldu. Tiyatroyu müzikler ve şiirler izledi.
Şairlerden birisi tanıdıktı: Mustafa Bakır. Bakır, Nazım Hikmet’in şiirlerinden okumalar yaparak bizi ozana bir kez daha dokundurmuş oldu. Gecede, çoktandır göremediğim doktor arkadaşım Ozan Özken ile bir araya gelmek de benim açımdan güzel bir sürpriz oldu. Başka sürprizler de vardı ama sözü uzatmak istemiyorum.
Kaybolan İnsanlar ve Ağlayan Anneler
Etkinlik sırasında dört sanatçının yaşamındaki benzerlik, dram ve trajediler gözümün önünden film şeridi gibi aktı. Her birinin yaşamı, yüz yıllık faşist rejimin de niteliğini ele veriyor. En genç ve çağ olarak bize en yakını Kazim Koyuncu idi. Onunla bitireyim. Koyuncu da diğerleri gibi sanatı ya da müziği yaşamın bir bileşkesi olarak ele alıyordu. Bir konuşmasında söylediği şu sözler de onun düşün ve sanat dünyasındaki geniş kapsamı yansıtır:
“Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik”.