Yerel yönetimler deyince mevzu uzun. Üstelik birçok boyutu var. Ben bu yazıda özet ve ilke olarak birkaç noktaya işaret etmekle yetineceğim. Sondan başlayayım. Genel gidişata bakılırsa Türk egemen sınıfları yerel yönetimler konusunda “demokratik” davranmak istiyor. Çünkü sermayenin bu sayede önünün açılacağına inanıyor. Rekabeti öneriyor. Dinci ve laik sermaye kliklerine “eşit rol” vermenin yanısıra emek hareketlerini ve Kürt özgürlük hareketini de sisteme dahil etme arzusundadır. Şimdilik köklü bir değişiklik görülmüyor. Örneğin 14 Mayıs merkezi seçimlerinde de değişiklik yapmamıştı. Buradan hareketle yerel seçimlerde de değişiklik yapmayacağını düşünebiliriz. Yani şimdilerde çok konuşulan İstanbul, Ankara ve İzmir belediyelerinde “devam” diyebileceğe benziyor. 50 yıldır olduğu gibi bugün de gidişatı etkileyecek olan halk kesiminin de desteğini almış olan DEM Parti’dir denilebilir.
Yerel yönetimlerin son yıllarda önem kazandığı görülüyor. Ya da bana öyle geliyor. Önem kazanmasının nedeni ne olabilir? Bu, önemli bir sorudur. Yerel yönetimlerin önem kazanması, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişme dinamikleri ile ilgilidir. Aynı zamanda merkezi düzeyde işlerin kötü gittiği, sistemin çıkış aradığı anlamına gelir. 40 – 50 yıldır neo liberal politikalar uygulanıyor ve son on yıldır da ekonomik bir kriz söz konusu. Özelleştirmeler, Sovyetik rejimlerin yıkılması, bölgesel savaşlar da “çözüm” olmadı. 1970’lere dek uygulanan Keynesçi kamusal uygulamalara yeniden bir dönüş sözkonusudur. Bunun da yereli güçlendirme, yerel aracılığıyla kapitalizmin sınırlarını, imkanlarını genişletme ile mümkün olacağı düşünülüyor.
Burjuvazinin, yerel yönetimler konusundaki tavrına bakılırsa yeni bir dünya istemiyor. Eski dünyayı onarmak, iyileştirmek istiyor. Emek cephesi de ağırlıklı olarak devrim değil reform öneriyor. Görünen o ki sol, sosyalist ve devrimci yapılar devletçi, uzlaşmacı, reformist bir çizgiye kayarken ezilen ulus hareketi, devrimci ve sol bir rotada ilerliyor diyebiliriz. Olumlu olan şu ki, sosyalist ve devrimci yapıların büyük çoğunluğu Kürt hareketi ile ittifak ve dayanışma ilişkisi içinde seçimlere katılıyor.
Yerel yönetim meselesi bağlamında konuya bakılırsa modern kapitalist toplumda siyasal alan ve sivil toplum alanının birbirinden ayrıldığı görülür. Burjuvazi sivil (ekonomik) alanda belirleyicidir. Siyasal alanı ise paylaşır ve gerektiğinde demokrasi uygular. Artı değer kapitalistlerin kasasına akmak kaydıyla toplumu kim yönetirse yönetsin!
Günümüzde Türkiye koşullarında belediyeciliğin, sosyalizme alternatifmiş gibi gösterilip savunulması yeni türden bir burjuva reformculuğudur. Tekelci burjuvazinin son yıllarda yeni formlara sokarak uyguladığı şiddet yanlısı politikalar (faşizm) nedeniyle böyle bir geri düşüş ve reformlara ilgi artmıştır denilebilir. Reformcu hareketlere, Sovyet yenilgileri ile birlikte bizde de eski devrimci örgütlerin yasala dönmeye başladığını ekleyebiliriz. Şimdilerde yenilerinin sıraya girdiği anlaşılıyor.
Türkiye gibi ülkeler için denilmiştir ki, parlamento, faşizmin üzerini örtmek için vardır. Parlamento, günümüzde faşizmin üstünü örtmeye yetmediği için 1960’lardan beri yerel yönetimler ve yerel yönetim seçimleri ile aynı şey yapılmak isteniyor. Osmanlı-Türk egemen sınıflarının “seçim silahı”nı keşfetmeleri yeni değil. 1840’lı yıllarda II. Mahmut ile başlar, 1930’lu yıllara uzanır ve Mustafa Kemal ile devam eder. Belediye kanunları da bu zaman aralığında söz konusu olur. Şimdilik ayrıntısına girmiyorum.
Yerel imkanların, kent hakkının abartıldığını düşünebiliriz. Günümüz demokrasileri içindeki bu haklar, eşitlikçi ve özgürlükçü ruh, düşünür veya filozofların icadı değil elbette, komünal toplumlardan, klan demokrasilerinden mirastır bunlar. Bu eşitlikçi unsurların yeni kaynakları ise sınıf mücadelesidir. Marx, Lenin ve Mao gibi düşünürler “yeni” diyeceğimiz bir içerikle demokrasi teorisi yaptılar. Paris – belediye- komünü ve Sovyetlerin gerçek anlamda demokrasi olduğu söylendi. Proletarya demokrasisi, halk demokrasisi, yeni demokrasiler…
Kentlerin Önem Kazanması
Üretim biçimleri değiştikçe kentlerin doğası ve özellikleri de değişmektedir. Köleci üretim biçimi ile kapitalist üretim biçiminin doğa ile ilişkisi aynı değildir. Kentin günümüzdeki anlamını üç paragrafta şu şekilde özetlemek olasıdır.
1- Kapitalizm ile birlikte kent bürokrasisi de oluştu. Yalnızca seçilenler değil, olup biteni düşünen, yazan ve analiz eden akademisyenler de sisteme dahil oldu ve modern dünya toplumu daha da genişledi. Emekçilerin beslemesi gereken kişi, grup ve tabakalar daha da çoğaldı.
2- Eskiden kent yalnızca oturmak içindi. Dinlenmek ve yeniden üretime katılmak içindi. Kentte ikamet etmek, dinlenmek, komşularla birlikte olmak, gezmek söz konusu idi. Çalışma özellikle tarım toplumlarında kent dışında yapılırdı. Kent, üretim alanı ve rant yeri değildi. Modernizm ile birlikte kentin tarladan (üretim alanından) farkı kalmadı. Tarlanın, toprağın nasıl ki ağası var idiyse artık kentin de ağası, beyi bulunuyor. Üstelik bunları kentliler gönüllü bir şekilde seçiyor. Görünüşte zor yok, baskı yok, zulüm yok! Yalnızca “demokratik zor” ve “hukuki zor”dan söz edilebilir.
3- Kentlerin bilgi nesnesi olması, yani epistemolojiye konu teşkil etmesi de yenidir. Kent nedir? sorusu, merkezi bir sorudur. Belediyecilik, kent hakkı ve kent yönetimi gibi terimleri analiz eden çok sayıda uzman türemiştir. En kibar ifadeyle kent, bu türden uzmanların ekmek kapısı halini almıştır. Dolayısıyla feminizmin toplumsal cinsiyet terimine benzeterek doğal kentten değil “toplumsal kentten” söz etmek gerekiyor. Kentlerin en geniş anlamda ranta ve sermayeye açılmış olmasından dolayı, kentin yağmacıları olarak bilinen bürokratları saymazsak diziler halinde filozof, düşün ve sanat insanının da yağma sistemine eklenlendiğini tespit etmek güç değil.
Yerel Yönetim Hareketleri
Yerel yönetimcilik ya da yerel yönetim hareketleri, doğrudan Marksist ve komünist hareketler değildir. Daha çok ütopik sosyalist, sol liberal, kooperatifçilik, anarşizm ve sivil toplumculuk hareketleridir.
Kentlerin gelişmesi, yerel yönetimlere olan ilgiyi artırırken “kentsel sosyal hareketler” de ortaya çıkar. Sınıf hareketinden farklılık gösteren bu hareketlere Dünya Sosyal Formu, bizde Haziran ayaklanması örnek verilebilir. Yeni toplumsal (kent) hareketlerin sınıf mücadelesine alternatif olarak sunulması, Marksizm dışı bir görüştür. Kentsel sosyal hareketler, sınıf mücadelesinin alternatifi değil, onun bir uzanımı olabilir. Zira sınıfsal talepler, kentsel hakları/talepleri kapsar, tersi doğru değil.
Yerel yönetim hareketi, burjuva – feodal devlet düzeninin temellerini sarsacak, onu zayıflatacak bir devrimci aygıta dönüşebilirse bir işlevi olacaktır. Aksi halde mevcut sistemin bir parçası olmaktan kurtulamaz. Yerel yönetim hareketleri, halkın gücünü, organizasyonunu etkin kılarken yapıcı rol oynamasına rağmen uzun zadede sistemin merkezi yapısına karşı “yapıcı” ve “uzlaşmacı” bir konumda bulunur. Yine de yerel yönetim hareketi, Marksizm açısından statik değil dinamik bir harekettir. Proletarya sınıfı, burjuva, feodal koşullarda yerel yönetimleri merkezi yönetimi kuşatmak üzere mobilize ederken iktidara geldiğinde bütün iktidar yerellere ya da Sovyetlere devredilir.
Yerel Yönetimler ve Yabancılaşma
Emek ve emekçiler iktidar olmadıkça, üretenler yönetmedikçe, söz, yetki ve karar halkın değilse, komünist bir dünya inşa edilmedikçe kapitalizm ve dolayısıyla da yabancılaşma son bulmaz. Genel olarak halk ve ezilenler özel olarak da proletarya dünya sisteminin ve iktidarın bir boyutu ile ilgilendiği müddetçe, sadece sistemin bir parçası, uzantısı hatta hizmetçisi olur. İradesi dışında yabancılaşmaya katkı sunar. Yalnızca yerellerde değil kapitalizm ve feodalizm koşullarında seçilen her kurum yabancılaşmayı artırır.
Seçilen her kişi hatta kurum, özne haline gelir. Hepsi birikmiş emeğin farklı bir versiyonu olarak vardır ve sermayenin ihtiyacı içindir. Kurumlar ve insan ilişkileri özne halini alırsa insan nesne haline dönüşür ve şeyleşir. Kişi ve kitleler, bakana, başbakana veya belediye başkanına ve kurumlara tapar. Seküler kesimde İmamoğlu muhafazakarlar için de Erdoğan örnek olarak gösterilebilir.
Seçilenler, inşa edilen kurumlar ve birimler, kilise, cami, ulu önder ve peygamberlik gibi makamlar haline gelir. Halk bunların altında ve gölgesinde kendini silik hisseder. Özne ve nesne adeta yer değiştirmiştir. Binalara, kurumlara korkarak, ürpererek bakılır, içine girerken yücelik hissine kapılırsınız. Seçtiğiniz kişiyle görüşmek için kırk takla atmanız gerekir. Araya “sözü geçen” adamlar koymak zorunda kalırsınız.
Seçtiği bakan ile milletvekili veya şehir / büyükşehir belediye başkanı ile kolay görüşebilen kaç kişi vardır? Bu durum, basit bir şekilde, başkanın yoğunluğu veya kötü niyetiyle açıklanmaz. Sorunun sistematik bir karakteri vardır. Seçim, seçilen kişiler ve kurumlar bir bütün olarak sermaye ilişkilerinin bir yansıması biçiminde ortaya çıkarlar. Sınıflı toplum koşullarında, komünal toplumlardan farklı olarak seçimler ve seçilenler sistemi yeniden üretmek için vardır. Üretim ilişkileri, komünal toplumdan kapitalist topluma doğru ilerledikçe, kapitalizm geliştikçe seçimlere ve yerel yönetimlere olan ilgi artar. Yereli ikincil planda bir kaynak ve destek olarak gören sermayenin kendisi, her zaman merkezdedir.
Politik ve Felsefi Sonuçlar
Modern devletin merkez ve taşra teşkilatlarının varlığı da tesadüfi değildir. Sermaye sistemi, merkez – taşra, merkez – yerel ve daha onlarca tüzel kurumlara ayrılır. Böylesi ayrımlar ve işbölümleri, sanayi toplumunun hakim hale gelmesiyle ilgilidir. Tüm analitik felsefeler de buradan kaynaklanır. Sanayinin ve sermayenin sektörel bir özellik göstermesi, düşüncenin de (zihnin) parçalanmasını getirir. Bu parçalanma kendisini en anlaşılır şekilde Kant felsefesinde gösteriyor. Zira zihinde, önce zaman ve mekana yer açılıyor. Sonra Aristoteles’te de olduğu gibi kategorik ayrımlar gelir. Kant’a göre zihne gelen veriler zihindeki kategoriler marifetiyle bilgiye dönüşüyor.
Asıl parçalılık ise sermayenin ilkel birikim sürecinin oluşmasıyla başlar. Bacon ve Descartes’ın analitik felsefesi, Kant’ı önceler. Yerelliğin gelişimi, yeni il ve ilçeler, büyük şehirlerin artışı kapitalizmin genişlemesi anlamına gelir. Postmodern filozofların yeni kavramlarıyla genişleyen felsefe, kapitalizmin dünya düzeyinde büyümesi, gelişmesi ve yaygın hale gelmesine paraleldir. Yeni güvenlik kurumları ve yeni güvenlik politikaları, asker, polis, yeni savaş ve savunma stratejilerindeki “zenginlikler” de gelişen kapitalizme tekabül eder.
Yargı, yürütme ve yasamanın ayrılması, iş bölümünün artması ile bağlantılı olduğu gibi yerel – genel irade ayrımıyla da bağlantılıdır. Bu ayrımlar iktisadi durumlardaki ayrımlara, ve üretim ilişkilerinin niteliğine ve düzeyine tekabül eder: Merkantilizm, fizyokrasi, klasik iktisat, Marksizm vs. Diyeceğim şu ki, yine bir seçim sürecine girdik, emekçiler ve ezilenler adına seçilecek olanları saymazsak yerel seçimler binlerce bürokratik asalak daha üretecek… Bunları kim besleyecek?
Yerel Yönetimler ve Ütopik Sosyalizm
Yerel yönetimlerin imkanlarını sosyalizm zannetmek, ütopik sosyalistlerin görüşlerini anımsatıyor. C. Fourier, R. Owen ve S. Simon “yerelde” okullar, fabrikalar, kreşler, kooperatifler kurarak toplumsal özgürlük ve eşitlik kurulacağını düşündüler. Biliyoruz ki bunlar doğru olsaydı Marx, Lenin, Mao gibi isimlere de Marksizme de, sınıf mücadelesine de lüzum kalmazdı.
Ütopik sosyalizm ve kapitalizmin gelişmesi bağlamında kısaca çok övülen İngiltere belediyeciliği anılabilir. Glasgow ve Birmingham’da kurulan belediyeler, yani belediye sosyalizmileri, sonuçta kooperatifçiliği ve fabiancı sosyalizmi, devletçiliği, kamuculuğu geliştirdi. Dolayısıyla eğer “belediye sosyalizmi” sosyalist olsaydı 19. yüzyılda kurulduğu yerlerde, örneğin Fransa, Almanya, İtalya, İngiltere, Belçika, Hollanda gibi ülkelerde işçi sınıfı iktidara gelirdi. Sonuçta böyle olmadı, tersine İngiltere başta olmak üzere kurulduğu yerlerde kapitalizmi daha da geliştirme dışında bir işlevi olmamıştır.
Belediye sosyalizminin ana yurdu neden İngiltere?: Kapitalizm, sanayi, burjuvazi ve proletarya burada ilkin ortaya çıkıyor. Empirist epistemoloji, Hobbes, Locke, Hume, Smith, Ricardo… Bunlar da doğal olarak İngiltere’den çıkıyor. Bu türden belediyeciliklerin şişirilme nedeni Paris belediyeciliğinin (Paris Komünü) üstünü örtmek içindir.
Yereldeki demokratik uygulamalarla toplumsal sorunların çözüleceğine inanmak ile Marksizme lüzum yoktur demek aynı anlama geliyor.
Yerel yönetimlerin alınması, merkezi yönetimin alınması, bunun için sınıf mücadelesine katkı yapması, onu ilerletmesi gibi bir işlev görüyorsa değerlidir. Yerel yönetimlerin önemi, sınıf mücadelesini etkin kıldığı, sistemde yıkımlar yarattığı oranda açığa çıkar, daha fazlası değil. Oysa yerel yönetimlerin sistemin ihtiyaçlarına uygun olarak yapılması, çoğu zaman kapitalizmi güçlendirmek, onun sınırlarını genişletmek ve dolayısıyla sisteme kan ve can vermekten başka bir işe yaramaz. 1980 arifesinde İstanbul’daki (Ankara, İzmir de var) Ahmet İsvan ve Aytekin Kotil’in sosyal demokrat belediyeciliğine de buradan bakmak gerekiyor. Hatta aktüel örnekler olarak Ovacık ve Fındıklı gibi “halkçı belediyecilik” örneklerini de anmak gerekiyor. Bunların sınıf mücadelesine ve ezilenlerin taleplerine katkısı nasıl olmuştur?
Şimdi bir kavramlaştırma yaparsak iyi olur. Yerel yönetimlere bakışı üçe ayırabiliriz. Bir, belediye sosyalizmini savunanlar. Bunları liberal demokrat olarak anmak gerekiyor. Büyük ve modern sermayeye dayalıdır (Liberal partiler). İki, belediyecilik karşıtı hareketler. Bunlar muhafazakar ve romantik akımlardır. Küçük üretim, toprak sahipleri, hisse senedi sahipleri, bir kısım imalat sanayisi vs. bu çizgidedir (Muhafazakar partiler). Üçüncü görüş ise her ikisine de mesafeli yaklaşan Marksizmdir. Emekçi sınıflar ve özellikle proletaryanın çıkarını gözetir (Komünist partileri). Ülkemiz tarihinde kısmen de olsa Fatsa deneyimi buna örnek verilebilir.
Engels, Lenin ve Yerel Yönetimler
Engels, Fabiancıları sosyalistleri, belediye sosyalizmini savundukları için eleştirir. Çünkü Fabiancılar, özel mülkiyeti halka, ulusa vermek yerine belediyeye verir. Engels, belediye sosyalistlerini devrimden korkmakla suçlar. Engels’e göre bunun adı burjuva liberalizmidir. Eklemek gerekir ki, tarihte hiç bir topluma seçimler yoluyla demokrasi gelmemiştir. Eğer öyle olsaydı eski çağlarda Atina’ya, yeni çağlarda İngiltere’ye, Fransa’ya, 70 yıldır seçim yapılan Türkiye gibi toplumlarda demokrasi söz konusu olurdu.
Lenin de 1905-7 arası munisipilazation (belediyecilik) başlıklı yazısında belediye sosyalizmini eleştiriyor. Çünkü bu anlayış, Lenin’e göre merkezi yönetimde değil yerel yönetimde iktidar olmak istiyor. Sınıf mücadelesinin sınırlarını daraltıyor. Ve bu mücadelenin şiddetini de düşürüp köreltmeyi hedefliyor. Lenin’e bakılırsa yerel demokrasi ve yerel iktidar hiç bir zaman bağımsız olmayacak, merkezi iktidarın etkisi ve baskısı altında olacaktır. Veto kelimesini kullanan Lenin haklıdır. Sermayenin aleyhine pozisyon yaratan yerel yönetimler veto yer. Örnek de Kürt belediyeleri olarak bilinen yerel yönetimlerdir.
Kürt hareketi, yerel ile birlikte merkezi yönetime talip olduğu ve bunun için şiddet araçlarına başvurduğu için Türk egemen sınıflarının yerel yönetimler konusundaki hızını ve iştahını kesiyor. Kürt hareketinin dışındaki reformist, yasal sol kesimlerin ise yerel yönetimler noktasında sermayenin sorunlarına yeterince destek olamadığı anlaşılıyor. Bu yüzden de burjuvazinin bir ikilemde ve çıkmazda olduğunu varsaymak mümkündür.