Yazıya başlık yaptığım cümle, sanatçı/müzisyen dostum/arkadaşım sevgili Ferhat Tunç’un yeni albümündeki, yine kendisinin yazdığı Güneş Yeniden Doğacak adlı şiirinden alınmış bir dizedir. Albüm geçen hafta elime ulaşınca merakla birkaç kez dinleme imkanı da yaratmış oldum. Tunç’un eserini daha ilk dinleyişimde müzik yeteneği ve kapasitedeki yükselişi fark etmedim desem yanlış olur. Dolayısıyla bu yazıda sanatçının yeni eseri olan “Memleketçe” (Royal Müzik, 2022, İstanbul) adlı albüme ilişkin kanaatlerimi paylaşmak niyetindeyim. Albümdeki eserler genel olarak bana biraz karmaşık gelse de sanatçının sesindeki eski sıcaklığın duygusunu hissettikçe eserlerle aramdaki mesafenin de giderek kapandığı hissine kapılmadan edemedim.
Birkaç yıl evvel Tunç’un sanat, müzik ve politik pozisyonuna ilişkin kapsamlı bir değerlendirme yapmıştım. Şimdiki çalışmayı da ekleyerek düşündüğümde ilk aklıma gelen, sanatçının yerel değerlere ve müzik estetiğinin yalın ilkelerine karşı kuşkular içinde olduğudur. Bunun nedeni belki, eskiden beri Almanya, Türkiye ve Kürdistan kültürünün ortak ürünü olarak var olmasından kaynaklanıyor. Eserlerindeki “türkü formu”nu aşma isteği en çok da bu çalışmasında baskın hale gelmiş gibi. Neredeyse okumasında da Batı tarzı ve armonisi egemen hale gelirken, çalgılar bakımından da halk sazları yerine Batı sazlarının belirleyiciliği görülüyor. Sıklıkla keman sesleriyle kulaklarımız dolarken onu akustik ve elektro gitar sesleri izliyor. Bunların bağlama, zurna, davul ve elbette ki bateri sesleriyle dengelendiğini tespit etmek zor olmuyor.
Opera ve Rock Teknikleri
Tunç, yeni eserinin adını “Memleketçe” olarak düşünmüş/belirlemiş. Ahmet Can Akyol’un bir şiiridir. Daha önceki eserlerde de şairin şiirlerini görmüştük. Sanatçı, “Memleketçe” adlı bu albümünde Akyol yanında Selahattin Demirtaş, D. Munzuroğlu, H. Işık, H. Kerimoğlu, Aram Tigran ve H. Aşkın gibi kişilerin sözlerini bestelemiş görünüyor. Kendi yazdığı iki eser daha var ki, bana oldukça yakın gelen iki parça olduğunun altını çizmek isterim. “Güneş Yeniden Doğacak” adlı eserdeki melodik yapı, anladığım kadarıyla elektro gitarla başladığı için isabetli olmuş.
Halk şiiri formunda yazılmış eserin Tunç’u yansıtan ender parçalardan birisi olduğu söylenebilir. İki dizesini anmakla yetiniyorum: “Demirin tavındayız işte / Direnmektir bize kalan.” Bu dizelerden de bir kez daha görüldüğü gibi onun müziğinde bir direniş teması, her zaman kendisine temel bir zemin bulmuştur. Militan edebiyattan söz ettiğimiz gibi Tunç’un eserine (eserlerine) bakarak bir militan sanat ve “militan müzik”ten de söz edebiliriz. Bunu aynı zamanda son süreçteki sürgünlüğün sesi olarak da yorumlayabiliriz.
“Hasankeyf” de, yine sanatçının yazıp bestelediği bir türkü olmuş. Burada da değişik teknikler uygulandığı anlaşılıyor. Şana eşlik eden farklı enstümanlardan gelen karşıt melodileri duyuyoruz. Bildiğim kadarıyla aynı ton içinde farklı seslerden yararlanmak deniliyor buna. Daha da önemlisi opera ağzıyla bir kadın sesi de (Pervin Chakar) değişik bölümlerini okuyor eserin. Ruhi Su’nun eserlerini ve tarzını anımsatıyor denilebilir. Bu iki esere yoğunlaşırken şunu belirtmek isterim ki Tunç, kendi yazdığı eserlerde müzikal başarıyı ve estetiği daha güçlü bir şekilde dışavurmaktadır. Bu tezi, eski çalışmaları için de, biraz ihtiyatlı olmak kaydıyla söylersem, umarın yanlış yapmış olmam.
Tiz ve Bas Sesler Birlikte
Albümün adının “Memleketçe” olarak düşünülmesi de manidardır. Tunç’un son süreçteki politik sürgünlük pozisyonuna uygun bir içeriği yansıtıyor. Eser sözlerinin ilk kısmını buraya alıntılamak istiyorum:
Günlerim geçmiyor yurdumu özledikçe
Yüreğim acıyor efkarım büyüdükçe
Huzur nedir bilmedim sevdadır sebebim
Hayalin seyrinde gülüşüm kelepçe
“Memleketçe” adlı eserin bağlamayla başladığını saksafonla devam ettiğini ayırt edebiliyoruz. Eserde bas ve tiz veya dik diyebileceğimiz bir söyleyişi saptıyoruz ki, bana biraz zorlama gibi geldi. Tunç’un tarzını, üslubunu ve ekolünü tanıyanlarda nasıl bir izlenim bıraktığını merak etsem de, eski tarzın kısmen de olsa terk edildiği veya edilmek istendiği gibi bir his oluştu bende. Eserin genelini de düşünerek şu soruyu buraya ekleyeyim: Konserlerde bu eserlere yeterli ilgi olacak mıdır, sanatçımız konserlerinde eski tarz eserleri ne oranda sunacaktır?
Eski-yeni geriliminde, yeni için şunu da eklemek gerekiyor ki, eserlerin tümünde rock olarak ifade edebileceğim bir tarz kendini hissettiriyor. Dolayısıyla “türkü formu” büyük oranda kırılmış da oluyor. Albümün geneline ve özel olarak da Memleketçe’ye bakıldığında bir yurt özlemine vurgu yapıldığı, hemen anlaşılıyor. Bu vurguya Tunç’un sunuş yazısındaki şu ifadeleri de eklemek isabetli olur: “Memleketin içinden çıkarıldığım puslu zamanlarda ‘içimdeki memleket’, pusulam oldu hep.”
Ferhat Tunç ve Yenilik Arayışı
Albümü dikkatle dinlediğimizde sanatçının eskiden olduğu gibi yenilik arayışına devam ettiğini saptamak zor olmuyor. Üstelik şimdiki eserde bu yenilik arzusu çok daha belirgin olmuş gibi geliyor bana. Tunç’un siyasal serüvenindeki değişiklikle ne denli bağlantısı vardır bunun, üzerinde düşünmek gerekir. Aynı argümanı önceki değerlendirmemde de belirtmiştim. Her sanatçının bir yurdu vardır denilir. Yukarıda da söylediğim gibi Tunç’un yurdu geniştir. Bu durumun müziğe yansımamış olduğunu düşünemeyiz.
Sanat felsefesi ve estetik açıdan önemli bir soru da şudur: Her yeni olan estetik midir? “Memleketçe” adlı bu albümdeki yeniliği sanırım sanatçının izleyicileri ve takipçileri de fark etmiştir: Biçim öne çıkmış, içerik ve toplumsal işlev geri plana düşmüş. “Dersim” isimli bir şiirin de, albüm de yer alması, belki de estetik kaygı ile birlikte toplumsal işlev ile de alakalıdır.
Albümü sırayla izleyen birisi “Çıt çıkmasın diyecekler” adlı türküye geldiğinde birden trompetler eşliğinde ritmik bir esere geçildiğini hemen fark edecektir. Ana usul formunda bestelenmiş eserin yazarı Selahattin Demirtaş’tır. Demirtaş’ın kendisini belli etmesi doğaldır. Demirtaş’ın zindandan seslenen dizelerini Tunç’un dokunan sesinden soluma anıdır burası: Demir ile tuncun armonisinin sentezidir! Şiir ve müzik bilgisine sahip olan Demirtaş’ın kendisini belli etmesi doğaldır. Çünkü ben, mutlaklaştırmadan söylüyorum, müzik bilenlerin şiirlerinde, oldum olası bir seviye gözlemlemişimdir. Bu durum Tunç ve Demirtaş için de ziyadesiyle geçerlidir.
Hatta şuna da inanıyorum: Tunç’un, bestelediği eserler içinde sözünü kendisinin yazdığı eserler/türküler, bir çıta daha yukarıda bulunmaktadır. Burada “türkü” ifadesini kullanmış olsam da doğru bir adlandırma olduğundan emin değilim. Gerçi popüler kültürde türkü, şarkı vs. deyip geçiyoruz. Oysa entelektüel bir değerlendirmede buna özen gösterilmesi gerekir. Dolayısıyla işin teknik kısmını müzisyenlere ve müzik eleştirmenlerine bırakıyorum.
Aklın ve Duygunun Müziği
Benzer Kürt müzisyenler gibi Tunç da dil ve coğrafya avantajına sahip birisi. Bu avantaj bir zenginlik olarak sosyal dünyasına, politik tutumuna ve elbette ki sanat ve müziğine de etki etmektedir. Söz unsuru açısından düşündüğümüzde Türkçe yanında Zazaca ve Kürtçe de söylemesi bu zenginliğine gönderme yapar. Almanca bildiğini de varsayıyorum. Ritim ve melodik yapı ve kalıplarda Kürtçe ağzı diyebileceğimiz özellikler ve ritim olarak Arap müziğine dair bazı uygulamaları da bu zenginliğe eklemek gerekiyor. Mesela Aram Tigran’ın eseri ilginç olabilir. Hem Arap ağzı/havası var eser de, hem de Ferhat Tunç var. Burada dinleyici tamamen Ferhat Tunç dinlemek istiyor olabilir. Bu nedenle bana kalırsa, eserdeki bir kaç parça açısından söylüyorum, müziksel altyapı Ferhat Tunç’u bastırmış gibi.
Tunç’un özellikli, gevrek ve duygulu bir sese sahip olduğunu düşündüğümüzde, sanatçının bunu kısmen de olsa bizden esirgediği gibi bir sonuç ortaya çıkıyor. Daha iddialı bir yargıda bulunmak isterim: Tunç, bu albümü, bana kalırsa duyguyla değil de akıl ile okumuş gibi. Bu yüzden de benim gibi meslek dışı kesimlerden, örneğin felsefecilerden veya yalnızca dinleyici olanlardan değil ama müzik uzmanlarından ilgi görecektir diye düşünüyorum. Çünkü eser altyapısına ve sanatçının okumaya getirdiği biçimsel yeniliğe birlikte bakıldığında kendini gösteren bir düzeye yükseldiği fark edilebiliyor.
Yine de ben sazıyla, sözüyle, doğal sesiyle, elbette ki orkestrasıyla birlikte tek başına ve bir bütün olarak Ferhat Tunç dinlemek isterdim. Albüm kapağındaki künyeye bakıldığında da kolektif bir uğraş içinde olunduğu, dolayısıyla çok sayıda kişi ile birlikte çalışıldığı anlaşılıyor. Mesela Osman İşmen adı var ki, tanımasam da sıklıkla adını duyduğum birisidir.
Keman, Çan ve Zil Sesleri
Albümde Batı müziği etkileri saptamak da zor olmuyor dedim yukarıda. Tunç’un eskiden beri Avrupa’yla bağı olduğu için böyle bir etki doğaldır. Bu yüzden de eser, Avrupa’daki Türkiyelilerin ilgisini daha çok çekecektir diye düşünebiliriz. Böyle diyorum ama albümü dinlerken birden “Teberiko” gibi bir parçaya geçiliyor ve yeniden yurda/memlekete dönüyorsunuz sanki. 4/4’lük ya da 2/4’lük ana usul olarak düşünüldüğü anlaşılan eserde, zurnanın, bağlamanın ve davulun sesini farketmeniz zor olmuyor. Bateriden gelen seslerle hareketli bir atmosfer oluşuyor. “İtiraz et” adlı eser de güzel düşünülmüş bir parça olarak not edilmelidir. Sözüm yanlış anlaşılmazsa Ahmet Kaya’nın “Başım belada” adında bir eseri vardı, bana biraz onu anımsattı, diyeceğim.
“Göçer oldum” adlı eserde de yine senfonik bir biçim kendini gösteriyor. Özellikle giriş kısmı, sanırım dinleyen herkesin ilgisini çekmiştir/çekecektir. Üçlü bir gidişat var: Keman, çan ve zil. Üçlüyü yeniden keman izliyor ve Tunç’un bas ve tiz olmayan (bariton) sesini dinlemeye başlıyoruz. Giderek Tunç’un sesini cümbüşün sesi dengeliyor diyebiliriz. Royal’ım adlı eserdeki özgünlüğü de fark etmek zor olmuyor. Zazaca ve Kürtçe bilmediğim için eserin sözlerinden değil içeriğinden, bestesinden, melodik yapısından ve Tunç’un yorumundan söz ediyorum sadece. Çevirisine bakılırsa güzel bir aşk şarkısına benziyor. Bağlamanın egemen olduğu bir çalışma olmuş ve nispeten uzundur. Nakarat kısmının tekrarı, uzunlukta etkili olmuş olabilir. Bu kısımlarda, arka planda yer alan ikinci bir sesi duyma imkanı da oluyor.
Melodilerle İtiraz Edip Haykırmak
“Memleketçe” adlı elimizdeki albüm; müzik tekniği, düzeyi ve kapasitesi olarak önceki eserlere oranla daha yüksek bir eserdir. Fakat önceki eserler kadar dinleyiciyi çekebilir mi, bilemiyorum. Örneğin bundan önceki, düzenlenip derlenerek yayınlanan “Marşlar ve Ağıtlar” kadar izleyiciye hitap edip dokunur mu, sorunun yanıtını önümüzdeki günlere bırakmak lazım gelir. Eserde esasen bir memleket teması belirgin olmakla birlikte, müziğin evrensellik ilkesinden olsa gerek Türkiye, Avrupa ve Kürdistan ruhundan söz edebiliriz.
Önceki makalemde de belirttiğim gibi Ferhat Tunç deyince özel ve özgün bir sanat ve müzik insanını konu ediyoruz. Bu türden sanatçılar için estetik faaliyet, boş zaman işi olmadığı gibi yalnızca rahat koşullarda var olan veya geçim sorunu etkinliği de değildir. Sanatçının en önemli özelliği, her koşulda kendisini estetik üretimin içinde bulmasıdır. Şimdi de Tunç’u, sürgün koşullarına rağmen sömürü ve zulüm düzenine karşı estetik araçları kullanarak, “İtiraz et” parçasına da yansıdığı gibi, direnç gösteren bir tavrın insanı olarak görüyoruz.
Ülkenin ve dünyanın düzenine melodilerle “itiraz etmek” de diyebiliriz buna. Bitirirken sanatçının sunuş yazısındaki şu ifadeleri anmak isterim: “Kadim yalnızlığımızın en tenha sokaklarına yoldaş olmaya geldim.” Netice itibariyle Tunç’un yeni eserinde, son üç dört yıldır toplumun görece gerileyen moral değerlerini yükselten bir sese ve içli bir ezgiye dokunuyoruz. Buna paralel olarak da eserde memleketçe bestelenmiş ve yoldaşça söylenmiş/yorumlanmış bir haykırışı duyumsuyoruz. Velhasıl, Tunç’un dediği gibi kral çıplak, her şey sermayenin yalanından ibaret. Bir tek gerçek var sanat, müzik ve bunlara temel teşkil eden yaşamın kendisi.