Türk egemen sınıfları, 6 Mayıs 1972’de büyük bir katliam daha gerçekleştirdiler. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan adlı üç halk kahramanı, genç yaşlarında darağacına gönderildiler. Bu katliam emperyalizmin, ülkemizde kurdurduğu faşist devletin ne ilk ne de son katliamıydı. Üstelik devlet, işi kılıfına uydurmuş, gerekli hukuk ilkeleriyle meşru hale getirmiş ve Demirel hükümetinin üzerine yıkmıştı. Oysa idamlar, önceki katliamlar gibi Türk büyük burjuvazisi, toprak ağaları ve devletin onayıyla işlenmiştir. Her kurum gibi hukuk kurumunun da sınıfsal olduğuna kuşku yoktur. Tarafsızlık söylemi koca bir yalandan ve kitleleri kandırmak için imal edilmiş bir retorikten başka bir şey değildir. Bu yazıda, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anarken idam uygulaması bağlamında hukukun ne olduğunu, sınıflı toplumda ve kapitalizm koşullarında nasıl bir işlev gördüğünü, Marx’ın optiğinde ölüm cezasının nasıl görüldüğüne ilişkin birkaç noktaya işaret etmek istiyorum.
Hukuk felsefesi açısından insanlara ceza verilmesi, bu cezaların ağır ve aşırı oluşunun nedenleri, en önemlisi de idam cezası verilmesi ve bunun en vahşi yöntemlerle infaz edilmesinin gerekçeleri son derece hem aktüel hem de teorik bir sorundur. Dünyanın birçok ülkesinde halen uygulanmakta olan sorunun ele alınması yeni değildir. Kaldı ki modern zamanların büyükçe bir döneminde giyotinlerin çalıştığı koşullarda, çok yüceltilen Fransız devrimcileri tarafından, İngiltere ve ABD gibi sözümona özgürlükler ülkesinde, demokrasinin beşiği denilen Yunan-Roma kültür geleneğinde ve hukuk sistemlerinde de idam cezası uygulanmıştır. Halen de birçok ülkede sürmektedir. Bazı toplumlarda da idamı aratmayacak uygulamalar söz konusudur. Kanunlara dayanarak bir suçluya verilen ölüm cezasının infazına idam denilmektedir. İdam uygulamasının işkence olgusuyla yakından ilişkili olduğu da apaçıktır. Kaldı ki, idam eskiden beri -hukuka uygun olarak- farklı işkence yollarıyla suçluların öldürülmesi anlamına geliyor.

İdam Cezası Ceza Hukukundan Çıkıyor!
Şöyle bir genelleme yapılabilir: Günümüzde Birleşmiş Milletler tarafından tanınan yaklaşık 210 devlet bulunuyor. Bunların yüzde altmışa yakını idamı, ceza yasalarından tamamen çıkartmıştır. Yüzde yirmi beşi ise idamı savunmakta ve uygulamaktadır. Yüzde onluk bir kesim ise ceza yasasında bulundurmakla birlikte fiilen uygulamıyor. Devletlerin yaklaşık yüzde beşi de istisnai durumlarda idama başvuruyor. Yani “idam cezası” giderek bir ceza olmaktan çıkıyor ve belki de önümüzdeki on yıllar içinde tarihe karışacaktır. Ülkemizde de 2004’ten itibaren idamın kaldırıldığı düşünülürse Denizler, şimdiki yasalara göre katledilmemiş olacaklardı diyebiliriz. İdam cezasının, burjuva hukukundan ve yasalardan çıkarılmasında sınıf mücadelesinin belirleyiciliği söz konusudur. Bir çok tarihsel, evrensel ve yerel örnek yanında Türkiye ve Kürdistan özelinde Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve Mazlum Doğan şahsında temsilini bulan mücadeleyi anmakla yetiniyorum.
Günümüzde idamın en vahşi ve yoğun biçimde uygulandığı ülke, bir zamanlar “Mao’nun Komünist Çini” olarak bilinen şimdilerin ise emperyalist amaçlar peşinde koşan faşist devleti Çin’dir. Son birkaç yılda idam sayısının yıllık bin civarında olduğu düşünülüyor. Kendini araştırma ve sorgulamaya kapatmış bir sistem olduğu için kesin bilgilere/sayılara ulaşmak mümkün olmuyor. İdamın yoğunluğunu ise ülkedeki emek sömürüsünün çok yüksek olmasında aramak gerekiyor. Oysa birazdan detaylar da verileceği gibi idam uygulaması faşist devletleri yıkımdan kurtarmamıştır. Tarihin kendisi buna örnektir. İdam cezasının suçları engellediği tezini yalnız tarihsel materyalist araştırmalar değil liberal teorisyenler de kabul etmektedirler. İdama ilk itirazların bir burjuva ideolojisi olan 18. yüzyıl Aydınlanmasıyla gelmiş olması manidardır.
Ölüm Cezası ve Marx’ın İtirazı
Ceza vermenin olduğu gibi idamın da, toplumu düzeltmede, eşitliği sağlamada bir işlevinin olmadığını tarihi tecrübeleri dikkate alan Marx, sorunu şu şekilde ifade etmektedir:
“Uygarlığı ile övünen bir toplumda ölüm cezasının haklılığına ve yerindeliğine dayanak oluşturabilecek bir ilke bulmak büsbütün olanaksız sayılamasa bile, epey güç olacaktır. Ceza genellikle yola getirme ya da yıldırma aracı olarak haklı gösterilmiştir. İyi güzel ama başkalarını yola getirmek ya da yıldırmak için beni ne hakla cezalandırırsınız? Kaldı ki gözümüzün önünde Kabil’den beri dünyanın cezayla hiç de yola gelmediğini ve yılmadığını en açık kanıtlarla gösteren bir tarih, bir istatistik de vardır. Dünyanın cezayla hiç de yola gelmediği ve yılmadığı apaçık ortadadır.” (Marx, Devlet ve Hukuk, Ayrıntı Yayınları, S. 158).

Marx’ın, idamı reddetme gerekçelerinden birisi, burjuva ceza felsefesinin, kişiyi idam ederken başkalarına gözdağı vermeyi amaç saymasıdır. Yani Denizler, başkaları da devlete başkaldırmasın diye idam edilmişlerdir. Oysa Denizlerin ardılları daha büyük bir kitleye dönüştüğüne göre idam pratiğinin ters bir etki yaptığı bile söylenebilir. Bu yüzden idam uygulamasına karşı mücadelenin tarihi aslında çok eskidir. İdam uygulamasının, ceza yasalarından çıkartılması mücadelesi kadim uygarlıklarda yürütülen mücadelenin bir devamı olarak var olmaktadır.
Yeniçağ’da da bu mücadeleler emekçiler tarafından sürdürülmüştür. Ne yazık ki birçok filozof, modern devlet ve yasa koyucular idamı savunmaktan geri kalmamıştır. Sokrates ve Kant gibi büyük filozoflar bile sırf “yasalara uymak gerekir” ilkesinden hareket ederek idam uygulamasına sahip çıkmışlardır. Sokrates böyle bir ceza kendisine verildiği halde bile yasaları savunmak adına ölüme gitmekten çekinmemiştir. İdam yalnız feodal ve burjuva hukukunda değil dinsel/teolojik, kilise hukukunda da savunulmuştur. Tanrı’nın verdiği canı Engizisyon mahkemeleri alırken burdaki tutarsızlığı da dikkate almamışlardır! Bu açıdan Marx’ın “Kabil’den beri” diyerek konuyu açıklamaya çalışması manidardır.
İmparatorluklar, Ulus Devletler ve İdam Cezası
Engizisyon mahkemelerindeki idamları şeriat mahkemeleri izlemiştir. İslam-Osmanlı hukukunda olsun Batı hukukunda, Kilise hukukunda olsun işkence, işkence ederek öldürme gibi uygulamalar vardı. Bugün de başta Çin, İran, Suudi Arabistan, Rusya, Mısır olmak üzere Avrupa ve Amerika da dahil olmak üzere dünyada idam ve işkence uygulamalarının devam ettiği bilinmektedir. Osmanlı’daki işkenceye gönderme yapan şu açıklama konu hakkında bilgi vermektedir: “Islahat Fermanı’nın işkenceyi yasaklayan maddesi çerçevesinde bu uygulama 1862’de yerini tevkifhaneye bırakmıştır.”

Demek ki idamlar yalnızca ulus-devletlerle var olmadı. İmparatorlukların sicili de ulus-devletlerin sicili kadar kirlidir. İdam uygulaması, ahlak ve vicdan perspektifinden bakıldığında insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak değerlendirilebilir. Hümanizmi de tekzip eden bir durumdur. Hapis cezasıyla kıyaslandığında zerrece bir mantıklı yanı da bulunmuyor. Hapis cezalarının bile “eğitici” ve topluma “yarar” bakımından hiç değerinde olduğu düşünülürse idam uygulamasının çok daha ilkel bir öç alma duygusuna dayandığını anlamak zor olmayacaktır. İdamın herhangi bir şekilde “ders” niteliği taşıdığı da asla ileri sürülemez. Çünkü insan yaşamına son veren, geri dönüşü olmayan bir uygulamadır.
Ölüm Cezası ve İdamın Reddi
Eski çağlarda olduğu gibi idama neden olan iddiaların bir süre sonra geçersiz hale gelmesi, adli yanlışlıkların yaşanması da az rastlanılan bir durum değildir. Bu yüzden toplumlar ve idam uygulayan kişi ve kesimler birçok defa özeleştiri vermek, iade-i itibarda bulunmak zorunda kalmıştır. Sokrates dahil olmak üzere bilim ve düşün alanındaki tüm idamlar bugün nefretle anılmakta, idam edilen birçok kişinin heykelleri dikilmektedir. Batı tarihinden Sokrates ve Bruno; bizim tarihimizde de Menderes ve Deniz Gezmiş isimleri aynı bahse iyi birer örnek oluşturmaktadır. İdamın, suçu önlemekle ilgisinin olmadığını savunan düşünürlerden birisi de Guizot’dur. Siyasi suçlarda ölüm cezasını irdelerken şunlar söylenmektedir:
“Eğer bir iktidar bir adamın öldürülmesi ihtiyacında ise, gerçekten böyle bir ihtiyaç varsa, o halde bu iktidar kötüdür. Siyasi suçlarda ölüm cezasında iktidarın aradığı şey, adalet değil yalnızca kendi emniyetidir. Fakat aradığını bulamaz, aramadığını bulur. İfrattan nefret ederim, çünkü ifrat yalandır. Bugün siyasi suçlarda ölüm cezasının tek müdafii kalmıştır; korku.”
İdamın suç işlemeyi önlemediği gibi hapis cezalarının da suçu önlemediği bugün biliniyor. Yukarıdaki alıntıda Marx da bu hususun altını çizmişti. Bu bilginin modern çağla birlikte doğduğu söylenemez. Kadim uygarlıklarda, bilhassa da Doğu’nun krallıklarında Babil, Asur, Çin, Hint ve Hitit hukukunda idam uygulamasından uzaklaşma eğilimi görülmektedir. İdamı ve daha birçok cezanın maddi değerlerle karşılanması yoluna gidilmiştir. İdam ve idamın reddi bugün de burjuva hukuk sistemi için önemli bir handikap olarak orta yerde durmaktadır.
Fıkralardaki Hukuk Felsefesi
Sınıf mücadelesi tarihi açısından bakıldığında diğer cezalar gibi idam cezasının da toplumsal ve insani bir yönünün bulunmadığını işkence ve benzeri yöntemlerin kullanılmasından da anlamak mümkündür. İdamın, insanı katletmeyi amaç olarak gördüğü ve ilkel bir öç alma duygusunun ürünü olduğu düşünülmelidir. Bunu bir anekdot pek güzel açıklamaktadır. Karadenizli Temel’e yerel bir mahkeme idam cezası vermiştir. Bir süre sonra karar yüksek mahkemeden döner ve Temel idam edilmekten kurtulur. Avukatı, kararı Temel’e iletmek için hapishaneye gelir ve Temel’e af edildiğini söyler. Temel ise duruma itiraz ederek idamın uygulanmasını ister, gerekçesi ilginçtir: Bu bana bir ders olsun!
Bu güzel Karadeniz fıkrasını şuraya bağlayayım: Toplumsal savunma ekolünün temsilcisi Gramatica, idamın reddedilmesini önerirken şunları yazmıştır: “Ölüm cezası –ötekilerden daha çok- insanı, yaşam gibi doğal haklardan yoksun kılarak onun en temel ve doğal haklarından birini yok etmektedir. Ne olursa olsun ‘cezanın’ hiçbir haklı yönü yoktur.”

Sosyalizm Koşullarında İdam Uygulamaları
Sosyalist ya da Sovyetik ülkelerdeki uygulamalar hapishane bağlamında tartışılması gereken örnekler sunmaktadır. Bazı sorunların bu ülkelerde de yaşandığına kuşku yoktur. Burjuva-feodal kalıntılar, bu ülkelerde kimi zamanlar inanılması güç sonuçlara da neden olmuştur. 1936-1939 yılları arasında Sovyetlerdeki yargılamalar insan merkezli olmamıştır. Bu bağlamda yaşananlara içten ve dıştan eleştirilerin yapıldığı bilinmektedir. Eleştirilerin haklı yanları bulunabilir. Her şeyden evvel suçların idam biçiminde infazı kabul edilemez. Bu uygulamalardan J. Stalin’in sorumlu tutulması gerekmiyor; zira idam cezasına SSCB Anayasası dayanak oluşturmaktadır.
V. Lenin’in de idam cezasını savunduğu bilinmektedir. Sürecin işleme biçimine bakılırsa Bolşevikler, muhalefetteyken idam cezasını sorun yapmış ve üzerine tartışmışlardır. Devrim öncesi tartışmalarda Lenin idam cezasına karşı çıkmış ve reddetmiştir. Ama Bolşevikler, iktidara geldiklerinde ve iç savaş başladığında aynı Lenin idam cezasını –ne yazık ki- savunmuş ve uygulamıştır. J. Stalin ve L. Troçki’nin bu süreçte idamlara karşı çıktıkları -haklı olarak- biliniyor. Yasalara yerleşen idam uygulaması ilerleyen yıllarda, onu savunanların da korkulu rüyası olmuş ve 1939’da sonuçlanan duruşmalarda tüm vahşetiyle uygulanmış ve kimi iddialara göre çoğunluğu parti kadrosu ve yöneticisi olan dört bine yakın insan idam edilmiştir. Kamanev, Zinovyev ve Buharin bunlardan sadece birkaçıdır. İdamın yanlışlığı bu tecrübelerden de anlaşılmıştır: Neticede idamlar da Sovyetik yönetimleri yıkılmaktan kurtaramadı!

İdam ve İşkence Kayıtsız Şartsız Yasaklanmalıdır
Çağımızın ulus devletleri, idam gibi işkenceyi de gündemlerinden çıkarma niyetinde değiller aslında. Çünkü bilhassa bizim gibi feodal yapılanmanın etkisinde olan toplumlarda, “uygar toplumun” koşullarında insana yabancılaşan geniş halk kitleleri, bu türden ilkel silahlara sempati duyabiliyor. Bu sempatiyi de egemen sınıflar sömürmek için fırsat kolluyor. Dolayısıyla idamın gayri insani olduğunun yanı sıra işkencenin de aynı planda ele alınması gerektiği açıktır. Buna hapishanelerin lüzumsuzluğunu da eklemek gerekiyor. Sosyalizmin yürürlükte olduğu koşullarda kayıtsız şartsız yasaklanması gereken bir muamele sayılmalıdır işkence. Yasalarca suç kapsamına alınmakla birlikte, işkenceye başvuranlara karşı felsefi-ideolojik mücadele yürütülmelidir. Sosyalizmin yürürlükte olmadığı koşullarda da ilke olarak sosyalistlerin idama karşı çıkmaları gerektiğini bilmem hatırlatmaya lüzum var mı?
Sosyalizm, ölüm cezasını, idam ve işkenceyi kayıtsız şartsız yasaklamalıdır. İşkence ve idam uygulayanlara, en ilkel suçları işleyen, en faşist ve sadist bireylere karşı bile olsa işkence ve idam uygulamasına başvurmamalıdır. Bunun yerine “suçlular”a karşı insanların değiştirilmesi ve dönüştürülmesi prensibinden hareket etmelidir. Eğitim, tartışma ve ikna seansları tipik “cezalandırma” biçimleri olmalıdır. Şiddet ve zor ise sınıf mücadelesinin sıcak ortamında geçerli olan bir ilkedir. Dolayısıyla idamın reddi, devrimde şiddetin gerekliliğini ortadan kaldırmaz.
Eski alışkanlıkları gereği, eşitlikçi düzenin insani uygulamalarını tahrip edenlere karşı ise eleştiri, kınama, etkisizleştirme, ev hapsi gibi uygulamalar olabilir. Dolayısıyla burjuvaziden kalma zihniyetleri gerileterek hızla reformlara ve daha da önemlisi devrimlere kapı aramalıdır. Kaldı ki yukarıda da işaret edildiği üzere, birtakım reformları çağımızda ve günümüzde burjuvazi zaten yapmaktadır. Proletarya, bu anlayışın gerisine düşerek “idam cezasını” savunamaz. Yukarıdaki alıntıda Marx’ın da işaret ettiği gibi suçu önleyip önlemediğine bakmaksızın idam cezasına karşı çıkmak gerekir. Yine Marx’ın aynı yerde yalnız ölüm cezasına değil her türden cezaya karşı çıktığını da tespit etmiş oluyoruz. Sorun hukuk sistemlerinin veya ceza kanunlarının değiştirilmesi/iyileştirilmesi değil, dünyanın değiştirilmesi olmalıdır.