Bir 1Mayıs’ı daha geride bıraktık. Meydanlar, emek-sermaye çatışmasının görünüşe çıktığı alanlara dönüştü. Sermaye kendi pozisyonunu, devlet kendi gücünü, polis kendi silah ve tekniğini bir kez daha gözden geçirme imkanı buldu.
İstanbul proletaryasının ve halkının eğilimine uygun olarak bir pazar sabahı, Maltepe’ye (İstanbul) doğru yürüdük. Katılım yüzbinleri buldu. Coşku ve devrimci dinamizm kısmen zayıftı ya da bana öyle göründü.
Miting sırasında birlikte yürüdüğümüz havaalanı emekçisi Ulaş ile barların ve konserlerin müzik emekçisi Mahmut’la birlikte günü anlamlı kılmaya çalıştık. Bu yazıda gözlemlerimi ve çıkardığım sonuçları, vardığım bazı yargıları özetleyerek paylaşmak istiyorum.
8 Mart ve 21 Mart’tan sonra sırayı 1 Mayıs aldı bu sene de. Bu seferki 1 Mayıs, pazar gününe denk geldi ve peşinden de şeker bayramı sıraya girdi bildiğiniz gibi. Bu durum, 1 Mayıs’ın niceliğine ve niteliğine nasıl etki etmiştir, sorgulamak gerekir. Avrupa’dan Anadolu yönüne giden araçlar sabah saatlerinde “işçi” taşıdı diyebiliriz. Örneğin Marmaray, taşımakla da kalmadı, işçi marşlarıyla birlikte yeni bir nitelik de kazandı. Belediyenin ulaşım hizmetleri ücretsiz, Ulaştırma Bakanlığı’nınki ise paralıydı.
Toplanma yerine giderken bindiğimiz araçtaki (tren) Enternasyonal Marşı, 1 Mayıs Marşı ve benzer işçi marşlarının çalınıp söylenmesinden dolayı moralimiz iyiydi. Ülkemizdeki işçi/emekçi potansiyeli ve devrimci dinamizmin güçlü seviyesini gösterir bu durum. Ben bu potansiyel ve moralin, alanda daha da büyüyeceği kanaatindeydim ama öyle olmadı. Yürüyüş kolu da miting alanı da düşündüğüm kadar sayısal ve nitelikli değildi.
Görsellik ve Komünist Söylem
Yüzbinlerin aktığı alanda, Marksist teoriye uygun biçimde, tipik diyebileceğimiz bir emek-sermaye çatışmasını saptamak zordu. Belki bu belirleyiciydi ama kadın, çevre, gençlik, inanç ve ulusal boyutlu nice talepler de dışlaşma (görünür olma) imkanı bulurken yoksulluk, işsizlik sorunları ve buna bağlı olarak iktidar talebi sanki ikincil planda görünüyordu. Katılımın ve niteliğin, düşündüğümden daha zayıf olmasına dair bir örnek vermekle yetineyim. Günlerdir özgür Kürt basınında Kürt halkının 1 Mayıs’a katılım sağlaması istendiği halde, bu isteğin yeterince kabul gördüğü söylenemez. Kürt halkının, Newroz’a katıldığı yoğunlukta bir istek göstermediği söylenebilir.
Yine de barış anneleri veya cumartesi anneleri biçiminde organize olmuş Kürt kadınlarının görselliği ve coşkulu katılımı, keza Halkların Demokratik Partisi’nin canlı, sloganlı, devrimci tarzı dikkat çekiciydi. Biji Yek Gulan sloganının en yoğun atıldığı kortejdi diyebiliriz. Genel olarak savaş karşıtı bir atmosfer, Kürdistan’a yönelik saldırılar yanında barış vurgusu ön plandaydı. Kısacası İstanbul özelinde söylersem bana göre bu 1 Mayıs, sayıca Newroz’dan fazla olmasına rağmen onun kadar içerikli, heyecanlı ve ateşli değildi. Zira düzeni yıkmayı hedefleyen sloganlar zayıftı, devrimci komünist söylem sınırlıydı; iktidar talebi de, ön plana çıkmadı. İlk defa flamaların yoğunluğu bu denli ilgimi çekti. Görsellik sanki abartılmış, devrimci komünist söylemin önüne geçmiş gibi bir algı bıraktı bende.
Maltepe’deki miting alanına iki koldan giriş planlanmış: Maltepe (İdealtepe) kolu ve Kartal kolu. Ben esasen Maltepe kolunda mesai harcadım. Her iki koldaki eğilime ilişkin alınan bilgilere bakılırsa “birlikte kazanacağız” şiarı öne çıktı denilebilir. Bir başka şiar da “değiştireceğiz” biçimindeydi. Bu şiara rağmen Birleşik Mücadele Güçleri, kendini yeterince gösteremedi. Esasen Maltepe’de olunmasına rağmen Birleşik Mücadele Güçleri’nin aynı zamanda Taksim’de de olma isteği belki bunda negatif bir rol oynamış olabilir.
Emperyalizm Tahlili ve Parçalı Komünist “Yorumlar”
Oldum olası Türkiye sol hareketi parçalıdır. Bu parçalılık Kürdistan solu için problem olmaktan, büyük oranda çıktığı halde Türkiye cephesinde halen sürmektedir. Sol hareketi ilk defa bu denli parçalı gördüm. Kafamda birçok soru oluştu yanıtlanması gereken. Hangi sınıfsal dinamikler değişiyor da bu denli farklı “devrimci yorumlar” ortaya çıkıyor? Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısına bakılırsa son on yıllardır, kapitalizme vurgu yapılıyor. Buna göre ekonomik ilişkiler sermayenin lehine merkezileşiyor demektir. O halde “sol yorumlar”ın da sınırlanması gerekmez mi? Ama tam tersi bir sonuç çıkıyor sanki. Üstelik son yıllarda Türkiye’nin emperyalist olduğu, bu yüzden de biriken sermeye ihracı için sınır ötesi pazar maceralarına girdiği ileri sürüldüğünde, “parçalı yapı”yı, bu teoriye uygun olarak açıklamak zor görülüyor.
Miting sırasında işin teorik yönü üzerinde kafamda birçok soru daha oluştu ve bunlara hızlı yanıtlar aramaya çalıştım. Bunca hareketin teorisini; kendileri, kendi kitleleri ve halk ne oranda anlıyor/biliyor? Tüm bu hareketlerin “teorilerini” ele alan bir tez yazılabilir mi? Bu ayrımların ne kadarı doğal ne kadarı suni ve yüzeyseldir. Suni ve yüzeysel olanların gerçek nedeni nedir? Teoriler, davranışlar ülke ve dünya gerçekliğiyle ne denli örtüşmektedir? Sol ve komünist yapılar kendilerini ve diğerlerini değerlendirirken ne denli nesnellik içindedir? Bu sorular uzun ve kapsamlı araştırma ve tahlilleri gerektirir. Küçük bir örnekle yetineyim.
Tanıdık grupların bir aktivistiyle beraberdik. Bazı fikirlerimi test edeyim diye biraz da siyaset psikolojisinin işleyişini anlamak için dönüş yolunda mitingi nasıl bulduğunu sordum. Katılımın iyi olduğunu ama örgüt ve partilerin sermaye partilerine meyilli olduğu, bir kısmının da Kürtlerin peşine takıldığını, bu yüzden de en güçlü, devrimci, komünist hareketin yalnızca kendileri olduğunu söyledi. Biraz da öfkelenerek “üç beş yıllık bir geçmişiniz var, üstelik de elli kişilik kitlenizle elli yıllık örgüt gibi konuşuyorsun, bu doğru değil” dedim. Baktım ki, her söylediğiyle gerçeklikten daha da uzaklaşıp gözümde değerini yitiriyor, konuyu değiştirdim. Bu bir model, umarım Türkiye ve Kürdistan sol hareketi ve komünistler için geçerli olmasın.
Öznelerarası Geçerlilik Kuramı
İnceleme/araştırma yaparken bulunduğum ortama ilişkin değişik insanların görüşlerinden yararlanmak gerektiğine inanırım. Bu yüzden katıldığım kitlesel gösterilerde tek tek insanları görmek, konuşmak psikolojilerini anlamak istemenin yanında değerlendirmelerinden de yararlanırım. “Öznelerarası geçerlilik kuramı” denilir buna. Eğitim Sen’den Aykut Arslan ve Turan Fırat ilk gördüklerim arasında oldular. KESK’in içindeydiler ve katılım iyiydi. Sendikanın bir büyük otobüsü de sürekli yürüyüş koluna eşlik ediyor, yönlendirme ve propaganda yapıyordu. Şair ve hukukçu dostum Ali Eşki’yi gördükten hemen sonra Meral Şahin ve arkadaşlarıyla karşılaştık. Meral, siyaseti ve propagandayı sever, “Partizan ile geldik” dedi. Alanda bana arkadaşlık eden Ulaş Fırtına da tüm bu buluşmaları fotografladı. Bu fotoğraflara Yaşam Ağacı Derneği’ni eklememe lüzum bile yok, çünkü pek çoğuyla zaten tanışıyoruz. Rıza Yıldırım ve Avukat Hikmet Şenses’i hatırlatmakla yetineyim.
Epeydir görüşemediğimiz Özgür Üniversite’den Serdar ve Yıldız’la da karşılaşma imkanı bulduk. Sonra “Gazi kolu”ndan (Gazi mahallesi) kadın arkadaşların seslenmesiyle Yenigül ve Eylem’le de aynı fotograf karesine girdik. SMF’den Mahir Gürz’i de unutmayalım. Korteji sevk ve idare ederek yürüyordu. Selamlaşmakla yetindik. Közcü Hüseyin ile yaptığımız politik dedikoduların içeriğini buraya yansıtmayı gereksiz görüyorum. Akın’ı görünce, 1 Mayıs arifesi yazdığım yazının başlığı aklıma geldi: “Kızıl Şaraplarla Mücadele Alanlarına.” Durumu, beni gülümsetti. Zira sanırım bir tek Akın benim önerime uymuştu anlaşılan: Kırmızı şarabını içip öyle gelmişti! Tiyatrocu Ali Yıldırım da fikir teatisinde bulunduğum bir başka kişiydi. Kucağında davulu ve grubuyla birlikte Esenyurt’tan hareket etmiş, yolları yol eylemişti.
1 Mayıs Bildirisi: Arapça, Kürtçe ve Türkçe
Ali’yle konuşurken kürsüde ortak 1 Mayıs metni okunuyordu. Türkçe, Kürtçe dillendirilirken birden kulağıma metnin Arapça okunduğu geldi. Ortak yazının, üç işçi tarafından okunmuş olduğunu da anımsatayım. Arapçaya verilen önem belki ülkemizin yeni bir özelliğidir; yeni bir dinamik söz konusudur. Sorgulamak ve anlamak gerek; yeni bir husustur diye düşünüyorum. Dolayısıyla alanda enternasyonal bir atmosfer olduğunu anlamak, bir uluslararası festival olduğunu düşünmek zor olmadı. Bu olumlu havada, katılım gösteren yapıların “dayanışma duygusu” içinde olmaları da rol oynadı sanırım. Eskiden sık rastlanan didişme veya sürtüşme, yerini dostluğa bırakmış anlaşılan.
“Sol milliyetçi” olarak bilinen yapılarda bir erimenin görüldüğü de not edilmelidir. “Sol faşist” ya da ırkçı/milliyetçi olarak tanınan iki kesim ise alanda değildi. Birisinin Taksim’de adının geçtiğini duydum. Diğeri ise doğrudan hükümetin yedeğinde ve yanında olduğu için zaten son yıllarda alanda görülmüyor. Ne var ki Türk büyük burjuvazisinin faşist partisine ait amblemler, yine pek çok emekçinin elindeydi. Sınıfa yabancılaşma sorununun ve dolayısıyla felsefi-ideolojik sınıf bilincine ihtiyacın, sanırım bu örnek üzerinden bir kez daha altını çizmek gerekir: Sınıfı devrimci olduğu halde, insanın elindeki bayrağın gerici olması, ne keskin bir çelişkidir.
Post Radikal Bir Başlangıç Olmasın!
Sıklıkla olduğu gibi bu miting de, devlet kontrolünde geçmiş oldu. Karadan, denizden ve havadan olmak üzere kuşatılarak çembere alınmış bir organizasyon söz konusuydu. Bu kuşatılmışlık bir yana TİP, Halkevleri ve EMEP gibi grupları kitlesel buldum. Başka kitlesel olan ama benim sadece adını duyduğum bir iki grup daha vardı. ESP de kendini gösterenler arasındaydı. Geçerken gözüme ilişti ki Beksav’ın şarkılı-türkülü bir yürüyüşü vardı. Tabi tüm bunlara rağmen çembere alınmış bir kitleselliğin işlevini de sorgulamak gerekir. Öte yandan çemberin farklı şekillerde aşıldığını da söyleyebiliriz. Hapishaneden gelen mesajların okunması, Gezi tutsaklarının sahiplenilmesi, kürsü konuşmaları olsun yürüyüş hattında ve alanda taşınan büyük boy Selahattin Demirtaş flaması olsun mitingin çevresini genişleten pratikler oldu. Adalet talebine vurgu da az değildi. Ayrıca mitingin müzik seçimi de son derece önemliydi. Kitle en coşkulu anları Kardeş Türkülerin sahne almasıyla yaşadı denilebilir.
Pervin Buldan dahil olmak üzere sendika başkanları, Erkan Baş ve Ercüment Akdeniz gibi parti başkanlarının da alanda olması, mitingin bir başka özelliği ve zenginliği oldu. Kürsüyü dinlerken Şebnem Korur Fincancı’nın sesini ayırt edebildim yalnızca. Sonucu, düşündürücü bir cümleyle bitirelim; 1 Mayıs, hem dünyada hem de Türkiye ve Kürdistan’da emekçilerin, ezilen halkların alanlara akan gücü, sermayeye karşı bir tavır, karşı koyuş ve hücum oldu. Yine de İstanbul özelinde söylersek, devrimci örgüt ve partilerin nispeten az görüldüğü, buna mukabil reformcu, parlamentarist yönün daha belirgin olduğu bir 1 Mayıs oldu. Umarım post radikal bir dönemin başlangıcı olmasın!