Bana mı öyle geliyor yoksa gerçeklik mi öyledir, bilemiyorum. Son zamanlarda sosyal medyada Osmanlı resmi ideolojisine karşı Türk resmi ideolojisine merak artmış gibi görünüyor. Sayfama ekli en aklı başında sandığım kişi ve çevrelerden bile tekçi, ırkçı, faşist zihniyetlerden medet umanlar türemeye başladı. Paylaşılanları yanlış anlamıyorsam, iki sermaye grubu arasında eski olana ilgi artmış. Aristoteles mantığı aklıma geliyor: Üçüncü ihtimalin imkansızlığı. Toplum nasıl da üçüncü ihtimalin imkansızlığına inandırılmış. Kendisinin olmayanı kendisinin zannediyor.
Tarih filozofu Collingwood’un tarihe ilişkin yöntemlerinden birisi de “soru-yanıt tekniği” başlığını taşır. Belki bizde de işlevsel olur düşüncesiyle bunu yüzyıllık tarihimize uygulamak ilginç olabilir. Tarihte “gerçekten” neler olduğunu anlamak istiyorsak ilk öğretilenlerle yetinmeyip kendimiz müdahil olarak olanları sorgulamamız gerekiyor. Tarihe cesaretle sorular sormanın uygun bir yol olacağını sanıyorum. Zira şeyler gibi tarih de anlatılandan ibaret değil. Marx söyler, görünenler, anlatılanlar denildiği gibi olsaydı bilim, politika ve felsefe yapmamıza gerek kalmazdı.
Resmi Tarih Yalanlarını Bilinçlerden Temizlemek Zordur
“Eskiden her şey çok güzeldi” diyenler, tarihte “gerçekte” neler olduğundan bihaber olanlardır bence. Çünkü onların eleştirdiği bugünkü dinci, gerici, faşist düzenin temelleri 1920’lerde 1930’larda atıldı. Kendiliğinden olmadı hiç bir şey. Dolayısıyla 1920’leri 2020’lerle karşılaştırırken, bunlardan birisinde demokrasi veya demokrasi kırıntısı, hak hukuk ararken dikkatli olmak gerekir.
1920-30-40’lı yılları övmeye lüzum yok. Olanları Koçgiri’nin kırlarına, dağlarına, köylerine soralım, yeter. 1921’de Karadeniz’de gerçekleşen komünist katliamı ve peşinden gelen Koçgiri katliamı, Türkiye tarihi için son derece önemlidir. Ülkemizde, emperyalistler tarafından kurdurulan devletin öncelikle direnç odaklarını yok etmesi gerekiyordu. Çünkü komünistlerle birlikte Koçgiri ve Dersim ortadan kaldırılmadıkça Anadolu’da emperyalizme bağımlı bir devlet kurmak mümkün değildi. Koçgiri direnişi bunun için önemli bir hedefti.
Koçgiri katliam, emperyalizm ve ulus-devlet için büyük bir moral kaynak oldu. Cumhuriyete giden yol da açılmıştı böylece. Yine de bağımsız bir siyasal devlet için Koçgiri “zaferi” yeterli olmadı. Zira Dersim, büyük bir direniş odağı olarak varlığını sürdürüyordu. Dolayısıyla bağımsız, siyasal bir Türk-ulus devleti, esasen 1937-38’de, Dersim direnişinin yenilip yok edilmesiyle kurulabilmiştir. Bu da askeri olarak emperyalistlerin, bölgeye yeni silah teknolojisi (uçak, helikopter, kimyasal silahlar vs) transfer etmesiyle mümkün olmuştur.
Biliyorum, yüz yıldır bize şırınga edilen resmi tarihi, yalan-yanlış bilgiyi zihinlerden temizlemek, söküp atmak zordur. Olanları “tuzu kurular”dan değil “her türlü zenginliğin kaynağı olan işçi ve emekçiler”den sormak lazım.
Bence olanları en iyi 1921’den itibaren yasaklanan 1 Mayıslar, yasaklanan grevler, yok edilen sendikalar bilir. Bir zahmet onlardan soralım.
Tarihimizi toprak ağalarına ve Topal Osmanlar’a değil sömürücü, modern Türk burjuvazisine de değil katledilen TKP’nin yönetici kadrosu olan Mustafa Suphi’ye, 15’lere, Karadeniz’in kanlı-kızıl sularına soralım.
Bugünkü uygulamalara kızıp, öfkelenip, efelenip efsanelere inanmayalım. Tarihimizi bilelim. Bilmiyorsak okul kitaplarından değil Mustafa Suphi’nin sevgilisi, eşi, yoldaşı Maria Suphi’den soralım.
1927’de Adana Demiryolu Grevi
Bu da yetmiyorsa derneği, partisi, dergisi kapatılmış Türk, Kürt, Arap ve Ermeni kadınlarından, Nezihe Muhittin’den soralım.
Benimsediğiniz düşünceleri bir de 1927’deki Adana demiryolu işçilerinden sormanızı önereceğim. Kaç işçi katledildi, kaçı yaralandı, kaç kişi sürüldü?
Tarihimizde “gerçekten” neler olduğunu bilmek için yaşanmışlara, kızmadan bakalım yeter. Milli savunmaya değil Diyanete de değil, milli zulüm altındaki Kürtlere, komünistlere, Alevi/Kızılbaşlara soralım.
Yüzyıl önce kurulan Diyanet’in ne hakla Alevi/Kızılbaş toplumundan aldığı vergilerle Sunni imam ve din adamı yetiştirdiği de sorgulansa fena olmaz.
Ağalar, beyler, paşalar saltanat sürerken bağda, bahçede, tarlada, yazıda yabanda onları doyurmak ve sermayelerine kar katmak için aç susuz çalışan, bitin pirenin içinde yaşayan kır yoksullarına, Anadolu’nun elleri, ayakları nasırlı köylülerine soralım.
Tarihimizi yalnız beyaz Türklere değil, zahmet olmazsa Ermenilere, Kürtlere, Arap halkına, Çerkezlere, Lazlara ve Süryanilere de soralım. Bakalım sizin söylediğiniz yalanlar, hurafeler için neler diyecekler?
Kan Bulanık Akan Munzur Deresi
Tek parti dönemini doğru anlamak istiyorsak Nazım Hikmet, Sabahattin Ali ve Ruhi Su gibi sanatçılara ve aydınlara sormayı da unutmasak iyi olur. Bir de namuslu hukuk adamları varsa çevremizde, onlara soralım laik-hukuk düzeni, gerçekte neymiş?
Yanıtlar yetmez ise 1937-38’de katliama uğrayan Dersim halkına başvurulsun. Munzur’un dağlarına, günlerce kan bulanık akan deresine, Dersim’in köylerine, yakılan yıkılan evlerine soralım.
En iyi anne baba duyarlılığı taşıyanlar bilir diye söylüyorum. 1930-40’larda olanları anlamak için Seyyit Rıza ve çocuklarının birbirinin gözü önünde nasıl idam edildiklerini düşünen yüreklere soralım yeter.
Olanlar adeta yapanların yanına kar kaldı ve sonraki yıllarda da devam etti. 1970’lerde devrimciler idam edildi. Kadınların kıyımı hız kesmedi. Sivas-Madımak’la, Roboski ile Hrant ile Berkin Elvan ve daha niceleriyle sürdü.
“Eski günleri arıyoruz” diyerek üzülen varsa hiç üzülmesin. Grev yasakları, sahte sendika kurmalar, öğrenci kıyımları, hırsızlık, yolsuzluk hız kesmeden devam ediyor.
Tek adam, ebedi şef, milli lider aramaya da gerek yok. Yeterince ikizi var günümüzde. Resmi eğitim ve öğretim sisteminin bizi yönlendirmesiyle ikizlerden birini seçmek zorunda değiliz.
Eskilere dönüp kaynak arayacaksak yüzümüzü öncelikle Mustafa Suphi’ye, Maria’ya, Muhittin’e çevirelim yeter derim…
Materyalist Tarih Felsefesiyle Aydınlanmak
Soru-cevap tekniği demiştik ya. Öyle bitireyim. Bir toplumun zengini yoksulu aynı şahsiyetlere ağlıyorsa bunda bir sorun olduğu açık değil mi? Açık aslında. Materyalist bir tarih bilinci edinmedikçe açık olanı bile anlamak kolay olmuyor. Normalde her sınıf kendi kaybına, kendi değerine ağlaması gerekir. Eğer proletarya ve burjuvazi aynı kişiye, aynı değere ağlıyorsa mesele çok daha büyük demektir.
Bugünü bilmek, eskiyi bilmekten daha önemlidir kuşkusuz. Öte yandan bugünü bilmek için de tarihten hiç değilse haberdar olmak lazım. Resmi ideoloji, soruyu “tarihte neler oldu” formunda kurgularken tarihi materyalizm “tarihte ‘gerçekten’ neler oldu” biçiminde sorar. Ancak bu felsefeyle aydınlık bir tarih bilinci mümkün olabilir.
Velhasılı kelam, Aristoteles’in “ya o, ya bu” mantığının çıkmaz sokağındayız. Yalnız bu da değil, bir olayı ve şahsı ilişkilerinden kopararak ele alan Alman Tarih Okulu’nun (Dilthey, Gadamer vs) etkisinde çok kalıyoruz anlaşılan. Önerdiğimiz yöntem ise diyalektik tarih anlayışıdır. Diyalektik ve tarihi materyalizm açısından bakıldığında görülüyor ki, emperyalizm yüz yıldır, ülkemizde “güzel” bir sistem kurmuş. İkizlerden hangisini seçersek seçelim kazanan emperyalizm ve işbirlikçi sermaye oluyor.
Hadi hayırlısı…