Perşembe günü Farklı Fikirler Kulübü’nün (FFK) yeni bir toplantısındaydım. Konu sinema sanatı ve özellikle de “Münih’te 21 Saat” adlı filmin değerlendirilmesiydi. Grupta meslekten sinemacılar olmayınca sunumu yapmak, filmi değerlendirmek de bana düştü. Sunumuma pek çok yönden itirazlar da geldi. Tartışma, bir ara kızışır gibi de oldu. Zaten sunumlar farklı fikirler eşliğinde olduğu için karşıtlıklar da kaçınılmaz oluyor. Messenger üzerinden yapılan toplantıda yaklaşık on beş kişiydik. Şimdi konuya ilişkin yaptığım değerlendirmeden kısa bir kesiti paylaşmak istiyorum.
“Münih’te 21 Saat” filmi 1976 Amerikan yapımı bir filmdir. Yönetmeni yine bir Amerikalı olan, Yahudi kökenli de olduğu bilinen William Graham’dır. Başrol oyuncu Franco Nero’yu baştan anmak isterim. Neredeyse filmin yükünü Nero taşıyor denilebilir. Çok yaratıcı bir oyunculuk sergilemiş. Bu yaratıcılıkta elbette ki seçilen konunun önemi de var. Nedir konu? Konu gerçek bir olaydan geliyor. Gerçek olayı anımsatmakla yetiniyorum: 1972’de Münih’te yapılan dünya olimpiyatlarına katılan İsrailli sporculardan dokuzunun, sekiz kişilik bir Filistinli gerilla/militan grubu tarafından rehin alınmasıyla başlayan ve dramatik bir son ile biten gerçek olaylar dizisidir.
Nefes Almadan Kendini İzleten Film
Baştan söylemek gerekir ki, 44 yıl evvel çekilmiş bir filmden söz ediyoruz. O günkü sinema bilgisi, sinema tecrübesi, teknolojik imkanlar, oyuncu ve yönetmen deneyimlerinin niteliğinin dikkate alınması gerekir. Yine de film, yeni çekilmiş gibi bir izlenim verebilmeyi başarıyor. Graham’ın kolay bir konu seçtiğini iddia edebiliriz. Çünkü gerçek olaylardan ve üstelik insan yaşamını konu eden ve ölümlerle sonlanan olayları estetize etmek, sanat izleyicisinin ziyadesiyle ilgisini çeker. Kaldı ki “Münih’te 21 Saat” filmi, kendisini nefes aldırmadan izleten bir film olmuş. Gerilla komutanı, Alman devlet yetkilileri, Münih emniyet müdürü ve aracı kadın arasındaki sahneler görmeye değerdir. Emniyet müdürünü oynayan William Holden, pek çok filmden tanıdığımız birisidir, filmde de oyunculuğun hakkını verdiğini belirtmeliyim.
Her ne kadar konu, tempoyu ve aksiyonu gerekli kılmışsa da, yönetmen bu aksiyonu daha da artırmak için gayret göstermiş anlaşılan. Sinema deyince ben genellikle yönetmene işaret ederim. Çünkü film, tiyatrodan farklı olarak, oyuncudan daha çok yönetmenindir diye düşünürüm. Graham’ı filmin kurgusunda da bariz bir şekilde görmekteyiz. Akıp giden olay/olaylar sırasında kesintiler yapabiliyor, yabancılaştırma tekniklerini kullanabiliyor. Kamerayı zaman zaman olayların geçtiği mekandan uzaklaştırarak olimpiyatlara çeviriyor. Ben olsam kameranın burada birkaç saniye daha fazla kalmasını önerirdim. Yine kameranın asıl olay mahallinden uzaklara tutulduğunda manzara diyebileceğimiz görüntüler de filme ilave edilmiş ki, bu ilavelerin altını çizmek isterim. Bu noktada yönetmenin resim sanatına meyilli olduğu gibi bir sonuç da çıkartılabilir.
Yönetmenin Öznel Tercihleri
Film, sekiz kişilik gerilla grubunun olimpiyat köyünü basmasıyla başlasa da yine baştan geniş bir mekan çekimi söz konusu olmuş. Gerillalar/militanlar korkulu bakışlar içinde, merak duygusunu artıran bir hızla verilirken görüntüleniyor. Dikkatli adımlarla yürümeler, bazı yerlerde koşturmacalar, bazen çitlerin üzerinden atlarken görüntüleniyor. İsrailli sporcuların hangi odalarda kaldığını saptama kolay olmuyor. Militanların, sporculara karşı davranışlarının kaba ve acımasızca olması Graham’ın öznel tercihi mi, yoksa konunun gerektirmesi mi, anlamak sorun olabiliyor. On bir rehinenin ikisi bu arbedeler sırasında hayatını kaybediyor.
Rehinelerin direnişi sırasında kameranın yakın çekimler yaptığı ve özellikle iki sporcunun ruh halini yansıtması, altı çizilmesi gereken bir noktadır. Filmin giriş ve gelişme kısmını hangi nokta ve sahneler temsil ediyor diyebilirsiniz? Militanların dokuz rehineyi bir odaya toplaması ve isteklerini Münih emniyet müdürüne bildirdikleri noktadır diyebiliriz. İstek şöyledir: 5 saat içinde İsrail, kendi hapishanelerinde rehin tuttuğu 265 Filistinli gerillayı serbest bırakmalıdır, aksi halde eldeki İsrailli sporcular öldürülecektir.
İsteklerin bildirilmesi sırasında filmde bir yenilik daha görmekteyiz: Kadın oyuncu. Yine değişik filmlerden tanıdığımız bir oyuncu olan Shirley Knight (Analis) sete giriyor. Filmde uzlaştırma rolünü oynarken, kadın duygusallığını yansıtırken izliyoruz Analis’i. Neredeyse izleyici için sistem tarafından kullanılan bir figür olarak algılanıyor. Son olarak dördüncü bir oyucudan daha söz etmek gerekiyor. Devletlerin kirli yüzünü yansıtan birisini oynuyor: Anthony Quayle. Quayle, herhangi bir şekilde gerillalarla pazarlık yapılmaması gerektiğini, sonunda ölüm de olsa hızla operasyonun yapılması yanlısıdır, acımasız olduğu çok açıktır. Bu çerçevede yönetmenin, devletleri temsilen İsrail, Mısır ve Almanya’nın devlet politikalarını yansıttığı anlaşılmaktadır.
Filmde Diyalektik Denge
Film, sanki yönetmenin Alman devletini masum gösterme gibi bir eğilim içinde olduğunu da düşündürtmektedir. Devlet görevlileri, gerillaların konumu, rehinelerin durumu ve olimpiyat alanı olmak üzere, filmin dörtlü bir temel üzerine oturduğu düşünülebilir. Bu çerçevede de bir diyalektik denge söz konusu olmuştur. Oysa aynı diyalektiği rollerin paylaşımı açısından göremiyoruz. Film, burada adını andığım eylemci, polis şefi, Knight (Analis) ve Queyle üzerinde yoğunlaşmış. Özellikle de eylemcilerin liderinden star bir oyunculuk gösterilmiştir. Bu noktadan bakımca filmin, rehine olayını, aslına uygun olarak yansıtmadığını ileri sürebiliriz. Çünkü gerçek bir rehine olayında pek çok kişinin aynı anda etkili olacağını düşünmek daha mantıklı görünmektedir.
Filmin asıl izlediği yolu ve filmin gerilimini, Münih emniyeti (Polis müdürü) ile Gerilla komutanı (İssa olarak kodlanmış) arasındaki ilişki ve replikler oluşturmaktadır. Kadın da (Analis) bu diyalogları daha etkili kılma işlevi görüyor. Bu diyaloglar sırasında güçler dengesini izlemekteyiz. Üstünlük bir polis şefine geçiyor bir komutana (ya da sözcü de denilebilir) geçiyor. Anladığım kadarıyla filmin genelinde olduğu gibi bu sahnelerde de dramatik yapı diyalektik anlayışlarla kırılarak denge kurulmaya çalışılmış. Filmin İsrail yanlısı bir film olmaması için gayret gösterilmiş diyebiliriz. Ayrıca da özellikle rehinelere kötü davranılması izleyicide, nesnelliğe gölge düşürmüş intibaı bırakabiliyor. İlginçtir, film devletlerin olduğu gibi, güya Almanya gibi demokratik bir devletin de güvenilmez olduğunu yansıtmaktan çekinmemiştir. Militanları öldürme kararı aldıkları halde bunu belli etmeyen ve onlarla olağan görüşmeler yapan bir devlet formu tasvir edilmektedir.
Canlı Efektler ve Etkili Bir Müzik
İsrail’den sonra Mısır da eylemcilerin taleplerini kabul etmemektedir. Oysa Alman devleti, eylemcilerin son isteği olan Mısır’a gitme kararını sanki Mısır kabul etmiş gibi davranarak eylemcilerin, rehineleri yanlarına alarak havaalanına ve oradan da Mısır’a gitmelerine karar vermişlerdir. Filmin en zirve yaptığı (kreşendosu da diyebiliriz) sahneler ise işte bu havaalanına gitme sürecidir. Helikopter mi, Otobüs mü derken komutan helikoptere karar veriyor. Yine karşılıklı atışmalar bazen sert bazen ılımlı olmak üzere ama gergin bir vaziyette devam ediyor. Kamera yeniden değişik alanlara, olimpiyatlara çevriliyor. Dramatik sahneler yeniden kayboluyor ama önceden de söylediğim gibi özdeşleşme kolayca kırılamıyor. Eylemcilerin kırı kırk yaran tutumlarının yansıtılmasına bakılırsa gerillalar rehinelerle birlikte Münih’ten ayrılacakmış gibi seziliyor. Ne var ki öyle olmayacak!
Bitirmeden iki noktaya daha dikkat çekmek isterim. Birisi filmin müziğidir. Müzik bazı sahnelerde kendisini oldukça belirgin kılıyor. Adeta filmi sürüklüyor. İkincisi de efektlerin canlılığı ve kendisini çok belli etmesidir. Tıpkı müzik unsuru gibi o da hareketlerin, olguların ve objelerin önüne geçebiliyor.
Eylemciler, ne kadar tecrübeli ve öngörülü olurlarsa olsunlar devletin kurduğu tuzaktan habersizdirler. Graham acaba burada da devletlerin tarafını mı tutmaktadır dersiniz? Yani ‘devletle pazarlığa girenin sonu budur ve böyle olur.’ Peki nedir son? Havaalanına yerleştirilmiş keskin nişancılar başta olmak üzere çok sayıda resmi ve sivil polis beklemektedir eylemcileri. En tecrübelilerden seçilmiş, emniyet müdürünün gözde elamanlarıdır bunlar. İki helikopterle havaalanına gelip oradan hazırlanan bir uçakla Mısır’a uçmayı planlayan eylemcileri işte bu andığım manzara beklemektedir. Eylemciler havaalanında da tüm yeteneklerini kullanıyor, ince eleyip sık dokurken betimleniyorlar. Gidecekleri yolları önceden kontrol etme, binecekleri otobüs, helikopter ve uçak gibi araçları iğneden ipliğe inceleseler de boşuna! Boşuna olduğu da sonuçtan belli olmaktadır.
Amaç Göstermek ve Estetize Etmek Değil, Değiştirmektir!
Helikopterlerden uçağa geçiş yapacakları sırada, kaldı ki uçakta pilot olmadığı da anlaşılmıştır, polisler ilk saldırıyı başlatırlar. Filmin en gerilimli kısmı son on dakikadaki bu çatışmaların verildiği kısım diyebiliriz. Gerçi baştan sona gerilimlidir film, yine de havaalanındaki sahnelerin bir adım ileride olduğu söylenebilir. Filmde kullanılan araç, obje ve kişilerin durumunda da bir zenginleşme görülmektedir. Eylemciler savunma yapmakla kalmazlar, aktif bir şekilde saldırıya geçerler ve kurtuluşlarının olmadığını anladıkları sırada ellerindeki el bombalarını helikopterin birisine atarlar ve araç havaya uçarken görüntülenir. Diğer helikopter ise yine yaralı bir gerilla tarafında kurşun yağmuruna tutularak içindekileriyle birlikte imha olur.
Beş eylemci ölmüş, üçü ise ağır yaralı olarak yakalanmıştır, dokuz rehinenin tümü ise yine aynı şeklide yaşamını yitirmiştir. İzleyici baştan itibaren İssa’yla göz göze geldiği gibi bir kez de havaalanında bakışlarını birbirine kilitler ve oyuncuyu yine bir aksiyon içinde görür. Silah seslerinin yeterince canlı verildiğini düşünmüyorum, atış efektlerinin mekanik kaldığını hatırlatmak isterim. Bunun, elli yıl önceki filmle ilgisinin olabileceğini de unutmamak gerekir. Sonuçta yönetmen, ‘Filistin-İsrail çatışmasına bir de sanatın, sinemanın optiğinden bakın’ demiş oluyor. Münih’te 21 Saat’i sorunun somutlaşmasında, elbette büyük bir katkı olarak değerlendirebiliriz. Ne var ki sanatın, sorunları çözmek için yeterli olmadığını da elli yıllık pratikten görebiliyoruz. Sorun yalnızca göstermek, somutlamak, açıklamak, estetize etmek değil, filozofun dediği gibi değiştirmektir.