Geçen hafta tarihi materyalizm çerçevesinde “Özel Mülkiyet, Aile ve Kadın” başlıklı bir metin paylaşmış ve devam edeceğimi duyurmuştum. Bu hafta ise konuya devlet olgusunu ekleyip Sinoplu Diyojen ve Bedreddin hareketlerini de anarak sürdürmek istiyorum.
Marksizm açısından özel mülkiyetle kastedilen kullanım eşyaları değildir, bir bakıma burjuva-feodal özel mülktür. Buna üretim araçları demek daha doğrudur. Bu anlamda gerek özel mülkiyet gerekse de devletin ortaya çıkmasında temel birim aile olmuştur. Oruçoğlu’na bakılırsa diğer Marksistlerde olduğu gibi kadın-erkek ilişkisi, aile kurumu üzerinden karşıtlığa dönüşmüş ve taraflar birbirlerinin “sahibi” haline gelmiştir. Sahiplik, kendisine bağlı olarak bencillik, kıskançlık, saldırganlık gibi duygu durumlarını geliştirerek mülk sahipliğinin önünü açmıştır.
Büyük Filozoflar ve Aile
Yazara göre bugünkü anlamıyla aşkın kaynağı da kıskançlık ve bencilliktir. Sonuçta kıskançlığın kaynağını sahiplik duygusunun oluşmasında ve gelişmesinde aramak gerekiyor. Görüldüğü gibi aile, mülkiyet ve devlet üçlüsünde oldukça kritik bir konumda bulunuyor. Ana akım filozofların, büyük düşünürlerin devlet ile birlikte aileye vurgu yapmalarının nedenini de burada arıyor Oruçoğlu. Mesela Aristoteles gibi büyük bir filozofun, Platon, Locke, Hobbes ve Hegel gibi simaların devlete vurgu yapmalarının yanında aileyi de temel birim olarak belirlemeleri ne anlama gelmektedir? Neyse ki ana akım felsefe dışında kalan “öteki filozoflar”ın, örneğin Sinoplu Diyojen ekolünün yerleşik değerlere karşı savaş açtıklarını da bilmekteyiz.
Yukarıdakine benzer bir soru daha: Başta liberal düşünürler olmak üzere pek çok filozofun özel mülkiyetle birlikte aileye ve devlete olan yakınlıklarını nasıl açıklamak gerekiyor? Sistemi ayakta tutan önemli dinamiklerin en başında belki de aile geliyor. Bedreddin hareketinin de aile kurumu üzerine yürüdüğünü anımsatmak isterim. Hatta Börklüce Mustafa’ya bakılırsa “herkes herkesindir” ve “her değer insanlığın ortak malıdır” bencillik haramdır. Bedreddin hareketini özetleyen cümlelerden birisi de şöyle özetlenebilir: Benim olan senindir, senin olan benimdir.
Aile En Eski Kale!
Dinlerin aileyi kutsaması, milliyetçi ve teolojik akımların aileyi yüceltmesi, kuşkusuz ki sömürücü dünya düzeninin çıkarınadır. Dolayısıyla Oruçoğlu, mevcut dünya düzeninin dağılmasını ve aşılmasını ailenin dağılması ve aşılmasında görürken pek haklıdır. Karyatidler’de şöyle diyor yazar: “Sonuçta aile denilen bu kurum, mülkiyetin bu eski kalesi, seri bir halde erkek ve kadın katiller, erkek ya da kadın düşmanı sivri tipler, zalim kazak yaratıklar, psikopatlar, mazoşistler, namus kurbanları vs. üreten bir fabrika gibi çalışıyor.”
Yerden göğe kadar haklı olan yazar eklemeyi unutmuş gibidir: Aile denilen bu fabrika günümüzde ürettiği ve yetiştirdiği çocuklar sayesinde sermayeye işgücü yetiştirmektedir. Hatta bazen fazlasıyla çocuk yapıldığında yedek sanayi ordusu da yetiştirmiş olmaktadır. Bu manada ailenin asıl yükünü çeken kadındır.
Diğer Marksistler gibi Oruçoğlu da bunun farkındadır. Dolayısıyla “Marksizmin ev kadınının emeğine kör olduğunu” ileri süren tezler gerçekliği yansıtmıyor. Kadının taşıdığı bu yüke rağmen Amerika dahil olmak üzere dünyanın hemen her yerinde sürekli kadın cinayetleri işlenmektedir. Yazarın bu bağlamda paylaştığı araştırma sonuçları oldukça öğreticidir.
Kadının Katmerli Sömürüsü
Karyatidler, kadın konusunu birçok boyutuyla ele aldığı için verimli bir çalışmadır. Kitap; niteliği, kapsamı, yansıttığı bakış açısı ve niceliksel büyüklüğü nedeniyle Türkçede yazılmış ender kitaplardan birisidir, belki de tektir. Bu çerçeve de Yusuf Köse adlı yazarın Kadın ve Komünizm (El Yayınları, 2018) adlı kitabını da anmak isterim, okunmasını öneriyorum.
Oruçoğlu’nun optiğinden bakıldığında kadın sorunu göründüğünden de büyük, devasa bir sorundur. Bir kadın sorunu olmakla birlikte bir erkek sorunudur, dahası bir insanlık sorunudur ortada olan. Kadın özgürleşmedikçe, erkeklerle aynı konuma yükselmedikçe dünyanın özgürleşmesi olanaklı değildir. Lenin’in belirlemesiyle kadınlar katılmadan devrimler olmuyor, devrimler olmadan kadın kurtuluşu gerçekleşemiyor.
Kadının katmerli sömürüsünden söz eden zengin bir literatür vardır günümüzde. Oruçoğlu ise bunu daha da genişletiyor. Asya kadınının, Avrupa kadınının, Kürt kadınının, Ortadoğu kadınının ortak ve kendine özgü ezilmişlik durumlarından söz ediyor.
Sınıfsal Baskı Belirleyicidir
Kadınların “aşağılanan” cins olarak görülmesi, ulusal nedenlerle, ezilen inanç gruplarına mensup olmaları nedeniyle sömürüldükleri üzerinde uzun uzun duran yazar açısından yine de ‘sınıfsal baskı, baskıların en güçlüsü’dür. Kadın bu sınıfsal baskıya karşı mücadele etmeden özgürlüğünü gerçekleştiremez. Bununla birlikte yazar açısından kadın sorununu sınıf sorununa indirgemek ve ona “sosyalizmi bekle” yönlü nasihat etmek de abesle iştigaldir.
Oruçoğlu burada da kalmıyor. Sınıf örgütü dışında kadına örgütlenmesini öneriyor. Bağımsız örgütüyle adeta erkek egemenliğine karşı da mücadele etmesini salık veriyor. Kadının devrimci-demokratik temelde komünist partisinden bağımsız olarak örgütlenmesini savunurken, bu tür örgütlerin yine partiden bağımsız olarak dergi ve gazete yayını yapmasını, hatta partiye karşı da kendisini savunması gerektiğini ileri sürüyor.
Cinsel Organlara “Değer” Yüklemek
Feodal-sermayeci-emperyalist kurulu düzen; dinsel ve milliyetçi ideolojiyi aile düzenini korumak için kullanmaktan çekinmiyor Oruçoğlu. Türetilen hayali terim ve kavramlar aracılığıyla kadın sömürülüp aşağılanıyor. Namus örneği üzerinde yoğunlaşan Oruçoğlu açısından namus terimi içi boş bir terimdir. Kadın vajinası üzerinden oluşturulmuş, din ve teologlar tarafından kutsanarak kadına bir baskıya dönüşmüştür. Komünal çağlarda kadının kol, ayak, baş, kulak ve göz gibi bir organı olan vajina, üretim sürencinin belirli bir momentinde namusa dönüşmüştür. Zira yazarın dediği gibi “fizyolojide kast ya da tabu sistemi yoktur.” Bunu bir önceki yazımda da vurgulamıştım.
Fizyoloji gibi homo sapiens de bugün tabu olarak algılanan her türden alışkanlığa yabancı idi. Ulusların ortaya çıkmasını anımsatıyor konu. Modern devletlerin kurulma sürecinde ulusların icat edilmesi misali namus da çok daha eski tarihlerden itibaren icat edilmiş oluyor anlaşılan. Elin, yüzün öpülmesindeki olağanlık gibi dudağın öpülmesi olarak ortaya çıkan tabunun da bir icat olduğunu anlamak zor değildir. Feodal ve kapitalist toplumun bir icadıdır tüm bu değerler. Dolayısıyla böyle icatları proletaryanın ve proletarya partilerinin savunması için de bir neden bulunmuyor. Çünkü şu açıkça anlaşılmaktadır ki, bir kez namus icat edilince onun birinci ve ikinci dereceden sahipleri, bekçileri, gardiyanları ve savunucuları da ete kemiğe bürünüyor.
Hayali Olarak Sevişmek
Damat adayı namusun birinci dereceden sahibi olmakla birlikte din adamı (imam) ve devlet kurumu da namusun bekçiliğini yaparak korumaya alıyor. Bu bekçi ve savunucular tarihsel süreçte “ilk gece hakkı” uygulamasının ve “bekaret kemeri” uygulamalarının da düzenleyicisi ve savunucusu olmuştur. Oruçoğlu açısından sınıf mücadelesiyle paralel giden kadın mücadelesi, eski ve insan doğasına uygun olmayan bu uygulamaları büyük oranda geriletmiştir. Karısına bekaret kemeri takıp talana giden nice şövalyeler boynuzlanmaktan kurtulamamıştır. Zira her türlü kemer gibi bekaret kemeri de kadının (insanın) “doğasına” terstir.
Bu “doğanın” temel özelliklerini yazarın şu satırlarında dile gelenlerden anlamak mümkündür: “Dünyanın yarısı diğer yarısını aldatıyor. Kimisi bakışlarıyla sevişiyor, kimisi sözleriyle, kimisi dokunuşlarıyla, kimisi de tüm duygusal ve fiziksel varlığıyla. Gördüğü her güzel erkek ya da kadınla, hayali olarak sevişmeyen tek bir insan var mıdır gezegenimizde?”
Karyatidler’in söylediğine bakılırsa an itibariyle dünya bir hapishane. İnsanlık bir bütün olarak özel mülkiyet, aile ve devlet tarafından kuşatılmış durumda. Bu üçlü içinde ayrıca ailenin de küçük çaplı ama çok etkili bir hapishane olduğunu unutmamak gerekir.
Dünya ve aile arasındaki diğer bir hapishane de devletin kendisi ve devletin yürürlükte tuttuğu, insanların ellerinin kollarının bağlanarak konuldukları beton duvarlarla örülmüş zindanlar. Son zamanlarda görülen hapishanelerdeki “çıplak arama” uygulamaları da egemen sınıfların konuya ilişkin marifetlerini yansıtmaktadır.
İnsanın kendi zihniyet dünyasında oluşturduğu hapishaneleri de asla unutmamak gerekir. Kadınlar ve diğer ezilen toplumsal gruplar gibi komünistler de bu gerçekliği bilmek durumundadır. Hapishane gerçeğine (başta aile) karşı başkaldırı hakkını kullanmayan hiçbir güç özgürlüğüne kavuşamayacaktır. Hapishaneyi çok geniş anlamlarda kullandığımın fark edildiğini sanıyorum.
Aile İçinde Erkek Burjuvadır
Dünyanın sistemini değiştirmek için hareket halinde olan toplumsal dinamikler, ittifak yapmakla mükelleftir. Taraflar, sınıf baskısının tüm ezilenlere uygulandığını kabul ederken farklı etnik ve cinsel gruplara –bazı hallerde- daha da yoğun bir baskı yapıldığını dikkate almak durumundadır. Buna göre kadının, sınıf baskısı yanında cinsiyet baskısı altında da ezilmekte olduğunun altı çizilmelidir. Baskıya ve sömürüye maruz kalma bakımından erkek emekçiyle benzer konumda olan kadının durumu aile içinde de farklıdır.
Aile içinde erkeğin burjuva, kadınınsa proleter pozisyonuna düştüğü görmezden gelinemez. Engels “modern karı-koca ailesi, açık ya da gizli, kadının evsel köleliği üzerine kurulmuştur” dedikten sonra çok açıkça eklemiştir: “Aile içinde, erkek burjuvadır; kadın, proletarya rolünü oynar.” Dolayısıyla erkek komünist, kadına “bana karşı da mücadele etmelisin” demekle mükelleftir. Oruçoğlu açısından soruna böyle yaklaşmayan bir erkek emekçi, komünist olsa bile kadın sorununu kavramış değildir.
SÜRECEK…