Nietzsche (Niççe) ve Foucault (Fuko) gibi filozoflar çağdaş dönemin en renkli filozofları oldular. Farklı Fikirler Kulübü de bu hafta konuyu Nietzsche ve Foucault olarak belirlemişti. Öneri tarihçi arkadaşımız Erdoğan Durmuş’tan geldi ve konuyu da benim sunmamı önerdi. Tartışma katılımcıların da dahil olması üzerine iki üç saati geçti. Ben sunumumda bilhassa Foucault bağlamında öne çıkardığım birkaç temayı, burada biraz da aktüelleştirerek paylaşmakla yetinmek istiyorum.
Foucault, önce “Kelimeler ve Şeyler”i yazdı. Sonra “Bilginin Arkeolojisi”ni. “Kelimeler ve Şeyler”de modern epistemolojinin insanı ve insan bilimlerini icat ettiği ileri sürülür. Descartes, düşünen ve yer kaplayan ayrımı yapmıştır, Kant buna eleştirel bakarak aklı sorgular. Kitapta okuyanların hatırlayacağı gibi Foucault epeyce bir ayrıntı vermektedir. Hegel yeniden birleştirir düşünenle yer kaplayanı, Marx özneyi tarihsellik ve toplumsallık içinde kurar. Foucault’ya göre özne her halükarda kurulan bir şeydir. Özne kurulansa ve dolayısıyla meşru değilse onun kurdukları da meşru değildir.
Yorumla söylersek, delilik, eşcinsellik, suç, suçlu, hapishane, dinsellik, dincilik, laiklik, gelenekler, cinsel değerler ve benzeri anlayış ve uygulamalar da meşru değildir. Foucault’ya göre dahası var. Aklın, duygulardan üstün olduğu, Batı’nın Doğu’dan ileri olduğu, demokrasinin monarşiden daha değerli olduğu, modern veya ulus devletin eski devletlerden gelişkin olduğu ve özgürlük getirdiği de yine sosyal bilimlerin kurduğu bir icattır. Foucault, bu gerçekliği görmek için arkeolojik yöntemi kullanmak gerektiğine inanıyor. Analitik veya diyalektik yöntemden farklı bir yol öneriyor. Tabu mabu bırakmayıp yıkıyor. Siyasal açıdan bir anarşist görünümü çizmektedir. Marksist olduğunu söylemek çok zor. “Kelimeler ve Şeyler” adlı kitabında Marx’ın, sınıf ve ideoloji dediği için, salak olduğunu bile ileri sürüyor. Ha… Foucault gençlik yıllarında Fransız Komünist Partisi militanıdır, sonradan kopuyor.
Foucault, “Öpme” Söylemine Nasıl Bakardı?
Foucault, “Kelimeler ve Şeyler”de üç dönemden söz eder. Rönesans çağı yani 1400-1650 arası. Klasik çağ, bu da 1650-1800 arasıdır. Modern çağ ise 1850-1950 arasını kapsıyor. Her dönemin kendine özgü bilgi biçimi var. Rönesans’ın bilgi biçiminde özne-nesne ayrımı yok. Bu kısmı Descartes ile ilişkilendirerek tartışmaktadır. Foucault’ya göre Rönesans’ta benzerlik (analoji) geçerli. Buna özdeşlik diyelim. Klasik dönemde özne-nesne ayrımı gelir. Dinsellik egemen olur. İnsan pasifleşir. Her şey Tanrıya bağlanır ve onunla açıklanır. Burada özdeşlik ve farklılık teorileri tartışılır. Foucault, görüldüğü gibi bırakalım değerleri, bilginin bile kurulduğunu ileri sürmektedir. Son günlerdeki tartışmalarda sorun olan “öpme, öpmeme” gibi değerlerin nesnellikle ilgisinin olmadığı, söylemle, geleneklerle kurulduğu sonucu ortaya çıkar.
Foucault’ya göre Rönesans’ta bilimler yoktu. Klasik dönemde üç bilim çıktı. Doğa bilimi, gramer ve zenginlik bilimi. Modern dönemin bilgi biçiminde bunlar değişerek etkili oluyor. Doğa bilimleri biyolojiyi yaratıyor, gramer dilbilim oluyor ve zenginlik bilimi de ekonomi bilimi oluyor. Marksist jargonla ekonomi-politik de diyebiliriz buna. İşte insanı tanımlayan, bilgiyi kuran, değerleri belirleyen de bu bilimler oluyor. Kimin deli kimin normal olduğuna, neyin doğru neyin yanlış olduğuna bu bilimler karar veriyor. İnsan bilimin ve bilginin elinde bir kurulan ya da kukla olmaktadır. Tabi bu benim açımdan kabul edilemez bir iddiadır. Çünkü özneye/insana yer verilmelidir.
Foucault açısından insanı yücelten, bütün varlıkların en üstüne çıkaran da bu bilimler olmuştur. Foucault’ya itibar edilecek olursa delilik diye bir şey yok! Delilik yaratılmış, inşa edilmiştir. Eşcinsellik de doğaldır. Kesin bilgi, evrensel değerler yoktur. Tek akıl, tek gerçek de söz konusu olamaz. Farklı yorumlar ve çoğulculuk geçerlidir. “Bilginin Arkeolojisi” adlı kitapta “Bilim ve Bilgi” başlığının kullanılması önemlidir. Çünkü bilgi bilim tarafından kurulan bir değer olarak düşünülmektedir. “Bilginin Arkeolojisi” adlı kitabında bu bilimlerin isimlerini açıkça söylüyor: Filoloji, Biyoloji, Ekonomi. Cinselliğin de, cinsel değer yargılarının da göreceli olduğu, icat ve inşa olduğu ileri sürülür. Cinselliğin Tarihi adlı eser de, Foucault’nun ilk kuşak metinlerinden biridir…
Foucault’da Birinci Dönem/İkinci Dönem
Foucault birinci döneminde insanın ve bilginin temeline bilimleri koymuştur. Bilgi arkeolojisi yapmıştır. Kitap adları, birbirini izlerken biraz bulanık olarak belirlenmiş bence. Çünkü arkeoloji terimi iki kitapta da sıklıkla kullanılıyor. Aslında bilgi arkeolojini en baştan itibaren yapan filozofumuz, “Bilginin Arkeolojisi” adlı kitabını geç dönemine bırakmıştır. İkinci döneminde ise yani Bilginin Arkeolojisi’nde bunların da (bilimlerin) temeline iktidarı koymuştur. Bilgi ve bilimler de dahil her şeyin temelinde iktidar vardır. Marx fiziksel aygıtlardan, Gramsci ve Althusser ideolojik aygıtlardan söz etmişti: Okul, medya, hastane, aile gibi kurumlar ideolojik aygıt düzeyine konmuştur.
Foucault ise konuyu hem derinleştiriyor hem de daha da genişletiyor. Binaların kendileri, biçimleri, yollar, kavşaklar bile iktidar oluyor. Bilim, felsefe, öğretmen, imam herkes iktidar. Gelenekler, kitaplar, görüşler, büyükler, babalar da iktidar oluyor. Yani iktidar ne Hobbes’un ne de Marx’ın devletinden ibaret. Eşcinselliğin hor görülmesine neden olan psikiyatri, yine kişiye delilik raporu veren bilim kişisi de kuşku yok ki iktidardır. Çocuğa baskı uygulayan anne de kuşkusuz ki bir iktidar olarak betimlenir. Bunlar Foucaultçu (Fukocu) terminolojide mikro iktidarlar olarak kavramlaşmıştır Foucault, anladığım kadarıyla iktidarı “söylem” kavramıyla benzer anlamda kullanıyor. İktidar analizi son derece önemlidir. Buna söylem analizi de denilir.
Foucault tarihselci olmasa da tarihle ilgilidir. Hapishane, klinik ve deliliğin tarihini yazmış, bilginin arkeolojisi bağlamında da felsefe tarihine girmiştir. Bilginin analizinden iktidar ya da söylem analizine geçmiştir. İktidar kelimesinin anlamı da genişlemiştir. İnsan üzerinde etkisi olan her şey iktidar işlevi görür. Foucauld’nun eleştirisi genişler ve Hölderlin, Hegel ve Feuerbach gibi Alman filozoflarını da hedefler.
Panoptik Toplum: Hapishanelerin Doğuşu
Batı’nın Doğu’dan üstün olması bir söylem olarak yapılandırılmıştır. Kentlerin kır üzerindeki üstünlüğü de öyle. Evde erkeğin reis sayılması da bir başka söylemdir. Semavi dinlerin diğer dinler üzerindeki, sunniliğin Alevilik üzerindeki, Türklüğün Kürtlük üzerindeki baskısı da, erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümü de bir iktidar ve söylem biçimidir. Örnekler çoğaltılabilir. Hastane, hapishane yanında biyoloji ve psikoloji gibi disiplinler de önem kazanmaktadır. Psikoiktidar ve biyoiktidarlar üzerinde yoğunlaşma görülmektedir. Hapishane gerçeği Foucault için merkezdedir. Çünkü modern iktidarlar insan bedenini hapsederek işe başlarlar. “Hapishanelerin Doğuşu” kitabını anmak kaçınılmazdır. Bu kitaptan da panoptik toplum kavramı miras kalmıştır. Bu tarz iktidarlara mikro iktidarlar da denilmektedir. Bu durumu açıklığa kavuşturmak için yapılması gereken ise soy bilim yapmaktır.
Soy bilim bize önce Nietzsche’yi hatırlatır; sonra da j. Derida’yı. Nietzsche ahlakın soykutuğü’de benzer bir konu ve yöntem önermektedir. İyi ve kötüyü kim icat etmektedir. Bunları önceki kuşaklar icat etmişlerdir. Biz iyinin ve kötünün ötesinde olmalı ve kendimize özgü olmalıyız. Verili koşullara bırakıldık madem ki, özümüzü kendimiz durmalıyız. Buradan varoluşçu felsefeye bağlanıyoruz. Ahlakin Soy kütüğü, soy bilim dışında Derrida’nın yapısöküm kavramını da mutlaka anmak gerekiyor. Metnin yapısökümünü yapmak gerekir. Yapı metin aynı anlama geliyor. Metnin dışında gerçeklik yoktur diyen de Derrida’dır. Metin yalnızca yazılı metin, edebi metin değil. Bizden önce kurulmuş her şey. Sın, bilim, ahlak, felsefe…
Perspektif, Söylem, Yapısöküm
Nietzsche ile başlayan, 20. yüzyıl boyunca devam eden ve günümüzde de etkili olan pek çok ana akım felsefe, her türden değerin nesnel bir karşılığı olmadığı, hatta nesnellik kavramının kendisinin bile bir kurgu olduğu iddiası üzerinde kuruldu. Nietzsche, bu göreliliği dile getirmek maksadıyla “perspektif” teriminden yaralanmıştır. Foucauld, terimi değiştirmiş ve “söylem” kavramını öne çıkarmıştır. Aynı çizgide olan Derrida’yı da unutmamak gerekir; çünkü Derrida da aynı maksatla “metni” merkeze koymuş ve “yapısöküm” terimini icat etmiştir. ‘Tüm bu felsefeler yanlıştır tek doğru Marx’ın söyledikleridir’ diyecek halim yok. Yine de bu ana akım felsefelere yakından bakıldığında, bunların “kurma” sürecinde ekonomik ve sosyal gerçekliğin ne denli etkili olduğunu gördükleri, ne yazık ki söylenemez.
Foucault da bu ana akım filozoflardan birisi olarak yalnız sosyal gerçekliği görmemekle kalmamış, insanı da bir kurmaca olarak ele almış ve öznenin gücünü yok saymıştır. Bu türden felsefelerin egemen olduğu günümüzün sermayecilik koşullarında, işçi sınıfının, emekçilerin dünyayı kuran, her türden zenginliği yaratan olduklarını kabul ettirmek ise zor görünüyor. Bunun gibi çağın ana akım değer yargılarını değiştirmeyi bırakalım, değiştirilmesini savunmanın bile zor olduğunu “öpebilirsin-öpemezsin” tartışmalarında bir kez daha yaşayarak görmüş olduk. Öte yandan Foucault’nun görmediği ise sınıfların konumlanması ve değerlerin sınıflar arasındaki çatışma ile belirlendiğidir.