İki yazar / İki Eser
DEVRİMCİ EDEBİYATIN NERESİNDEYİZ?
Sen gittin ya
Demlediğim çay öksüz
Sohbetler sözsüz kaldı
Sen gittin ya
Yağmur bulutsuz
Gece gündüzsüz kaldı
Hani derler ya
Her şey karşıtıyla vardır
Geriye boşluk kaldı
Sen gittin ya
Ağıtlar sessiz
Varlığım sensiz kaldı.
(Sait Oral Uyan)
Bugün devrimci edebiyata örnek teşkil eden iki eserin eleştirisini yapmak istiyorum. Bana göre dünyada olduğu gibi ülkemizde de son on yıllardır devrimcilik büyük oranda paranteze alınmış durumda. Buna mukabil devrimci edebiyat ise sanat henüz varlığını sürdürüyor. Birçok eski – yeni kuşak yazar, sanatçı, şair, ressam yaratıcı metin ve eser vermeyi sürdürüyor. Bu yazıda, elime son zamanlarda ulaşan iki yazar arkadaşın kitaplarına ilişkin görüşlerimi yazmak istiyorum. İlki sosyal ve politik aktivist Eyüphan Başar’ın “Nehrin Bir Devinimi”, diğeri ise yine sosyal ve politik aktivist, ressam ve yazar Sait Oral Uyan’ın yeni yayımlanan “Söğüt” adlı romanı.
NEHRİN ABARTILI DEVİNİMİ
Hapishane edebiyatına ilişkin yeni bir öykü kitabının çıkacağını bir süredir duyuyordum. Açlık grevleri üzerinden yazılmış, yaşanmışlıkları öyküleştiren bir kitap. Bilgi içeriği yoğun olmakla birlikte nispeten ince hacimli bir öykü kitabından söz ediyorum. Eser, devrimci kamuoyundan tanıdığım, kendisi de ölüm orucu eylemlerine katılmış olan Eyüphan Başar tarafından yazılmış. Bana da kitabın yayınlandığını ve göndermek istediğini yazmıştı. Kitabı elime ulaştıran sevgili Volkan’a teşekkür ederim. Kitap, birkaç kısa öyküden oluştuğu için bu hafta içinde okuma imkanı da buldum. (Nehrin Bir Devinimi, Şeykitap Yayınları, İzmir, 2025).
Kitap, 96 ve 2000’li yıllara damgasını vuran hapishane direnişlerini içeriyor. Yazılanlar için direniş günlerindeki somut, canlı yaşanmışlıkların öyküsü diyebiliriz. Gerçek, birebir sahneler betimlediği için de kitabı edebi bir metin olarak ele almak doğru olmayabilir. Yine de anlatım tarzı, üslup, dil yönünden bakılırsa “günlük” denilen türün sınırlarını da aşmış görünüyor. Yazar, bazen siyasal ve toplumsal analizlere de giriyor ki, metnin bir sosyolojik metin özelliği taşıdığı da anlaşılmaktadır. Başar’ın siyasal aktivitesi ve hukuk eğitimi de dikkate alındığında, bu eğilimlerin metne yansıdığını tespit etmek zor olmayacaktır.
Direniş günlerini yansıtması açısından bir kahramanlık destanı olarak da okumak mümkündür eldeki kitabı. Eserde yalnızca Başar’ın ruh dünyasını değil yüzlerce militanın ruh dünyasını da görüyoruz. İçeri ve dışarı arasında bir diyalektik bütünlük kurmaya çalışan Eyüphan, dışarıya da içerinin penceresinden bakıyor. Biraz da kendi görmek istediklerini iç ve dış gerçekliklere dikte ediyor diyebiliriz. Metin her satırı “her şey çok güzel olacak” mantığıyla yazılmış gibidir. Eserde, her militan ile onlara yardım ve eşlik eden her tutsak fedakarlık abidesi olarak tasvir ediliyor. Buna, görüşmeye gelen tutsak yakınları da dâhil edilmiş. Bu yüzden eseri, “edebiyatın ‘abartılı’ durakları” olarak okumak yanlış olmaz. Buna “Nehrin abartılı devinimi” de denilebilir.
Kuşkusuz ki ölüm oruçları ile ilgili pek çok metin yazıldı ve sanat eserleri üretildi. Eyüphan’ın metni de bu zincirin halkası olarak bunlara eklenecek değerdedir. Kendi tanıklığı da dikkate alındığında önemli bir halka olduğu söylenebilir. Ortada bir kahramanlık olduğu doğrudur. Bunun bir hakikat olduğuna kuşku yok. Yeryüzünün en fedakar, ferdi çıkar gözetmeyen insanlarının devrimci / komünistler olduğu bilinir. Mülksüz bir dünyanın izini sürmeleri bunun kanıtı ve nedenidir. Böylesi bir özelliği ve pratik tecrübeyi kayıt altına almış olması, kitabın önemli bir özelliğini teşkil ediyor.
“Nehrin Bir Devinimi” adlı bu eseri okuyanlar onu nesir olarak mı, kurmaca metin olarak mı değerlendirirler, bilemiyorum. Bazı öykülerde ve öykülerin bazı kısımlarında yazarın kendi iç dünyasını da görüyoruz. Farklı bir öykü anlatıcısı yerine anlatıcının Eyüphan olduğunu da buradan anlıyoruz. Bu durumda bir anılar kitabı da denilebilir. Paragraf bütünlüğü açısından, cümlelerin kuruluşu bakımından problemler içeren bir metin olduğunu da belirtmiş olayım. Devrik cümlelere gereğinden fazla yer verilmiş olması da kanaatimce metnin zayıf taraflarıdır. Hangi türde olursa olsun metinde aynı tema, deyiş, terim ve sözcüklerin sıklıkla geçmesi metnin gücünden götürür. Bu durumu, “Nehrin Bir Devinimi” adlı eserde de saptamak zor değildir. Nitekim Başar, “Onur Abideleri” başlıklı kısımda şöyle bir ortam tasvir ediyor:
“Her geçen gün halay çemberi büyüyordu. Ölüm orucuna başlanan gün harlanan alev, sokaklarda yankısını buluyor, sokaklara taşınıyordu. Her yandan alevler yükseliyor, dağ başlarından, sokaklardan, alanlardan sıcak selam getirirken zalimlere korku salıyordu. Halay başını analar çekiyor. Beyaz örtüler başlarında, alınlarında kızıl bantlarla, kavganın içinde yükseliyordu her biri. İnsanlığın emeğe sahip çıkışını öğreterek yüceliyorlardı. Başı dik, kavgacı, onurlu… Onur taşıyordu gözlerinden, fışkırıyordu kararlılık. Şimşekler çakıyordu, harlanan alev yakıcılığında. Analar, yanında yoldaşlar, can dostlar, harlıyorlardı alevi. Güç veriyorlardı kavgaya…” (Age, 69). Buradaki halay, harlanma, ateş gibi sözcükler, anlatım tarzı, üslup ve abartı, bütün metin boyunca hiç eksik olmuyor, tekrarlar estetikten ve edebiyattan götürüyor.
Başar’ın kitabı, mücadelenin geri çekildiği günümüz koşullarında kitlelere moral ve motivasyon taşıması açısından bir işleve sahip olacaktır. Buna kuşku yoktur. Ayrıca kitap, yeryüzünde eşi benzeri görülmemiş bir eylem tarzını tarihe not düşmesi açısından da kıymetli bir yer işgal etmektedir. Bu yüzden de gelecekte, konuya ilişkin kaynak ve referanslar söz konusu olduğunda bakılması gereken bir metin olarak da işlev görebilir. Kadınların ve direnişçi annelerin rolüne dikkat çekmesi bakımından da not edilmesi gereken içeriklere sahiptir. Edebi kaygılar da gözetilerek yazılmış bir metindir. Dolayısıyla “devrimci edebiyat” veya “militan edebiyat” türüne de katkı değeri taşımaktadır. Bu pozitif özelliklerine rağmen eser, abartılmış, propagandist yön öne çıkartılmış bir metindir.
Edebiyat, edebi değerler taşırken bunu çoğu zaman abartılara başvurarak yapar. Komiklik olsun dram ve trajedi olsun, bu yolla daha etkili duygular ve içerikler taşır. Abartının olmadığı yerde sanatı gerçekleştirmek zordur. Öte yandan abartının bir sınırı olduğunu da unutmamak zorunludur. Sınırın aşıldığı koşullarda edebi eser kendinden kaybeder. Kaldı ki her eser edebi ilkeler ve amaçlar gözeterek yazılmak zorunda da değildir. Dolayısıyla propagandist metinler de meşrudur. Her yazar, bu noktada kendi amacını açık ve belli eden bir hat belirlemek durumundadır. Edebiyattaki türlerden hangisine uygun bir ürün vereceğini ve amacını belli etmiş olmalıdır. Bilinen türleri aşma arzusu ve hakkı olduğunu düşündüğünde de bunun hakkını verecek güçte ve yeterlilikte olduğunun bilincinde olması gerekir.
ANKARA’DA ÖLÜM HİKAYELERİ
Son günlerde okuduğum kitaplar içinde romanlar da vardı. Roman deyince ilk aklıma gelen konu ya da soru şu oluyor: İletişim araçları ve ulaşım kolaylaştıkça roman yazmak zorlaşıyor mu? Belki de fotoğraf sanatı etkili oldukça resim sanatının zorlaştığı iddiasında olduğu gibi bir durumdur bu. Günümüzden hareketle söylersek romanlarda tasvir edilen mekanlar, iç dünyalar, ilişkiler büyük oranda teşhir olmuş durumda. Bu yüzden Tolstoy veya Yaşar Kemal gibi ustaların sayfalarca betimledikleri sahneler önemini, ilginçliğini yitiriyor olabilir mi? Bunları insan sormadan edemiyor. Böyle olunca sanatçıya, roman yazarına daha büyük bir iş düşüyor. Olguları, olayları, insanları, ilişkileri tasvir etmek değil önemli olan, bunları özgün ve spesifik yönleriyle tasvir edip okura anlamlı bir ileti vermek. Üstelik bunu elbette ki estetik kriterlerden ödün vermeden yapabilmek. Böylesi bir ruh haliyle okudum Sait Oral Uyan’ın yeni eserini. (Söğüt, Dorlion Yayınları, Eskişehir, 2025).
Yazar, bir grup genç insanın sosyal yaşamından, siyasal eğilimlerinden yola çıkarak hareketli bir kurgu inşa etmiş görünüyor. Roman kahramanları, daha romanın başında okurda etki, duygu ve düşünce bırakan özelliklere sahip. Mümtaz ismini hemen anmak isterim. Statik bir insan olarak düşünülmemiş Mümtaz, zira roman boyunca kendine yer buluyor. Bahar ismi ise romanın önemli bir lokomotifi olarak düşünülmüş. Olaylar dizisi için bu iki karakterin, çekim merkezi olduğunu düşünmek olasıdır. Başkan ismiyle kodlanmış olan karakter ise kurguyu mobilize eden, siyasi kimliğini öne çıkaran, faşist öğrencilere yönelik tavır geliştiren birisidir.
Söğüt’ün önemli kahramanlarından olan Teo ise adeta büyük ağabey olarak tasvir edilmiş görünüyor. Grubu yönlendiren biri olarak romanın en başından itibaren kendini göstermektedir. Ankaralı Gakkoşları da unutmayalım. İzi aranan Besam da kendini hatırlatıyor eserde. Kurgu, esasen Teo’nun ağzından anlatılıyor. Bazen Lazo Dede olarak da karşımıza çıkıyor Teo. Ortadoğu kamplarında eğitim gördüğü anlaşılan Teo, aynı zamanda deliler gibi sevdiği, aşık olduğu Zeze adlı bir arkadaşını da şehit bırakmıştır Ortadoğu topraklarında. Karakterlere, Teo’nun ablasını ve Bahar’ın anne-babasını da eklemek gerekiyor. Teo’nun konuşmasını, geçmişini öğrenmek için onu konuşturan Tarık’ı da unutmayalım.
Eserde, Lübnan, Beyrut, Bekaa öncelikle kendini belli eden mekanlardır. Romanın mekanı canlı ve canlı olduğu kadar da geniştir. Filistin, Tarsus, Ankara, İstanbul, Bursa, Malatya… Roman, Teo’nun Ortadoğu’dan dönüşü ve bir grup arkadaşıyla buluşmasından sonra başlıyor. Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ve Teknik Üniversite çevresinde dönen eğitim yaşamı, politik faaliyetler, kısmi de olsa militan çatışmalarla dolu bir süreci izliyoruz. Bir grup öğrenci arkadaşın bir araya gelmesi, kiralık ev bulunması, okul giderlerini karşılamak için ailelerden beklenen paralar, evin içindeki “hukuki ilişkiler” romanın zeminini güçlü kılmak içindir. Dönem, 12 Eylül faşizminin ölüm saçtığı günlerdir. Muhalif olup da ölüm riski taşımayan kimsenin olmadığı bir zaman dilimi.
Romanın, yazar tarafından toplanan geniş bir materyal ile yazıldığını anlamak zor olmuyor. Aynı genişlik ve zenginlik izlenen yöntem için de geçerlidir. Yoğun olarak somut yaşanmışlıkların yolundan gidilse de hayali olanın, gizemlerin, mitolojilerin de metne girdiği görülmektedir. Eserde, nesir yolundan gidilmekle birlikte şiirsel ve destansı bir üslup da söz konusudur. Hem bu zenginlikler olsun hem de buna bağlı olarak sahne bağlantıları olsun belli bir dağınıklığa da, neden olmaktadır. Dolayısıyla Söğüt’te eklektik bir roman kurgusu olduğu ileri sürülebilir. Bu eklektik durum, tiplerin de mekanik özellikleriyle tasvir edilmesine neden oluyor.
Anlatıcı en çok da Mümtaz üzerinde durmaktadır. Birçok yönüyle izlediğimiz kahramanı, bazen aşklarıyla (Bahar), bazen altına çiş yapmasıyla, filozof yanıyla, bazen öne atılmasıyla, bazen de sönük, silik kişilik özelliğiyle görüyoruz. Nitekim romana adını veren söğüt’ü resmeden kişinin de Mümtaz olduğunu görüyoruz. Söğüt’ün yazarı Sait Oral Uyan’dan politik kimliği de dikkate alındığında Mümtaz’a bazı özellikler aktarılmış olacağını varsayabiliriz. Eserin sıklıkla edebi / estetik kaygı yerine epistemolojik bir kaygı yansıttığı ileri sürülebilir. Söğüt’e, tarihten, edebiyat dünyasından, düşünce tarihinden ve siyasetten örnekler transfer etmek başka nasıl açıklanabilir? Bu nedenle Söğüt’ü okurken bazen Lili Marlen türlüsü dinlersiniz, bazen Nazım’ın şiirlerini okursunuz, bazen Şeyh Bedreddin’e takılır, bazen Apollon, Hermes olup taa Grek / Yunan dünyasına kadar gidersiniz.
Bahar ve anne – babasının yaşadığı trajedi dikkate alındığında eserin kapağındaki “ölüm hikayeleri” ifadesi de anlam kazanıyor. Olay ve kişilerin 12 Eylül faşist darbesine paralel olarak var olduğu düşünülürse “ölüm” teması hiç de yabancısı olmadığımız bir içeriktir. Olay ve kişilerin zaman / tarih boyutu da belirgin hale gelmektedir. Bahar ve anne – babasının başına gelenler dikkate alındığında (birinin ölümü, diğerine tecavüz) ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Romanın bir başka sorunu ve zayıf tarafı da burada ortaya çıkıyor: Gerçeklere bağlılık adına korku, ölüm, güvensizlik, silik kişilik, gerçekleşmeyen aşkları ve faşist saldırıları okura taşımanın da sorgulanması gerekiyor.
Esere noktayı koyan, girişte andığım “Sen Gittin Ya” başlıklı şiir bile tüm estetik ve felsefi derinliğine rağmen yenilgi psikolojisiyle yazılmışa benziyor. Okura ve kitlelere yenilgi psikolojisi taşımanın sanata da, yaşama da, dünyaya da bir katkısının olacağı kanaatinde değilim. Kendi adıma söylemek isterim ki pesimist olanı sosyal yaşamda, sanat ve edebiyatta sıkça görüyoruz zaten. Bu yüzden de iyimserin izini sürmek ve umutla yürümek isterim / isteriz. Devrimci, sosyalist bir edebiyat bunu gerektirir. Çağımızda, estetik ve edebi ilklerden taviz vermemek kaydıyla, her türden sanatsal, politik, epistemolojik etkinlik ve üründe iyimser yönün esas, kötümser yönün tali olmasını arzularım.