Şair, Sanatçı, Aktivist
NİHAT BEHRAM İLE BULUŞMA
Nihat Behram ile uzun yıllar sonra yeniden, İsviçre’nin Basel şehrinde bir kafeteryanın bahçesinde buluştuk. Çay – kahve eşliğinde süren sohbetimize Kazim ve Zeki de eşlik etti. Buluştuğumuzda seksen yaşına geldiğini söyledi Behram. Demek ki aramızda yaklaşık 20 yıl yaş farkı var. Sanat, edebiyat, şiir ve yazdığı öykülerin yaşı da beni önceliyor. Felsefeye yoğunlaşmadan evvel, gençlik zamanımda şiir, öykü, saz ve sözle ilgili biriydim. Behram’ın birçok şiirini kitle içinde ezberden okurdum.
Şiir ve edebiyata böylesi bir ilgide Muzaffer Oruçoğlu ve Nihat Behram gibi yakından izlediğim kişilerin payı kuşkusuz ki büyüktür. Oruçoğlu’nun eserlerine ilişkin daha kapsamlı olmak üzere ikisinin eserleri için de entelektüel çalışmalar yaptım ve yayımladım. Entelektüel dünyaya ilk adımımı attığım yıllarda öncelikle eserlerini okuyup incelediğim kişi Nihat Behram oldu. “Darağacında Üç Fidan” ve “Ser Verip Sır Vermeyen Komünist”… Bu eserleri kim bilmez ki? Bunları okuyup da etkilenmeyen, muhalif olmayan, devrimci bir yol izlemeyen kaç kişi vardır ki?
Şair Behram, 1980 darbesinden sonra politik sürgün olarak Avrupa’da yaşamaya başlamıştı. 1990’lı yıllarda Avrupa’ya gitmeye başladığım süreçte görmek istediğim kişilerden birisi de Behram idi. Buluşamadık ilk zamanlarda. Sonra Türkiye’ye gelmeye başladı kendisi. Bizim de görüşmelerimiz, arkadaşlığımız bu döneme denk geliyor. Sanırım 1995 filandı. Şiir, felsefe, siyaset ve romana ilişkin tartışmalar yaptık diye anımsıyorum. Röportajlar yaptım kendisiyle. Dergi, gazete yayınlarımız oldu. Bunlar Bakış adlı kitabımda yayınlanmıştır. Romanı da saydım, çünkü ülkemizde “Gurbet romanı” türüne katkı yapmış birisidir Behram.
Basel buluşmasında da konuşmalar roman, sanat ve edebiyatla başladı, yine benzer temalarla bitti denilebilir. İki üç saatlik buluşma ne de çabuk geçti. Yoğun bir içeriği yatırdık masaya. Bunda uzun zamandır görüşemiyor olmamızın da elbette etkisi vardı. Gerçi kitap fuarı, konferans, panel ortamlarında ayaküstü görüştüğümüz oluyordu ama başbaşa verip saatlerce konuşma ortamımız çoktandır söz konusu olmuyordu. Dolayısıyla Basel buluşması, son derece işlevsel oldu. Sevinç duyduk, hasret giderdik, ortak tanıdıkları andık. Araya bir kaç şiir örneği sığdırmayı da ihmal etmedik.
Kitaplarındaki adından dolayı kısaca Behram diyorum ona. Nihat Behramoğlu olarak da biliniyor. Kamuoyunun yakından tanıdığı şair Ataol Behramoğlu ile kardeştir. Konuşurken şiirleri yanında romanları geçti zihnimden. Biyografik romanı olan “Miras” adlı eserini anımsatmak isterim. Romanda, Behramoğlu ailesinin biyografisini bulacaksınız. Roman yüz yıllık Türkiye ve Kürdistan tarihini, Kars yöresini temel alıyor ama tüm Türkiye’yi betimliyor diyebiliriz. Behramoğlu ailesinin arka planını, üyelerini yansıtırken her dönemin estetiğini, politik özelliklerini ve etik değerlerini de edebi bir dille tasvir etmektedir.

1968 kuşağının devrimci ruh dünyasına paralel bir tarzda estetik ve politik alana yönelmiş Behram. Dolayısıyla toplumcu gerçekçi sanat ve edebiyat anlayışının yaygın hale gelmesinde ve kitlelerle buluşmasında merkezi bir rol oynamıştır. Onu ve şiirlerini Emekçi, Ferhat Tunç, Grup Yorum ve daha birçok devrimci müzisyenin eserlerinde, türkü ve marşlarında da gördük. Söylemeye bile lüzum yok ki sosyalist halk gecelerinde şiirler okuyup konuşmalar yaparken de izledik. Keza Behram’ın adını bazen de Marksist tutsaklarla dayanışma miting ve eylemlerinde, Peru Komünist Partisi lideri olan Abimeal Guzman (Gonzalo) için yapılan enternasyonal gösterilerde duyduk / duyuyorduk.
Sohbetimizde bütün bunlar bir film şeriti gibi geçti gözümün önünden. Şiirsel, sıcak, yalın ve yoldaşça konuşmalarından da cesaret alarak “bu çizgi yerine neden Türkiye Komünist Partisi?” anlamına gelecek bir soru sıkıştırdım araya. Gerekçeler öğreticiydi. Devrimciler, kırk parça oldu, dedi. Kürtlere biraz sitemliydi. Daha da önemlisi, devrimcilerin sanata, şiire, edebiyata, teoriye eskisi kadar meraklı olmadığını söylemesi oldu. Beni en çok da bu kısım ilgilendirdirdi. Diğerleri tartışılabilir. Buna benzer bir tecrübe ve tespit bende de var. Kurama, etik sunumlara, şiire, sanata, bir bütün olarak estetiğe, kitaba, kitabi olana, felsefi etkinliklere ilginin azaldığına ben de sahadan birisi olarak tanıklık ediyorum. Her ne kadar kişisel, felsefi çabamla bunu nispeten kırıyorsam da Behram’ın belirlemesi kritiktir.
Politik faaliyetleri estetik içerik ve araçlarla dile getirmesi, Behram’ın özgün yanlarından birisini oluşturur. Böylesi bir etkinliği, gazetecilik ve basın yoluyla yapması da bir başka özelliği olmuştur. Kitaplarından Batı dillerine çevirilenleri de dikkate alırsak Türkiye, Kürdistan, Ortadoğu ve Avrupa halkları tarafından da tanınan biri olduğu ileri sürülebilir. Eğer “militan edebiyat” gibi bir ifade kullanıyorsak bunun oluşmasında en büyük payın Behram’a ait olduğunu söylemek yanlış olmaz. Emperyalizm çağında ve Türkiye gibi ülkelerde şair ve sanatçı olmanın yetenek, bilgi ve birikim kadar cesaret de gerektirdiğini bilmeyenimiz yoktur. Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Enver Gökçe demekle yetineyim. Behram da bu çizgidedir. 1970’li yıllarda, “gençliğinin en genç yerini” zindanlarda geçirmiş olması manidardır.
Yaşına rağmen çizgisinde ve cesaretinde odaklanma vardı. Öte yandan Türkiye’yi, birçok çevre gibi dinci eğilimler üzerinden, hükümet partisi odaklı ele alması bana uygun görünmedi Behram’ın. Zira bana göre bugünkü rejim, temelleri yüzyıl önce emperyalizm tarafından kurulan sistemin devamından başka bir şey değil. Biçimsel farklılıklar meselenin özünü değiştirmez. Doğrusu, aktüel – politik konulara fazla girmedik. Behram’ın, sanat – politika ilişkisine bakışı da bana son derece düşündürücü geldi. Söylemek istediğini şu şekilde ifade edeyim: Günümüzde politika, sanatın tepesinde tepinen kötü bir güç ve disiplindir. Dolayısıyla sanatı, politikanın baskısından kurtarmak gerekiyor. Demek ki sanatın, politika içinde eritilip etkisiz hale getirilmesi yanlıştır. Baskı ve eritme ilişkisi yerini diyalektik ilişkiye bırakmalıdır.
Aktüel politika konuşurken de sıra kitap, düşünce ve edebiyat dünyasına geldi. Ülkemizdeki kültürel iklimi sordum kendisine. Eski ve yeni kuşaklar arasındaki farklar konusunda ne düşündüğünü öğrenmek istedim. Klasiklere başvurarak yanıtladı soruyu. Kaygusız Abdal, Pir Sultan, Dadaloğlu gibi halk şairlerine dikkat çekti. Sonra Sabahattin Ali, Behice Boran, Aziz Nesin, Nazım Hikmet, Ruhi Su… Bunları ve daha birçok kişiyi ekledi. Edebiyatımızın ve düşünce dünyamızın bunlara hasret kaldığını anımsattı. Konuşurken yüzü her zaman olduğu gibi güleçti. Bu gülümsemeyi, kendini gösteren sert bakışlar izliyordu. Kültürel iklimdeki düşüşe ve dünyadaki geriye çekilmeye rağmen umutlu olmak konusunda aynı paydada buluştuğumuz anlaşılıyordu.
Cesaretin felsefesine de geldi sıra. Edebiyat dünyasında bazı ilkler kanaatimce Behram’a ait idi. “Kundak” kavramını şiire soktu ve bir eserinin başlığı yaptı. “Dua” terimini de, içindeki idealist öze rağmen toplumcu şiirde bir tema haline getirdi. “Darağacında üç fidan” ve “ser verip sır vermeyen komünist” ifadeleri Türkçede birer konu ve kavram haline geldi. Behram, şiirlerini adeta müzik eşliğinde yazdı. Kürt ve Kürdistan gibi terimleri şiirimize sokan, “Lanetli Ömrün Kırlangıçları” adlı uzun öykü bağlamında söylüyorum ki, Diyarbakır’ı çekim merkezi yapan da Behram’dan başkası değildi. Çekim merkezi olan mekanlardan birisi de Dersim’dir.
Belki Dersim bağlamında daha da ilginci Türkçe ile Kürtçeyi birleştirerek şiir yazmasıydı. “Dersim’i Unutma Yoldaş” adlı şiiri anımsatıyor ve okumanızı öneriyorum. Şiir şu dizeyle biter: “Bımre koleti, bıji azadi.” Cesaret ve özgünlük derken Behram’ın, Yılmaz Güney’e yaptığı eleştirileri de not edelim (Yılmaz Güney ile Yasaklı Yıllarım). Güney, benim açımdan yerel sınırları aşmış enternasyonal bir klasiktir. Öte yandan hiçbir şahsiyet gibi eleştirilmez ve tabu da değildir. Daha önemlisi gün, Yılmaz Güney ve devrimci, demokratik değerlerimizi eleştirme, yıpratma zamanı değildir. Onlara katılma, onları anlama, öğrenme ve onlarla dayanışma içinde olma zamanıdır.
Konuşmasında benden de söz etti Behram. Görüşemiyor olsak da medyadan, sosyal medyadan birbirimizi izlediğimiz de ortaya çıktı. Felsefi, estetik ve entelektüel çalışmalarımı taktir ettiğini, mutlu olduğunu ve sevinip moral bulduğunu söyledi. Sohbet bazen, entelektüel olmaktan çıkıp somut, sade insan ilişkilerine, bireysel konulara yöneldi. Bazen insani ilişkiler politik, estetik, ideolojik tavırları da geride bırakabiliyor. Somut, canlı, dayanışma kökenli insani ilişkiler daha anlamlı olabiliyor. Sınıflar ortadan kalktığında, belki de geriye politika, sanat, felsefe veya fraksiyoner rekabetler değil, sade, canlı, sıcak insan ilişkileri kalacak. Konuşmaya böyle bir dünyanın kurulması için gerekli olacak mücadeleye dikkat çekmemiz damga vurdu diyebilirim.
Bitirirken şunları da ekleyeyim. Bu görüşme, benim talep ve isteğimle oldu. Birçok arkadaşımın bir süredir benden Nihat Behram’ı soruyor olması da önemli bir motivasyondur. Şair, sanatçı, sosyal ve politik aktivist olarak her zaman aklımda kalmıştır. Diyaloğumuz zaten kopuk değildi ama nispeten zayıftı. Bundan böyle daha güçlü bir şekilde yurtiçi ve yurtdışında sürecek. Belki Yılmaz Güney bahsinin açılıp açılmadığını da soranlar olabilir. Tamamen zaman darlığından dolayı konuşamadık. Fakat değişik bir bağlamda Yılmaz Güney konu edildi.
Bildiğiniz gibi Eylül ayında yitirdik Güney’i. Onun için her yıl anmalar yapılıyor. Bu sene de Eylülün son haftası Köln’de geniş katılımı, büyük bir Yılmaz Güney anması yapılıyor. Afişte Behram’ın da adı yer almaktadır. Umarım Yılmaz Güney’in faşist devlete karşı bir komünist sanatçı olduğunu vurgulayacaktır. Güney’i en iyi tanıyanlardan birisi olduğu – vakti zamanında- Güney dergisinin ve film şirketinin yöneticisi olduğu için en etkili konuşmayı Behram yapacaktır. Ayrıca Güney’in Türkiye proletaryası için savaştığını ve Kürtlerin self determinasyon hakkını savunduğunu da sözlerine ekleyecektir.