Bir pazar sabahı buluştu iki arkadaş. Aynı gelenekten iki kişiydiler. Alişer, diğerine oranla nispeten genç sayılırdı. Elindeki termosu göstererek “hanım çay demlemiş, sağolsun” dedi. Sabahın seherinde yol boyu yürümeye başladı Alişer. Birazdan Gürdal da göründü. Elinde iki koli erzak vardı. Morali iyiydi. “Sigara, çay ve kahvaltı malzemesi var” dedi. Birlikte otobüse doğru yürürken akıllarında psikoloji bölümünden yeni mezun olan komşuları Kadriye vardı. Esmer, iri vücudu ve büyük yüzleri olan biriydi Kadriye. Onu tanıyan bir çok kişi “Fahriye Abla” şiirini anımsardı hemen.
Biliyorsunuz, Ahmet Muhip Dranas’ın güzel bir şiiridir “Fahriye”Abla”. Sosyal içerikli, estetiği belirgin olan, cinsel çağrışımlı bir şiir. Kadriye’ye birazdan tekrar değineceğim. Bahçelievler Cemevi’ne doğru ilerledi iki arkadaş. Kitle toplanmaya başlamıştı. Sevgi, saygı ve kolektif bir ruh hakimdi ortama. Cemevi başkanı Ufuk Bektaş, güleryüzle ve dostluk duyguları içinde karşıladı gelenleri. Samimi ve güven veren bir sesle topluluğu otobüsün geldiği tarafa doğru yönlendirdi. Birkaç da özel otomobil olduğu söylendi.
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin Güngören Şubesinin üyeleri ise sabahın erken saatlerinde şube önünde toplandı. Seksen veya yüz civarı insan vardı. Kadın üye ve yöneticiler, işin başındaydı. Erkekler sanki ikinci planda kalmıştı. Komünal dönemin anaerkil ilkeleri galiba yeniden neşet etmişti. Derneğin Nazım dayısı, kadınların etkisini görünce “Batılılar gelsin de Rönesans görsün” demekten kendini alamadı.

Nazım dayı dedimse kendisi ocakzade ve dede olarak bilinir. Dedelik yapan biri değil. Kızılbaşların kendine özgü konuşması, dili, söylemi, jargonu vardı derneğin bulunduğu sokakta. Nazım dayı “canlar, pirler, bacılar” diyerek kadınlara moral motivasyon vermeyi ihmal etmiyordu. İki otobüs belki üç otobüs can birikti Güngören’de. Herkes dernek başkanı Kenan Yerlitaş’ı soruyordu. Hasta olduğu söylendi. Geçmiş olsun dilekleri, kulaktan kulağa birbirini izledi. Songül hanımın sesi duyuldu bir aralık: “Bir şey unutmayalım” demesine rağmen pilav pişirilecek kazanı unuttuklarını, ormanda, piknik alanında fark etti ancak.
Ev sahibi, Güngören şubesiydi. Piknik alanına biraz geç kalmışlardı ve üyeler geniş bir alana yayılmıştı ormanda. Oysa sahneye yakın olmak gerekiyordu. İki kurum bir arada olmalıydı. Songül hanım, Nazım dede, Alişer, Kadriye hanım birlikte kitleyi sahne etrafında topladılar. Uzaktaki masalar sürüklenerek bir araya getirildi. Ben de katıldım dostların toparlanmasına. Songül hanım bizim için bir protokol masası hazırladı. Programın müzisyenleri, konuşmacıları protokol masasının çevresinde pozisyon aldılar.

Protokol dedimse pek de ayrıcalıklı değil yani. Çünkü Kızılbaş kültüründe toplumsal hiyerarşi yoktur. Ayrıcalıklı durum genellikle biçimseldir. Ayrıca kahvaltının birbirine eklenmiş masalarda, hep birlikte yapıldığını da anımsatmak lazım. Toprak ve çimlerin kokusu eşliğinde, çamların gölgesinde, Alevi deyişlerini dinleyerek toplu kahvaltı yapıldı. Kahvaltı bir ritüel gibiydi, bir – iki saat sürdü. Günün programı yazılı hale getirildi sonra. Ufuk Bektaş’ın, Kızılbaş kültürüne vurgu yapan sunumu ve kitleyi selamlaması vardı sırada. Ben de 15 dakikalık bir sahne almış oldum. Savaş karşıtı, barış yanlısı ve özgürlük temalı kısa bir konuşma yaparken her iki kurumun katılımcılarını da selamlamış oldum. Program sunucusu Tuğçe Özdemir de, 2 Temmuz katliamını anımsatmayı ihmal etmedi. Peşinden Kenan Yerlitaş’ın pikniğe gönderdiği mesajı okudu. Mesajda şu ifadeler dikkat çekiciydi:
“Değerli canlar,
kıymetli yoldaşlar,
Pir Sultan’ın nefesiyle hakk aşkıyla, gönülden gönüle selam olsun hepinize. Bugün burada yalnızca bir piknik için toplanmadık. Biz bu sofraya yalnızca lokmamızı paylaşmak için oturmadık. Bugün burada, dağların görkemi, toprağın bereketi, gökyüzünün sonsuzluğuyla birlikte, yüreğimizi birleştirmek, yolumuzu büyütmek için bir araya geldik. Bu birliktelik, sadece bir buluşma değil; bin yıllık direncimizin, inancımızın, kardeşliğimizin bir ilanıdır. Bizler Kızılbaşız. Binlerce yıldır zulme karşı duran, mazlumun yanında saf tutanlarız. Bizim yolumuz; Hakk’ın, adaletin, eşitliğin, paylaşmanın ve sevginin yoludur.”
Söylemeye bile lüzum yok ki gün, yoğundu. Yoğunluk içinde başlık baktığım “oyun” konusu en büyük yoğunluğu oluşturdu. Halk türküleri, deyişler, amatör sesler gün boyu kulaklarımızın pasını açtı. Gençler, çocuklar, kadınlar, birlikte getirilen ev köpekleri ve kediler de hoşça vakit geçirdi. Öyleden sonra “çeşitli şişeler” açıldı. Kadehler kaldırıldı, demler alındı. Hak ile hak olundu. Semahlar dönüldü. En çok da davul – zurna ekibi ilgi gördü. Sevgili Besim, klarneti kah ağlattı, kah güldürdü. Sıklıkla da canlı, hareketli ezgiler seslendirdi. Kitlesel halaylar çekildi.
Alişer, “politik halay” konusunda son derece tecrübeli idi. Halay başı oldu bir iki defa. Amma ve lakin kadın canlar, halayda da baskın çıktılar. Sahneyi sürekli kadın figürleriyle doldurdular. Orman kadın sesleriyle şenlendi. Çünkü hem oynuyor hem de söylüyorlardı. Civardaki kuşlar da bu kadın seslerine, ezgileriyle eşlik ettiler. Izgara kokusu, etli pilavın buharı burunlara dokundukça iştahlar kabarışını sürdürdü. Ansızın bizim masada bir dalgalanma oldu. Yeni arkadaşlar katıldı Pirlerin safına. Gelenler, kendileri de Alevi aktivisti olan Tarkan ile akademisyen Bindal idi. Konu onlarla birlikte Dersim ve Munzur gözelerine kadar genişledi. Politik bir atmosfer hakim hale geldi. Siyaset bilimi, psikoloji, oyun teorisi, etik, estetik gibi kavramlar masada gidip gelmeye başladı. Yeni konuklara “aslan sütü” ikram edildi. Çerez, etli pilav ve salata da konuldu masaya.
Piknik boyunca benim en çok ilgimi, yapılan halaylar, gün boyu süren oyunlar çekti. Tarkan’a göre Platon demişti ki, “aşk aşığı kendinden geçirir.” Aslında oyun da insanı kendinden geçiriyor. Tartışma Kadriye’nin konuyu açmasıyla başladı. Ona göre bu oyunlarla kitle, içindeki kurtları döküyor, özgürlüğünü gerçekleştiriyor. Burada özgürlüğe vurgu yapılması önemli elbette. Kadriye hanıma sorarsanız insan, ormanda, oyun içinde, bastırılmış cinselliğini özgürce gerçekleştiriyor. Cinselliği duyunca “bu görüşler Freudçu” diyerek bir ikazda bulundum. Freud’u savunduğunu söyledi Kadriye. Ona göre bastırılan cinsel içgüdüler, baskının bittiği koşullarda kendini gösteriyor. “Neden erkekler değil de kadınlar oyuna düşkün?” denilerek bir soru soruldu kendisine. Kadriye hanım, geriye kaykıldı, masadaki sürahiden bir bardak su doldurdu. Biraz zaman kazandı anlaşılan.
Kadriye’nin söylediklerine itibar edilirse kadınlar daha fazla baskı gördükleri için özgürlüğe daha çok tutkun oluyorlar. Bu da oyun oynamaya yansıyor. Kadriye’nin sözünü bitirir bitirmez Alişer konuştu. Ona göre kadınlar yalnız oyun konusunda değil, bu baskıdan dolayı sınıf mücadelesinde de öne çıkıyor. Tartışmanın derinleşmesi şundan da belliydi ki, Tarkan’ın soruları soyut özellikler gösteriyordu. Soru bana biraz tuhaf gelmişti: Ormandaki oyun mu, Ormanın Oyunu mu, biçiminde bir soruydu. Neyse ki tertip komitesinin “piknik bitti” demesi, bizi derin tartışmalardan kurtarmış gibi oldu. Soruların derinliği ve karmaşıklığı belki de yeni bir pikniğin fitilini ateşleyen cinstendi.