Aydınlanmaya yol açan başlıca düşünsel gelişmeler Rönesans ve Reform hareketleridir. Daha doğrusu bunlara zemin teşkil eden iktisadi devinimlerdir. Aydınlanmanın ilk filozofları olarak genellikle René Descartes, Gottfried Wilhelm Leibniz, Baruh Spinoza kabul edilir. İngiltere’de David Hume, John Locke ve Thomas Paine da kurucu isimler arasındadır.
Aydınlanma felsefesinin en güçlü ayağı Fransa’dır. Denis Diderot, Claude Adrien Helvétius, Baron d’Holbach, Montesquieu, Conderce, Condillac, Jean-Jacques Rousseau, Voltaire dikkati çeker. Almanya’da Johann Gottfried Herder, Immanuel Kant, Christian Wolff ile Aydınlanma, teorik formunu bulmuştur. Kant’ın Aydınlanma Nedir? başlıklı makalesi anılmaya değerdir.
Şöyle de söylenebilir: Aydınlanmanın temelleri İngiltere’de atılmıştır. Kitleselleşme Fransa’da oldu. Onun yaygınlaşmasını da Fransız filozofları yaptı. Aydınlanmacılığın teorisini ise Almanlar, Kant yaptı diyebiliriz. Almanlar devrimi değil ama felsefe ve teoriyi çok seviyor. Aydınlanma deyince devrimler tarihi ve özellikle Fransız İhtilali’nden söz etmek kaçınılmazdır. Robespiere ve Napolyon gibi şahsiyetler de kendinden mutlaka söz ettirir.
Rönesans, Reform, Aydınlanmacılık
Aydınlanmacılık nitel bir kesinti ve düzey değildir. Düşünsel evrimin bir devamıdır. Hıristiyanlık, Yahudiliği yetersiz bulmuştur. İslam da Hıristiyanlığı yetersiz bulur. Reform ve Rönesans ise dinleri sorgulamanın ve aşmanın adı olmuştur. Düşünsel evrim Aydınlanmacılıkla devam eder. Aydınlanma ve bilimciler, genel olarak modernizm de bütün bu dinleri ve kendinden önceki düşünme yöntemlerini, düzeylerini eksik ve belki de hatalı bulur. Belli ki, bu evrimsel çabaya rağmen, liberal teorilerin iddia ettiği gibi dinden ve Tanrı fikrinden kopma mümkün olmamıştır.

Modernizmin ürünü olan bilim ve konumuz olan Aydınlanmacılık kutsal dinlerden bir kopuş değil sürekliliktir. Kutsal dinlerin yanına modern dinler eklenmiştir. Yurttaş dini, doğa dini gibi. Eski sömürücü sınıfların yerini modern sömürücü sınıflar almıştır. Klasik kölelik düzeni ise yerini modern kölelik düzenine bırakmıştır. Misal, modern Türkiye cumhuriyeti kurulduğunda klasik dinlerin yanına modern din de (milliyetçilik, sekülerizm, hukukilik, bilimcilik) eklenmiştir. Demiş oluyoruz ki Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’dan sonra dördüncü din olarak Aydınlanmacılık dini ortaya çıkmıştır.
Aydınlanma felsefesi deyince, 18. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan bilgi felsefesinden ziyade toplum felsefesi, siyaset felsefesi, sanat felsefesi, eğitim felsefesi, din ve ahlak felsefesi, hukuk ve devlet felsefesi gibi konuları anlamak gerekiyor. Aydınlanmacılıkla feodal despotluklara karşı hoşgörüye dayalı modern toplum düzenleri savunulur. Kandit gibi sanat eserlerinde, Filozofça Söyleşiler ve Rousseau’nun eserlerinde bunları izleriz. Dinsel yönetimlere karşı seküler / laik devlet ve toplum biçimleri öne çıkarılmıştır. Dinsel inanç, Tanrı ve kilise kurumlarının yerini akıl, okul ve bilimsel düşünüşün alması öneriliyor.
18. yüzyılda, Fransa’da iktisat açıdan yeni bir düzen görüyoruz. Feodalizmin yerini kapitalizm, derebeylerin yerini burjuva sınıfı alıyor. Kapitalizm ile feodalizm arasındaki çatışmaya tanıklık ediyoruz. Serflik geriliyor işçi sınıfı ortaya çıkıyor. Sömürü düzeni köle ve köylülerden çok işçi sınıfı üzerinden yürüyor. Savaşlar ise otuz yıl savaşları, yedi yıl savaşları gibi adlar alarak devam ediyor. İngiliz, Amerikan ve Fransız burjuva devrimleri de Aydınlanma döneminde gerçekleşen hadiselere paralellik gösterir. Marksizm açısından bakılırsa Aydınlanmacılığı savunmaktan çok sorgulamak gerektiği de anlaşılmış oluyor. Sorgulanması gereken bir klişe daha var: Marksizm, Aydınlanmanın çocuğudur!
Aydınlanma ve Din
Aydınlanma düşünürleri din bakımından da eskiye oranla değişik görüşler ortaya çıkardılar ve benimsediler. Voltaire, Rousseau ve Diderot, her üçü de dine ve Hıristiyanlığa karşı eleştirel tavır aldılar. Yine de hiç bir zaman din ve Tanrı’dan kopmadılar. Voltaire ile Rousseau, din karşıtı olmakla, daha doğrusu dini sorgulamakla birlikte, Tanrı inkarına gitmediler. Diderot ise Tanrı’nın da olmadığı kanaatindeydi. Yine de “ya varsa” diye sormaktan kurtulamadı. Ahlak ve erdemli olmayı da doğa ve toplumdan giderek açıkladılar. Tanrı’nın rolünü sınırladılar. Öte yandan bu konularda açık ve tutarlı bir tavır geliştiremedikleri de bir realite olarak karşımızda duruyor. Zira sıklıkla şüpheci tavırlar da almışlardır. Belki dönemin baskısından da olabilir!
Kısacası, Voltaire, Rousseau ve Diderot’un genel eğilimi kaba materyalizme imkan vermediği gibi onlar için tarihsel materyalizm de mümkün olmamıştır. Kiliseye karşı, net ve radikal olmasa da laik / seküler eğilim içinde oldular. Mutluluk, huzur, adalet gibi değerler kişisel ve toplumsal yarar üzerinden açıklanmıştır. Aslında din ve Hıristiyanlık da yarar konusunu dinsel yarar şeklinde ifade etmektedir. İki anlayışın (Kilise ve Laiklik) sınıf içi çatışmasından söz etmek yanlış olmaz. Bugün de benzer çatışmalar sürmektedir.
Aydınlanmacılığı din ve ülkemiz açısından da düşünmek gerekir. Mustafa Kemal, Rousseau’dan çok Hobbes’a benzer. Hobbes çift başlı kartalı tek başlıya çevirir. Yani din ve siyaseti, siyasetin tekeline verir. Mustafa Kemal de bunu yapmıştır. Dini, siyasetin içinde etkin kılmıştır. Üstelik dini teke indirdiği gibi kendisi de bir Leviathan kurmuş ve monark olmuştur. Aydınlanmanın bu “mutlak otorite”sine karşı postmodernizm başta olmak üzere çeşitli çevrelerden sert eleştiriler olmuştur.
Aydınlanma ve Burjuvazi
Tarih sahnesine yeni bir sınıf çıkmıştır: Burjuvazi. Üstelik bu sınıf 1700’lerin başlarına gelindiğinde Avrupa’da egemen sınıf konumuna yükselmiş. İktisadi alanda olduğu gibi siyasal alanda da etkindir. Burjuvazi, dünyanın halklarını köleleştiren, sömürge haline getiren bir sınıftır. Böylesi bir değişiklik doğaldır ki kültürel ve felsefi planda yeni düşünceler ortaya çıkarır. Voltaire, Rousseau ve Diderot gibi filozofların sınıfsal yapısı da bu duruma uygunluk gösterir. Peki Aydınlanmacı felsefenin ve/veya düşüncenin “olumlu” yanları da var mıdır?
Teolojiyi olsun, özellikle de Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gericiliği dikkate alındığında olumlu yanlar barındırdığı düşünülebilir. Keza Roma, Bizans, Rus ve Osmanlı despotizmi karşısında da “olumlu” bir işleve sahip olduğu varsayılabilir. Çünkü Aydınlanma düşüncesi eskiye karşı yeniyi ve eleştirel bakışı temsil eder. Ne var ki ortaya koyduğu toplum, yönetim ve demokrasi anlayışı olarak faşizmin temellerini atan bir düşünce sistemine tekabül eder. Bu düşünceyi temsil edenlerin orta sınıflara mensup olmaları not edilmelidir. Voltaire misali köle ticareti yapıp palazlanan kimseler bile vardır.
Sömürge ve köle ticaretinin zirve yaptığı bir döneme “aydınlık” demek, buna önderlik eden burjuva sınıfına da “ilerici” bir rol yüklemek, egemen sınıfların öteden beri, kitleleri manipüle etmek amaçlı uydurdukları kocaman bir yalanıdır. Nitekim Rönesans ve Aydınlanmacılık çağı denilen süreç, Ortaçağ karanlığından Yeniçağ karanlığına, feodal diktatörlüklerden modern diktatörlüklere, derebey diktatörlüklerinden aydınlanma diktatörlüklerine, kilise despotizminden aydınlanma despotizmine doğru bir yönelim olduğu süreçtir.
Eğer bu süre zarfında ortaya çıkmış haklar ve özgürlükler söz konusu ise bunlar da emekçi sınıfların ve ezilenlerin yürüttükleri mücadele sayesindedir. Spartaküs ayaklanmasını ve Şeyh Bedreddin Devrimi’ni anımsatmakla yetiniyorum. Dolayısıyla Fransız Aydınlanması ve Fransız Devrimi denildiğinde benim aklıma emekçi sınıfların temsilcisi olan ve Fransız egemen sınıfları tarafından 1797’de katledilen Babeuf gelir. Bir de Fransız egemen sınıflarına karşı kadın mücadelesinin önderi olarak bilinen ve yine “devrim yılları”nda katledilen Olmpy de Gouges…