Savaşın Felsefesi Bakımından
ULUSAL VE EVRENSEL BARIŞ
Bir olgunun veya olayın felsefesi denildiğinde aynı zamanda onun arkesinden (arkhe) söz ediyoruz demektir. Bir şeyin felsefesini açıklamak, olay veya olgunun ne olduğunu bilmek, bunun için de onun arkeolojisini yapmak zorunlu oluyor. Barış sorununun felsefesine de bu noktadan bakmak yanlış olmayacaktır. Ayrıca başlıkta da görüldüğü gibi barış, ulusal barış ve evrenselliğin birbiriyle diyalektik bağını da bilmek gerekli görünüyor. Böyle bir tartışmada genel olarak barışın ama özellikle ebedi barışın felsefesini açığa çıkarmak son derece önem arz eder. Buna göre yanıtlanması gereken soru şudur: Barışın ve savaşın arkesi nedir, bunlar ne’den kaynaklanır? Zerdeşt TV’de bu soruların yanıtını aradık. Programın moderatörlüğünü yapan Kemal Varol’un sorularını yanıtlarken barış felsefesi Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’daki siyasal, aktüel gelişmelere kadar genişledi. Bu yazıda programın içeriğinden kısa kesitleri bilginize sunmak istiyorum.
Thales’e göre varlıklar su’dan neşet etmişti, Platon için şeylerin doğası idealardan gelmektedir. Şimdi barış ve savaşın doğasını bir kez daha sormak gerekiyor. Bu sorunun yanıtını arayan her göz veya tarihçi, komünal toplumlarda savaşın olmadığını bilir. Savaşın olmadığı bir dünyada barış da söz konusu olmayacaktır. Savaş, komünal toplumdan uygar topluma geçişle birlikte doğmuştur. Uygar toplumun özelliği, sınıfların varlığına imkan vermesidir. Sınıflar ise artı değerin zorunlu sonucu olarak vardır. Dolaysıyla savaşın arkesi, bizi artı değer konusunu anlamaya götürür.

Savaş deyince toplumsal artık kavramının altını çizmek kaçınılmaz görünüyor. Savaşı, toplumsal artığın değişik bir formu olarak tanımlamak olasıdır. Clausewitz, savaşı silahlarla sürdürülen siyaset olarak betimlerken bir noktayı eksik bırakmıştır: Ekonomi. Çünkü siyaset, Lenin’in de vurguladığı gibi iktisadın yoğunlaşmış biçimidir. Savaş idealist felsefelerde ve örneğin Hegel’de Geist’ın görünüşe çıkmış formu olarak görünürdü. Burada Geist’ı, bilinç, idea, hukuk, ruh olarak tasvir etmek yanlış olmaz. Üstelik Hegel için savaş, amaca ulaşmak için başvurulması gereken zorunlu pratiktir. Benzer anlayış Herakleitos için de geçerlidir.
Marx ise savaşı, bilinçten, olması gerekenden, hukuktan hareket ederek açıklamazdı. Birikmiş emek, artı değer, toplumsal artık, üretim gibi iktisadi olgulardan giderek açıklardı. Dolayısıyla savaş, Geist’ın değil artı değerin form kazanmış şiddet ortamı olarak belirlemek lazım gelir. Aynı zamanda savaş, her zaman var olan bir fenomen de değil, tarihsel olgu olarak var olan bir hadisedir. Dolayısıyla da Marx’a göre uygar / modern tarih, sınıf mücadelesi tarihinden ibarettir.
Sunumda da altı çizildiği gibi savaşın ortadan kalkması için sınıfların ortadan kalkması şarttır. Sınıf ve sömürü gerçekliği, kendini tek tarzda göstermiyor. Programda da belirttiğimiz üzere emek – sermaye çatışması temel formu oluştursa da sermayenin sermaye ile çatışması formuna da bürünür. Keza savaş, emeğin emekle rekabeti biçiminde de gerçekleşir. Emperyalistler arası savaşın da altını çizmiş olalım. Çatışma, hangi tarzda olursa olsun, bütün sorun toplumsal zenginliğin (artı değer) gaspını hedefler. Savaşın olmaması için toplumsal artığın olmaması gerekir. Bunun için de üretilenin, üretene ait olması tek çözümdür.
Sınıf talepli savaşlar olduğu gibi ulusal (milli) talepli, inanç temelli, kimlik talepli savaşlar da vardır ve bunlar elbette meşrudur. Kürdistan halklarının taleplerini ise esasen ulusal talepler çerçevesinde değerlendirmek yanlış olmaz. Son yıllarda Kürt emekçi sınıflarının ve bölge genelinde sınıfsal, cins ve ekolojik talepleri de temsil ettiği bir realitedir. Böyle bir hareketin barış talebi de, anılan somut durum ve talepler üzerinden gerçekleşmesi beklenir. Öte yandan her sorunun ve savaşın bir sınırı, doğası ve amacı vardır. Her savaş, en az bir nedenle vardır. Bu neden ve/veya nedenler ortadan kalkmadan savaşlar son bulmaz! Ayrıca savaşlar, herhangi bir “milli lider” veya “devlet adamı”nın bir çağrısıyla, bir önerisiyle de ortadan kalkmaz!
Savaşın bitmesi, onu ortaya çıkaran koşulların, sorunların çözülmüş olmasını gerektirir. Sınıf savaşları, ancak sınıfların ortadan kalkmasıyla son bulacağı gibi ulusal savaşlar da ancak ulus devletlerin kurulmasıyla son bulabilir. Ulus devletlerin gerekli olmadığı koşullarda ise ulusal taleplerin karşılandığı koşullarda barış sözkonusu olabilir. Kaldı ki, programda da dikkat çektiğim gibi pratikte barışın vuku bulması, tarafların güçleriyle doğrudan ilgilidir. Örneğin denge durumunda barışın sözkonusu olduğu pek görülen bir hadise değildir. Barış süreçleri, iki tarafın veya taraflardan birinin yengisini, diğerinin yenilgisini gerektirir. Ateşkes anlaşmaları bile bu koşullarda gerçekleşir.
Türkiye ve Kürdistan cephesinde savaşın düzeyi ve taraflar arasındaki denge nedir, bu da ayrı bir tartışma konusu olsa gerek. Konunun, görüşmelerin ve heyetlerin hareket tarzına bakarak barışı, heyetlerin, meclisin veya kişilerin iradesiyle açıklamaya çalışmak da yanlış olur. Sınıfsal sorunlar gibi ulusal sorunlar da aynı zamanda sermaye ve pazar sorunudur. Kürt ulusal mücadelesinin taleplerine, mücadelesine karşı barışla karar verecek olan Türk büyük burjuvazisi olacaktır. Parlamento, genellikle kapitalistleri ve sermaye ilişkilerini gizlemek için vardır. Bu yüzden de hükümette hangi partinin bulunmasının da bir önemi yoktur.
Devletin merkezi politikaları söz konusu olduğunda ilk ve son söz her daim sermayenindir. Dolayısıyla en az yüz yıllık geçmişi olan bir sorunu bir kaç şahsiyetin ya da parlamenterin adeta “masa başı hamleleri”yle çözüleceğine inanmak abesle iştigal olur. Çünkü tekrar etmek gerekirse barış, ancak güç dengelerinde köklü bir değişiklik olmuş ve talepler karşılanma düzeyine gelecek denli olgunlaşmışsa gerçekleşir.
Böylesi koşullarda ortaya çıkacak bir sonuç ve uzlaşma bölgeye “ulusal barış” açısından bir rahatlama getirecektir elbette. Yine de hayalci ve iyimser olmak için yeterli neden bulunmuyor. Çünkü ulusal barışlar “evrensel barış” süreçlerine verilmediği müddetçe, insanlığın tarihi hep hayal kırıklıkları ile geçiyor. Dolayısıyla “yerel barış” da diyebileceğimiz ulusal barışlar gereklidir ama yeterli değildir.
Emekçi sınıfların, enternasyonal proletaryanın ve dünya halklarının, ulusal barışları, sınıfsal barışlara, başka bir deyişle yerel barışları evrensel barışlara taşıması kaçınılmazdır. Kısacası programda yakın hedef olarak yerel ve ulusal barışları savunmakla birlikte uzak hedef olarak da evrensel çerçevede ebedi / sonsuz barışın tesis edilmesi için mücadele önerisinde bulunduk.