Salı akşamı çok sayıda sanat ve resim severle bir araya geldik (15.10.2024). Şişli Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde Muzaffer Oruçoğlu’nun maden temalı tablolarının sergisi vardı. Sergide elli civarında, sürrealizm akımına uygun diyebileceğim bir tarzda yapılmış tablo bulunuyordu. Açılışta benim de tablolara ve ressamın estetik, politik yönüne ilişkin kısa bir konuşmam oldu. Doğa İçin Sanat Derneği de sergiye paralel olarak “Maden mi Yaşam mı” başlıklı bir panel düzenlemişti. Panelin konuşmacıları ise kamuoyunun bu konularda yakından tanıdığı mühendislerden Cemalettin Küçük ve Mehmet Torun idi. Serginin Amasra maden faciasının ve Ekim Devrimi’nin yıldönümüne denk getirilmesi de ayrıca not edilmesi gereken bir husustur.
Oruçoğlu, resim sanatında soyutlamalara aşırı bir merak göstermektedir. Sanatçının resimleri ile romanları arasında soyutlama bakımından farklar olduğu da öteden beri söylenir. Tablolardaki soyutlamanın aşırı olduğunu, sanat nesnesinin kaybolduğunu ileri sürenlerin sayısı da az değildir. Gerçekten de doğal bilinç ya da düz mantıkla bakıldığında Oruçoğlu’nun resminde adeta bir tür irrasyonellik kendini belli eder. Üstelik bu özellik maden ocağı, maden işçisi, madenci ailesi resmedilirken de hissediliyor. Oysa daha felsefi, estetik ve dikkatli bir gözle bakıldığında soyutun içine gömülmüş somut nesne, olgu, ilişki ve dahası anlamı görmek zor olmuyor.
Sanatçının bir çok sergisinde olduğu gibi bu açılışta da tabloları izleyen bazı resim meraklısı dostların “bu nasıl madenci, bu nasıl maden, bu nasıl göz, burun?” dediğini duymam beni şaşırtmadı. Bu eleştiri ve beklentiler “gerçekçilik” adına eserin, nesnesine benzemesini arzulamaktan kaynaklanıyor. Oysa bu beklentiye yanıt veren gerek gerçekçi gerekse eleştirel gerçekçi eserler dönemi, bir bakıma geleneksel sanatçının dünya görüşü olarak tarihteki yerini almıştır. Çağın sanat ve resmini toplumcu gerçekçilik dünya görüşü ile düşünmek daha doğru olur.
Konuşmanda da işaret ettiğim gibi Oruçoğlu’nun sanat anlayışını toplumcu gerçekçi akımın da bir adım ilerisinde düşünmekte fayda var. Maden resimlerinin ve Grizu romanındaki birçok kahramanın durumundan ve bilhassa 4. Kitap’taki Cuma karakterinin durumundan bunu anlamak mümkündür. Bu tür tasvir, tip, figür ve içeriklerden hareketle önerdiğim terim “diyalektik toplumcu gerçekçilik”tir. Vurgulamaya bile lüzum yok ki burada vurgu gerçekçiliğe değil diyalektiğe ve toplumculuğadır. Toplumculuk derken sosyalizmi kastediyorum. Açılışta da belirttiğim gibi resimlerin içeriği bize sosyalizm ile birlikte özellikle komünizmi düşündürür.
Komünizm yeni bir dünyadır. Bunun resimdeki izdüşümü ise yeni bir insan, yeni bir göz, yeni bir kulak, yeni bir dil, organ, mekan, zaman, biçim, öz… Bu yüzden birçok resim severin veya resim ve sanat eleştirmeninin “bu nasıl madenci” veya “bu nasıl madenci karısı” demesi manidardır. Zira Oruçoğlu resminde aranan, yalnızca bugünün ve bu dünyanın insan ve ilişkileri olduğu müddetçe bu türden eleştirel sorular da eksik olmayacak demektir. Diğer tablolarında olduğu gibi maden temalı bu tablolarda da geçmişe, şimdiye ve geleceğe ilişkin unsurlar birlikte aranmalıdır.
Maden temalı tablolara bakıldığında Oruçoğlu’nun kendisine özgü bir tarz yarattığını fark etmek zor olmuyor. Biçim ve içerik açısından bunun “yeni” olduğunu, Osmanlı – Türkiye resim geleneğinden estetik bir kopuşu temsil ettiğini söyleyebiliriz. Şüphesiz ki sanatçının eserleri, estetik değerler yanında etik ve politik değerler de taşıyor. Madenci sergisini bu bağlamda düşünürsek serginin adının da bir hayli düşündürücü, didaktik ve politik olduğu da hemen dikkat çekiyor: Işık Yeraltında.
Serginin ismini sordum. Düzenleyenler değil sanatçının kendisi koymuş. Önceki yüzyıllarda olduğu gibi 21. yüzyılda da dikkatin yeraltına çekilmesi zihinleri provoke eden cinstendir. Yalnız madenciler yeraltında direnmiyor. Emekçiler ve ezilen halklar da yeraltından hareketle dünyaya ışık yaymanın ruhsallığı içindedir. Biraz mizah katarak söylersek resmi ideolojinin “istikbal göklerdedir” öz deyişini tersine çevirmek olmuş. Gökyüzü değil yeraltı işaret edilmiş. Kendi politik biyografisi ile de örtüşüyor. Madenciler ve Oruçoğlu, yeraltı insanı olarak karşımıza çıkıyor.
Sanatçının politik yaşam öyküsü de dikkate alındığında “yeraltı” vurgusu ayrıca da anlam kazanır. Böylesi durumlarda düz anlama ile estetik anlama iç içe giriyor. Gerek sergideki resimlere gerekse de serginin adına dolaylı gözle değil de doğal gözle bakıldığında yeraltı, bizi emek, üretim ve uygarlık gerçeğine taşır. İnsanlık bugün bir zenginlik yaşıyorsa bunu en çok da yeraltından ışık yayan maden emekçileri sayesinde yaşıyor. Bu günkü dünya yani yer üstündeki dünya yeraltında kuruldu! Dolayısıyla yer altında yalnızca maden çıkarılıyor demek yanlış olur, orada yaklaşık 200 yıldır uygar dünyanın temelleri atılıyor.
Sergideki tablolar bir ölçüde uygarlık sürecini ve onu var eden yer altını resmediyor diyebiliriz. Resimlerin rengine siyahın sinmiş olması, ışık gölge tekniklerinin yeraltı ruh dünyasını yansıtması not edilmesi gereken bir başka husustur. Şu günlerde dünyada olduğu gibi ülkemizde de maden işçilerinin hak alma mücadelesinin sürdüğü düşünülürse resimlerin ve serginin bir aktüel boyutundan da söz etmek kaçınılmaz görünüyor.
Serginin ilk gününde insanların maden tablolarına ilgi göstermesi önemlidir. Okmeydanı – Mecidiyeköy arasında yer alan sergi solununa uğrarsanız tanıdık yüzler de görürsünüz. Ayhan, Devrim, Akın, Ergüder Oruçoğlu bunlardan bazıları. Açılışta avukat Feyzi Çelik, Göksen Ezeltürk, Cemil, Hasan, Zafer, İbrahim Ekinci gibi isimler de yer aldı. Konuşmalar yapıldı. Feyzi ile konuşurken resimlerdeki renklere dikkat çektim: Alev rengi, siyah, kızıl ve kahverengi kendini hemen belli ediyor. Bu renk bileşkesi, izleyiciyi adeta yeraltına taşıyor. Tablolara bakılırsa yeraltında yalnız madenkeşler değil atlar, eşekler, kuşlar, çocuk işçiler de sizi bekliyor.
Serginin açılışında Muzaffer Oruçoğlu’nun gönderdiği mesaj da okundu.
Mesajı paylaşarak bitireyim:
“Sergiye katılan tüm resimseverleri sevgiyle selamlıyorum. Doğa için Sanat Derneği başta olmak üzere sergiyi düzenleyen, emek veren arkadaşlara ve sergi salonunu bizlere sunan Nazım Hikmet Kültür Merkezi yöneticilerine teşekkür ediyorum.
Bu sergi, Zonguldak’tan sonra Türkiye’de açılan üçüncü maden sergimdir. Dileğim, üretimin en çetin ve en acılı alanını teşkil eden maden gerçekliğinin, sergiler, filmler, tiyatrolar, panel ve konferanslarla halka anlatılması ve mal edilmesidir.
Maddi yaşamın ve insan ruhunun alt katmanlarında gezinmek, yakıcı ve devindirici gerçekliğini tüm çelişkileriyle birlikte özümleyip sanata dönüştürmek, onu adeta yeniden yaratmak gibi temel bir görev bekliyor ülke sanatçılarını.
Karanlığın ve kazmanın gücüyle açığa çıkan ışığın anlamını anlayan, yaşamı çok daha iyi anlıyor. Tümünüzü yaşam sıcaklığıyla yeniden kucaklıyorum. Sağ olun, var olun.”