Yasaklı kültürleri anlamak için çeşitli yollar ve kaynaklar izlenebilir. Bunlardan birisinin de Esat Korkmaz’ın sunumlarını dinlemek, eserlerini okumaktır diyebiliriz. Zaten muhalif inanç gruplarını, devrimci toplulukları, direnişçi gelenekleri, kurulu düzenin dışarı attığı, zaman zaman imha etmeye yeltendiği toplumları “yasaklı kültürler” ifadesiyle kavramlaştıran da Esat Korkmaz’dır. Birkaç gün evvel bir konferansına katıldım. Pek çok açıdan modern felsefenin konu ve kavramlarına göndermeler yaparak açıklamalarda bulunan Korkmaz, Anadolu ve Mezopotamya topraklarını merkez almakla birlikte tüm Asya, Afrika ve Avrupa dünyasında, dinleyicilerini entelektüel bir gezintiye çıkarttı. Korkmaz’ın, sunumunda öne çıkardığı birkaç noktayı dile getirmek istiyorum.
Konuşmacı, “yasaklı kültür” derken ana akım teolojilerin, felsefelerin, dinlerin, ideolojilerin, Sünni İslam’ın dışta bıraktığı, hatta aşağıladığı kültürleri kastediyor. Esat Korkmaz sunumunda özellikle de Alevi ve Ezidi türünden yasaklı kültürler üzerinde yoğunlaştı. Sıklıkla vurgu yaptığı Kızılbaş sözcüğünü de Alevilikle anlamdaş kullanıyor. Adından da anlaşılacağı gibi konu ettiği toplulukların anlayışını İslam, Yahudilik veya Hıristiyanlık gibi bir klasik din olarak değerlendirmiyor. Bunun yerine değiştirme kültürü, devriye, yolda olmak gibi konuları açıklayarak bu toplulukların, dinamik ve diyalektik felsefelere dayandığını ileri sürüyor.
Dıştan İçe Değil, İçten Dışa…
Korkmaz’a göre yasaklı kültürlerin kendine özgü ontolojileri (varlık felsefesi) bulunuyor. Ona göre hiç bir şey yoktan var olmadı. Varoluş için “dıştan içe değil içten dışa yönelme” ifadelerini kullanan konuşmacıya bakılırsa yasaklı kültürlerde “can” önemlidir. Can, her şeyden arınmış olandır, fazlalıkları insanın üzerinden atmak gerekir. Fazlalıklar, insanın özüne yabancıdır, uygar toplumlar tarafından giydirilmiştir. Sermayecilik çağıyla, sınıfların ortaya çıkmasıyla can’dan uzaklaşma oldu diyebiliriz. Sunumda sıklıkla Marksist felsefeye, Materyalizme gönderme yapılması da bu anlamaya işaret etmektedir.
Ontoloji kurulurken Yunan felsefesinin mirasından söz edilmesi, sanırım izleyenlerin de dikkatini çekmiştir. Hava, toprak, su ve ateşten söz ediliyor ki. Esat hoca, bu varlıkların, gerçek anlamları, simgesel ve mitolojik anlamları üzerinde de durmayı ihmal etmedi. Ona göre zahiri olan batın olana içseldir. Zahir olan batın olanın görünüşe çıkmasıdır. Bu da bana Hegel’in “geist felsefesini” anımsatıyor: Her şey geist’ın görünüşe çıkmasıdır. Konuşmacının Hegel’i andığını şu anda anımsamıyorum ama Spinoza’yı andığını not etmem gerekiyor. Yasaklı kültürlerin ontolojisini kurarken/açıklarken Spinoza’ya işaret etmesi beni şaşırttı diyebilirim. Spinoza’ya göre her şey her şeyden geliyor. Doğa, doğadan; insan, insandan meydana gelir. Bir varlık başka bir varlıktan doğar. Korkmaz’a göre yasaklı kültürlerde de durum aynıdır.
Sunumda cennet, cehennem, ölüm, dirilme, doğum, yeniden doğum gibi insan düşüncesini bir ömür meşgul eden meseleler de konuşuldu. Alevi ve Ezidi kültüründe de diğer yasaklı kültürlerde de cennet cehennem yoktur. Daha doğrusu bu mekanlar öteki mekana ait değil. Kaldı ki öteki mekan veya öteki dünya diye bir şey de bulunmuyor. Fizik dünya var, fizik ötesi denilen dünya da, fizik dünyanın bir parçasıdır. Dolayısıyla cennet ve cehennem bu dünyadadır. Kamil insan, kamil toplum cennetin olduğu yerdir. Cahilin ve sömürünün olduğu yer ise cehennemdir.
Tanrı Var mıdır, Nerededir?
Tanrı Vardır, İçimizdedir
Ne zaman doğuyoruz, ne zaman ölüyoruz? Tanrı var mıdır, nerededir? Korkmaz’ın açıklamalarına bakılırsa ölen insan, dirilerin dünyasında, ruhunda, düşüncesinde yaşamaya devam ediyor. “Devri daim olsun” ifadesini ölülerin arkasından söylememiz bununla ilgilidir. “Ben senin varlığını devam ettireceğim” anlamına gelir. Bilhassa sosyalistler gidenlerin ardından “ölümsüzdür” yüklemiyle biten sloganlar atarlar. Çünkü onların düşüncelerini yaşatacak yoldaşları vardır biçiminde düşünülür. Bu anlayışın da Yunan kaynaklı reenkarnasyon düşüncesiyle bir ilişkisi kurulabilir. Reenkarnasyonla, ölen birinin ruhu yeniden bir başkasıyla devam eder. Yeniden dirilme bu şekilde oluyor. Yasaklı kültürlere göre Tanrı vardır. “Nerededir” diye sorulacak olursa, “içimizdedir” diye yanıtlamak gerekir.
Yasaklı kültürlerin kendilerine özgü öğretileri ve bu öğretilerin öğrenilmesi/öğretilmesi için de yine kendine özgü pedagojik anlayışları vardır. Korkmaz’ın bu noktada da “dar pirleri” ifadesini kullandığını görüyoruz. Dar Pirleri, Alevi/Kızılbaş ve Ezidi kültürlerinin başöğretmenleri olarak betimlenebilir. Dar Pirlerine dair detay da verilen sunumda, bunların dört kişi olduğu anımsatıldı: Hallacı Mansur, Feyzullah Hurifi, Seyyit Nesimi ve İmam Hüseyin. Dar Pirleri’nin yaşamlarındaki trajik sahneler ve onların katledilme biçimleri de oldukça dikkat çekicidir. Konuşmacıya bakılırsa Pirler’in bıraktığı miras, Aleviliğin ve yasaklı kültürlerin kaynağını oluşturuyor. Bu noktada Alevi teorisinin kendisini “yol” kavramıyla ifade ettiğini, bunun öğrenmenin de bir çaba gerektirdiği hatırlatılıyor.
Elini Mühürle, Belini Mühürle, Dilini Mühürle
Yol’da olmak gerektiğine birçok noktada atıf yapan Korkmaz, eğitim kurumları üzerinde de duran birisidir. Üniversiteler dediği eğitim kurumlarının adreslerini de veriyor. Yanlış anımsamıyorsam bu kurumları şöyle sıralıyor. Birisi ya da birincisi Mısır’daki Kaygusuz Abdal Dergahı. İkincisi Hacı Bektaş ilçesindeki Pir Dergahı’dır. Buranın önemi, tüm dergahların yönetim merkezi olmasıdır. Yani şimdiki YÖK denilebilir. Üçüncüsü Abdal Musa Dergahı. Bu dergah Elmalı’dadır. Dördüncüsü ise Yunan sınırları içindeki Kızıldeli Dergahı’dır. Beşinci, olarak da Göztepe’deki Şahkulu Dergahı’dır. Ocak konusuna da dikkat çeken konuşmacıya göre buralarda üç unsur vazgeçilmezdi. Ocağın yakınında ya da bahçesinde su ya da çeşme, taş ve bir de ağaç bulunurdu. Burada da konuşmacıyı simgesel okumalar yaparken izliyoruz.
Korkmaz’ın söylediklerine itibar edilirse yasaklı kültürlerin evrenselliğinden, birbirine benzerliğinden söz etmek olasıdır. Mesela Alevilikte “eline, diline, beline sahip ol” denilir. Yani hırsızlık yapma, yalan söyleme, başkasının namusuna saygılı ol. Bunun benzerlerini diğer yasaklı kültürlerde de görüyoruz. Konuşmacı Alevilikle Zerdüştçülük arasında da bağ kuruyor ve Zerdüşt’ün şu ilkesini anımsatıyor: Doğru düşün, doğru konuş, doğru davran. Bu anlayışı Maniciliğe bağlarken de şunlara vurgu yapılıyor: Elini mühürle, belini mühürle, dilini mühürle. Korkmaz’a göre bu anlayış yüksek bir kültürü işaret eder. Bu kültür pirler tarafından topluma aktarılır.
Yasaklı kültürlerde toplumun “yol”a getirilmesi elbette formel eğitimle olmaz. Yaygın bir eğitim vardır. Yasaklı kültürler peygamberli değil, pirleri olan kültürler oldukları için pirlere ihtiyaç duyulur. Bu kültür içinde yazılı kültür değil sözlü kültür geçerlidir. Korkmaz’a göre bu durum da giderek değişiyor. Sözlü kültüre, yazılı kültür hatta yeni teknolojiler de ekleniyor. Dolayısıyla yasaklı kültür üzerine çalışanların ve geleceğe bir entelektüel miras ve literatür bırakmak isteyenlerin ellerini çabuk tutması gerekiyor. Çünkü sözlü kültürün taşıyıcıları giderek yaşlanıyor, ölüyor. Bellekler teknolojinin etkisiyle zayıflıyor.
Kamil Toplum Ütopyası
Özgün ve yaratıcı yorumları olan Esat Korkmaz’ın pek çok görüşü ve açıklaması bana biraz abartılı geldi. Özellikle “Kamil Toplum” ütopyası dikkat çekiciydi. Buradan Bedreddin hareketine bağlanması ve oradan da tüm tarihe yayılan bir çerçeve çizmesi sanırım dinleyenlere değişik gelmiştir. Kamil toplum ütopyası, konuşmacı buna ‘rıza toplumu’ da diyor, Batı’nın modern ütopyaları ile kıyaslanıyor. Kendisine bir ikazımın da olduğu noktada, bir açıklama daha yaparak, kamil toplumun ütopik toplumlardan daha demokratik olmasını belirtmesi, bana pek düşündürücü geldi. Campenella, T. More’un ütopyalarını eleştiren Korkmaz, yasaklı kültürlerin ütopyasını devrimci-demokratik bularak Marksist ütopyaya yaklaştırıyor ki bu kısım da bana biraz zorlama gibi göründü.
Konuşmacının felsefeci kimliği, devrimci bir gelenekten geliyor oluşu ve söylediğine göre Ezidi bir aileden gelmesi, sunumuna yansımış olabilir. Yasaklı kültürler bağlamında Alevi ve Ezidi ütopyalarını bu denli yüceltmesi de bununla ilgili olsa gerek. Gerçi Alevi inancına/felsefesine oldum olası optimist bir bakış söz konusudur bizim toplumda. Gerek bu inanç sistemi içinde olanlar gerekse sol kesimler ve hatta resmi (Kemalist) Türk ideolojisi bile Aleviliğin lehine pozisyon alabiliyor. Korkmaz’ın sunumu kuşkusuz ki resmi ideolojiyi de karşısına alıyor ve bu ideolojinin asimilasyoncu, kıyımcı ve katliamcı yüzünü de açığa çıkarıyor.
Yasaklı Kültürlerin Sanat Anlayışı
Can’a dönmeye, hakikate ulaşmaya, bunun için nefsini yenmeye dikkat çekilen konuşmada, öze dönmeye işaret edilmesi, Alman filozof Husserl’in “şeylere dönelim” yaklaşımını anımsattı bana. Husserl’e göre hakikat şeydedir. Şey denilirken varlığın özü kastediliyor. Yani bizi ve duyu organlarımızı meşgul eden görüntüler dünyası değil. Demokritos’u hatırlattım Esat hocaya. Demokritos da gözlerini oydurmuş bir söylentiye göre. Konuşmacı bu bağlamda varlığın özü olan noktaya ve oradan da “ses”e bağlanıyor anlaşılan. Demokritos’u atomculuk bağlamında da anan Esat hoca, şeylerin basitten karmaşıklaştığını ileri sürüyor. Her şey (atomculukta olduğu gibi) noktayla başladı. Söz ise sesle başlamıştır. Sunumda, yasaklı kültürlerin sanat anlayışına da bu çerçevede girildi. Ses derken, müziğin sesle yapıldığı, çalgı çalanın enstrümanla dans ettiği hatırlatıldı.
Diyebiliriz ki sanatlar içinde önce müzik vardı. Müziğin sayılarla, sayıların Pisagor teorimi ile ilişkisini kuran Korkmaz’a göre Feyzullah Hurifi de bu çizgidedir. Bu kültürde sesten söze geçilmiştir. Demek ki ses olarak ortaya çıkan müzikten sonra söz ve dolayısıyla edebiyat şekilleniyor. Yasaklı kültürlerde sanatan ve özellikle de müzikten söz edilirken, sunuma bir bağlamanın ve ozanın eşlik ediyor oluşu da oldukça didaktikti. Sunumun, ozan tarafından söylenen deyişlerle başlayıp yine deyişlerle bitirildiğini de anımsatmak isterim.
“Tarihsel Ali”den “Gönüllerin Alisi’ne…
Yasaklı kültürlere siyaset felsefesi bakımından da açıklamalar getirilen konuşmada, konu Mazdekler, Katarlar, Thomas Münzer, Hus ve benzeri halk hareketlerine dek genişledi. Nasıl ki Börklüce Mustafa Kamil toplumun örneğini İzmir Karaburun’da inşa ettiyse, Münzerciler de Almanya’da aynısını yaptı. Doğu Avrupa’da, İtalya ve İngiltere’de kamil toplum örnekleri kurulmuştur. Son olarak Ali figürüne getirilen yorumla bitirmek istiyorum. Esat hocaya sorarsanız iki Ali var. Birisi tarihte yaşamış, somut olarak var olan Ali’dir. Buna zahiri Ali diyor konuşmacı. Diğeri ise daha önemlidir. Kendi terimiyle söylersek “yol doğumu” ile meydana getirilmiş Ali’dir. Bu aslında yasaklı kültürlerin icadıdır, ama önemli olan da gerçek Ali değil gönüllerin Alisi’dir. Felsefi yorumla şöyle de söyleyebiliriz: İki Ali var, birisi görünen birisi de görünenden hareketle bizim tasarımımız olan Ali’dir.