Politik, Etik ve Estetik Açıdan
MUZAFFER ORUÇOĞLU VE KLASİK BEŞLER
Dersim turunun son gününü, kendisi de bir Dersimli olan ve yaşamını halihazırda doğduğu kentte sürdüren Özlem Armen ile geçirdik. Daha doğrusu bir iki saati, onunla geçirdik demek daha doğru olur. Yerel gazetelerde yaptığı haber – yorum yazılarıyla, internet televizyonlarında sunduğu programlarla tanınıyor Armen. Şiir ve deneme kitapları var. Muzaffer Oruçoğlu hakkındaki felsefi, politik, etik ve estetik görüşlerimi öğrenmek isteyince Dersim otogarında bir çay – kahve içimlik süre zarfında Oruçoğlu’nu konuştuk. Konuşma sırasında 7-8 dakikalık bir görüntülü kayıt da söz konusu olunca doğaçlama bir röportaj da ortaya çıkmış oldu. Armen kendi sayfasında yayınlamıştı röportajı. Meraklılar için şimdi ben de kendi sayfamda yayınlamak istedim.
Muzaffer Oruçoğlu, son on yıllardır sanat dünyasındaki performansı ile ön plana çıkmış birisi. Resim, şiir, öykü, destan, heykel ve roman dallarında çok sayıda nitelikli ürüne imza attı. Oruçoğlu, özgün ve devrimci siyasal görüşleri, ülkemizin gündeminde etkili kılan bir geleneğin yönetici kadrolarından birisi. Gelenek, mücadele sahası olarak Malatya, Dersim, Urfa, Siverek hattını tercih etmiş. Bu nedenle Oruçoğlu, 1970’li yıllarda Dersim’de ve çevresinde bizzat siyasal aktivite göstermiş. Genel olarak söylersek 68 kuşağı ve 71 gençlik önderleri arasında yer almış. Geleneğin temel tezleri, röportajda da vurguladığım gibi İbrahim Kaykapkaya’ya ait olmakla birlikte Oruçoğlu, bu görüşlerin canlı kalmasına, sınanmasına ve bir geleneğe dönüşmesine en büyük katkıyı yapmış kadrolar arasındadır. Bu katkıyı felsefi, etik ve estetik yönden düşündüğümüzde birinci sırada geldiği ileri sürülebilir.
Geleneğin sanatsal, felsefi, etik ve sosyal bilimsel temellerini onun eserlerinde bulmak mümkündür. Kangurular, Dersim, Tohum, Filozof, Newroz adlı eserler ilk akla gelenlerdir. Oruçoğlu, şiirleri, öyküleri, destan ve bilhassa romanlarıyla bir milattır diyebiliriz. Sanatın bir çok disiplininde özgün eserleri olan Oruçoğlu’nun, heykel ve özellikle resim sanatında da ayrıcalıklı bir yerde durduğu, tezlerim arasındadır. Sanat ve estetik deyince devrimci geleneğin, Oruçoğlu dışında birçok yazar, çizer ve bilhassa ozanlar da çıkardığını anımsatmış olayım.
Armen’e verdiğim röportajda roman ve resim sanatının bizatihi altını çizmeyi gerekli dördüm. Oruçoğlu, yalnızca Grizu adlı dört kitaplık roman serisindeki estetiği ile Fransız sanatçısı Emile Zola ile benzerdir. Resimdeki özgünlüğü bakımından ise Hollandalı ressam Bruegel ve Picasso ile karşılaştırılabilir. Oruçoğlu’nun bütün yazdığını, çizdiklerini, resimlerini ve romanlarını dikkatli bir biçimde okumuş, incelemiş birisi olarak söylüyorum bunları. Dolayısıyla bugün açısından ve ortaya koyduğu politik, estetik, felsefi ürünler açısından evrensel kimlik kazanmış bir düşün, bilim ve sanat insanından söz ediyorum. Epistemolojik Kopuş adlı kitapta bunun gerekçelerini pekçok bağlamda açıklamış bulunuyorum.
Oruçoğlu politik, etik ve estetik alanda ürettiği / yarattığı değerlerle klasik kavramına tekabül eden bir şahsiyettir. Bunu devrimci, toplumcu – gerçekçi dünya görüşü ile yapmış olması, altı çizilmesi gereken bir başka husustur. Eserlerindeki estetiği, “diyalektik toplumcu gerçekçilik” olarak ifade ediyorum. Ülkemizde bu çizgide, burjuva feodal (Osmanlı – Türk) kültüründen bir kopuş olduğu iddiasındayım. Klasik Beşler kavramı da bu yüzden vardır: Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ruhi Su, Yılmaz Güney, Muzaffer Oruçoğlu. Günümüzde Klasik Beşler, ne yazık ki yeterince etkili olamıyor. Geri plana itiliyor. Burjuva ideolojisi, etik, politik, estetik değerleriyle baskın görülüyor. Bunun konjonktürel olduğu kanaatindeyim. Nihayetinde 60 yıldır dünyada devrim olmuyor. Proletarya, ihtilalci bir rol oynayamıyor. Üstelik eldeki mevzileri de (Sovyetik yönetimler) şimdilik yitirmiş durumdayız.
Klasik Beşler etkili olmadığı gibi onlara sıklıkla saldırılar da oluyor. Resmi ideolojiden kopmadılar deniliyor. Kabadayı ve kadın düşkünü oldukları söyleniyor. Af diledi, poliste çözüldü, kadını kullandı gibi hücumlar da yapılıyor. Bunların bir kısmı eleştiri sınırları içinde yapıldığından dolayı normal görülebilir. Nihayetinde hiç bir değer (klasik de olsa) eleştiriden muaf olamaz. Marx ve Engels’in birlikte söyledikleri gibi “bizim için katı, kutsal ve mutlak hiç bir değer söz konusu değildir.” Ben burada yalnızca Oruçoğlu’na yapılan saldırılar üzerinden konuya dair bir iki cümle etmek isterim. Çünkü Oruçoğlu kitabım (Kopuş) ve ona yönelik pozitif görüşlerim nedeniyle benim yazılarıma da son zamanlarda saldırılar oluyor. Genel eleştiriler yanında fraksiyoner hücumları da eleştiri kapsamında görmek gerekir. Saldırıyı bunlardan ayırmak lazım.
Saldırı, her ne kadar Oruçoğlu’na ve onun geleneğine yönelikmiş gibi görünse de, esasen devrimci güçlere ve komünist ideolojiye karşı yapılıyor. Bir çok devrimci gelenek çevresinde benzer bir yozlaşma ve kişiliğini yitirmiş şahısları görmek zor olmuyor. Dolayısıyla bu durumun konjonktürel olduğunu düşünmekle birlikte lokal olduğunu düşünmek, yukarıda da işaret ettiğim gibi kesinlikle yanlış olur. Benzer bir lümpenleşmeyi, kimlik ve kişilik bunalımını, yozlaşıp insana ve topluma yabancılaşmayı dünya ölçeğinde tespit etmek hiç de zor değildir. Buna kapitalizmin yarattığı psikolojik rahatsızlıklar da eklenmelidir.
Saldırı derken iki eğilim ve grup var gibi görünüyor. Birisi sınıf mücadelesinin zayıflaması nedeniyle ortaya çıkan lümpenleşme ile bağlantılıdır. Bu olgunun etkisinde kalan “lümpen kişilikler” biraz da boşboğazlık tavrı göstererek saldırılar yapıyor. İkinci tür saldırı ise doğrudan sermayenin uzantısı olarak organize bir şekilde yapılıyor sanırım. Sosyal medya platformlarında, benim adıma ve sayfama yapılan bu saldırılar, umarım ki birinci kategoride, “lümpen kişilikler” olarak betimlediğim şahısların saldırılarıdır. Bunlar devrimci felsefe ve toplumcu sanat ve edebiyat eğitimiyle yeniden halk saflarına kazanılacak unsurlar olarak görülebilir.
Saldıranlar sayfama / sayfamıza nasıl sızıyor peki? Misal, facebookta her isteği kabul etmeyeceğimi bildikleri için önce sayfayı beğen, paylaş yapıyor, peşinden istek gönderiyorlar. Sayfamla ilgili olduğunu görünce benim için arkadaş olmaya aday oluyor. Bir de sayfasına bakıyorum. Makul paylaşımlar var! Onaylıyorum. “Sızma” bu şekilde oluyor. Fark edince sayfadan çıkarsam, yeni sızmalar olabilir diye çıkarmıyorum. Bunlar benim sayfamda olmayı da başkalarına karşı kullanıyor, suistimal ediyor. Çünkü benim arkadaşlarıma da istek gönderiliyor. Ne de olsa Mehmet Akkaya’nın arkadaşı oldukları için arkadaşlarım da bunlara onay veriyor. Bu sızmaların bazıları iki üç hesap birden kullanıyor. Yaklaşık 10 kişi var. Çok değiller ama mide bulandırıyorlar. Devam ederlerse sayfamdan “temizlemek” zorunda kalacağımı buradan belirtmek isterim.
Bunların ortak noktalarından birisi de Kürt düşmanı olmaları. Benim gibi Kürtlerle ittifak halinde olanlara karşı düşmanlıkları da sanırım buradan geliyor. Kürt hareketine düşman olduklarını da gizlemiyorlar zaten. Aynı zamanda sayfalarında Marx’tan, Lenin’den alıntı yapmayı da unutmuyorlar! Sızmalar, çoğu zaman ilgi görmeyen sayfalarında birbirlerini beğen paylaş yaparak ısrarla sosyal medyada varlıklarını sürdürüyor. Bunları siz de tespit edebilirsiniz. Olağan paylaşımlar yapmaları, esasen güven toplamak içindir! Sosyal medyayı (facebook) tamamen provokasyon amaçlı kullanma söz konusu. Bir çok masum ve saf arkadaş da, sızmaları tanımadıkları için olsa gerek bazen bu provokasyonlara dahil ve alet olabiliyor. Bunu da dikkatinize sunmak isterim.