Geçen salı akşamı Komün TV ekranlarındaydık. 20. yüzyılda etkili olan felsefeleri konuştuk. 100 yıl evvel temelleri atılan “öznesiz” felsefeler, postmodern ve postyapısal felsefeler olarak biliniyor. Programda Lyotard’dan Deleuze’e dek bir çok filozof ve bu filozoflara ait düşünceler tartışıldı. Modern ve postmodern felsefelere ilişkin tartışmalara birkaç konuyu daha ekleyerek küçük bir katkı yazmak gerekli görülüyor.
Modern felsefeler, akıl, bilim, kesin doğru, aydınlanma, evrensellik, eşitlik ve özgürlük konularında kendine özgüveni yüksek olan felsefelerdir. Felsefe desek de bilim, sanat ve politik alan için de geçerlidir bunlar. Yeni koşullar, felsefe ve düşünce dünyasında yeni paradigmalar demektir. Postmodern felsefeler ise modern değerlere itiraz, eleştiri ve katkılarla başlar. Aklın yerini duygular, tutkular, yerellikler alır. Eminlik ve kesinlik ise yerini kuşkuya ve çokluğa, yorumlara bırakır.
Her iki felsefenin, üretim karşısındaki tutumuna baktığımızda benzer oldukları hemen fark edilir. Her iki felsefe tarzı da üretim, ekonomik etkinlikler, mülkiyet şekilleri ve somut insan davranışlarından değil akıl, bilgi, duygu, dil, yapı, söylem, biyoloji ve arzu gibi kavramlardan hareket ederler. Marksist teorinin altyapıdan hareket ederek felsefe / teori kurduğunu düşünürsek modern ve postmodern felsefelerin üstyapıdan yola çıkarak felsefe kurduklarını anlamak zor değildir. Bunları tarihsel materyalizm karşıtı olarak idealist felsefeler biçiminde tespit etmek yanlış olmaz.
Saussure ve Wittgenstein gibi dil filozoflarına göre insan dilin içine doğuyor, Althusser’e göre ideolojilerin içine doğuyoruz, Foucault içinse söylemler bizi belirliyor. Postmodern düşünce açısından insan, her daim bir paradigmanın içine doğuyor. Öte yandan hiç bir paradigma sonsuz değil. T. Khun’a göre bilim bile gerçeklikle değil paradigma ile belirleniyor. Varoluşçulara sorarsanız insan, dünyaya atılmış bir varlıktan başka bir şey değil. Özünü kendisi dolduracaktır. Gerçekten bütün bu tespitlerde doğruluk payı vardır. Fakat bunların temelinde olması gereken bir realite var ki, modernler gibi postmodernler de bu realiteyi es geçiyor: Maddi dünya, üretim, artıdeğer. İnsan esasen bunların hakim olduğu ve bunların belirlediği bir sistem içine doğuyor. Mevzuyu biraz tarihselleştirelim.
Doğal bilince herşey açık ve anlaşılır görünür. Ona göre insanın karşısında bilinmek üzere bir toplum ve dünya vardır. Bilmek başta olmak üzere bütün bir epistemolojik sistem bilen ile bilinenin oluşturduğu düzlemden ibarettir. Oysa bu argümanın kendisi de dahil olmak üzere ileri sürülen tüm gerekçelerin, gerekçesini aramak meşrudur. Felsefenin 20. yüzyılda ve günümüzde geldiği noktada temel sorunu budur: Söylediklerimizi hangi gerekçelerle söylüyoruz?
Gerekçeleri nasıl temellendiriyoruz. Thales arkhe olarak su’yu işaret ettiğinde sorun çözülmüş mü oldu? Aristoteles, var olmak için kendisinden başka hiç bir varlığa ihtiyaç duymayan töz’ü ortaya atarken ne kadar haklıydı? Bilmeyi sorun yapan Ortaçağ epistemolojisi için durum daha da değişik olmuştur. Bilenin, yani öznenin nasıl bildiği değil de neyi bildiği ve bilmesi gerektiği önemliydi. Bu epistemoloji için bilinmesi gereken Tanrı’ydı ve bilen de Tanrı’nın biricik kulu olan insandı. Marksizm için bilinmesi gereken üretimin niteliğidir ve edinilmesi gereken bilinç sınıf bilincidir.
Tanrı’nın ve kutsal kitapta yazılanların bilinmesi Ortaçağ için önemlidir. Modern zamanda kutsal bilincin yerini milli bilinç alır. Kilise için anlaşılmaz bir durum değildi kutsalı bilmek. Her şeyi bir üreten varsa dünyayı da bir yaratan olmalıdır. Platon için ideayı bilen, Aristoteles için tözü bilen nasıl ki mülk sahibi erkek idiyse teoloji için de varlığı (Tanrı) bilen mülk sahibi erkektir.
Mülk sahipliği ile akıl sahipliği birbirine paralel gider. Bu yüzden de epistemolojik paradigma açısından Rönesans ve Aydınlanma çağında da bir değişiklik olmaz. Aristokrasi sınıfı, akılsız doğarken burjuva sınıfına mensup elitler akıllı doğarlar! Akıllı olmanın yanında mülk sahibi olan sınıflar ile politika ve yönetim arasında kopmaz bağlar kurulur. Akılsız, ayaktakımının baş olması düşünülemez! Hatta ayaktakımından olduğu halde Tanrı’nın “yürü ya kulum” demesi üzerine “baş” olmuş tarihi şahsiyetler bile bunu reddederler.
Modern felsefenin kurucularından olan F. Bacon için arkaik bellek, büyük bir beladır. Onun içine doğan ya da onunla birlikte dünyaya gelen insan, bu bellekten (idoller) kurtulmalıdır. Çünkü alışkanlıklar ve tarihsel geçmişte yerleşmiş yargılar belirleyicidir bu noktada. Bunların değiştirilmesi zordur. Atom bile değişir, parçalanır, atom altı parçacıklara ayrılır ama gelenekselleşmiş bilgiler / doğrular çoğu zaman değişmeden kalır!
Doğanın ve toplumun diyalektiğinde olduğu gibi düşüncenin diyalektiğinde de niceliksel gelişmeler, nitel sıçramalar, düşüşler, yükselişler ve atılım zamanları vardır. Buna düşüncenin yıldızının patladığı anlar da denilir. Devrimci atılım dönemleri, ileri hamleler yapma yılları buna örnektir. Burjuva sınıfı için Fransız İhtilali, proletarya içinse Paris Komünü ve daha da etkili olmak üzere Sovyetik devrimlerin inşası bu durumu son derece iyi açıklar.
Diyebiliriz ki egemen epistemolojik paradigma, proletarya sınıfının tarih sahnesine çıkmasıyla kırılmıştır. Daha doğrusu bu sınıfın burjuvazi karşısında yaygın, genel ve esas bir güç haline gelmesiyle eskiden kopuş da mümkün olmuştur. Ortaya çıkan her yeni sınıf kendi önderlerini, teorisyen ve aktivistlerini de çıkarmakta gecikmez. Bu bağlamda adı öncelikle anılması gereken iki filozof olarak K. Marx ve F. Engels’i not etmemiz gerekmektedir. Felsefede en büyük paradigma değişikliği Marx ve Marksizm ile birlikte gelmiştir.
Proletaryanın bu filozoflarına göre insanın, ideolojiler, muhtelif dinler, inançlar, kültürler ve gelenekler içine doğduğu doğrudur. Ne var ki, bu düzenekler neden değil sonuçtur. Her kültür ve ideoloji, özelliğini ve niteliğini sınıflı toplumun özelliğinden alır. Modern ve postmodern felsefelerin görmediği burasıdır. Misal kimse işçi, emekçi, dilenci, sömürücü, savaşçı, tanrısal veya benzeri ayrıcalıklarla doğmaz. İçine doğduğu dünyanın haksız ve hukuksuz olmasına göre veya tersine adil ve demokratik bir dünya olmasına göre toplumsal konumlanışa sahip olur.