İki bloklu burjuva sistemi sermayenin kurduğu en sinsi, en gerici, en modern ve özgürlükler açısından geleceği olmayan en tutucu sistemdir. Çünkü hangi blok kazanırsa kazansın sonuçta iktidar sermayenin eline geçmiş oluyor. Bu seçimlerin de kazananı Kürt hareketini ayrı tutarsak sermaye, dahası büyük sermaye olmuştur. Zira modern kapitalizm koşullarında belirleyici olan uluslararası bağlantıları da olan tekellerdir.
Marx’a ve Marksist teoriye göre toplumsal analiz, siyasetten hareketle yapılmaz. Seçimlerden, demokrasiden ve din, ahlak gibi üstyapı kurumlarından yola çıkarak da yapılmaz. Sermayenin hareket tarzına, üretim ilişkilerine, mülk sisteminin taleplerine bakılarak yapılır. Dolayısıyla birçok sol çevrenin ve politik teorisyenin siyaseti ve seçimleri, siyasetten yola çıkarak analiz etmesi, bana abesle iştigal etmekmiş gibi geliyor.
Sermaye ve Sosyal Tahlil
Siyasetten, dinsellikten hareketle tahlil olmaz, seçim sonuçlarına göre siyasal ve toplumsal tahlil yapmak, sistemi ve onun hukukunu, yasalarını, ideolojisini onaylamak meşru saymak anlamına gelir ki bunlar anti komünist yaklaşımlardır. Bu yaklaşımların neticesinde sınıf mücadelesi yerine birtakım lokal veya merkezi birimlere seçilme, belediye başkanı ya da milletvekili olma amacı konuluyor. Oysa sınıflı toplumlarda ve bilcümle sermaye sistemlerinde hukukun, hukuki olma, demokrasinin ve seçimlerin de demokratik olma ihtimali yoktur. Bunlar varsa da kısmi planda söz konusudur.
31 Mart (2024) yerel seçimlerinde sermayenin hükümet kanadının bir yenilgi alması, toplumun güzel bir moral bulması değerlidir. Bunu, Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu halkları adına bir kazanım olarak okumak yanlış olmaz. Ama bu kazanımın stratejik değil de taktik bir kazanım olduğu bilince çıkartılmazsa, sınıf mücadelesinde bir araca dönüştürülmezse büyük sermayenin kurduğu oyuna / tuzağa düşmek işten bile değildir.
Burjuva Demokrasisinden Proleter Demokrasiye
Modern, kapitalist dünya yeni ideoloji, söylem ve dinler icat etmek zorundadır. Burjuvazi, 21. yüzyılın başlarındaki gelişmelere bakılırsa yeni dinlerle beraber, eski dinlere de yeni yüzler ve içerikler vererek yola devam edeceğe benziyor. Önemli söylemlerden birisi de seçimdir ve demokrasi söylemidir. Seçim ve demokrasinin, sınıf mücadelesinde bir aparat olduğu düşünülse bile bunun zayıf bir aparat olduğunun bilinmesi gerekir. Kaldı ki proletarya adına hareket ettiğini ileri süren pekçok siyasal oluşum için bu aparatlar “amaç” haline gelmiştir. Ne yazık ki durum böyledir. Seçim ve demokrasi çözüm olsaydı, komünist bir mücadeleye ve bunun sonucunda kurulması önerilen proleter demokrasilere, halk demokrasisine ve yeni demokrasilere ihtiyaç kalmazdı.
Dünyanın uzak ve yakın sosyal tarihi mercek altına alındığında görülecektir ki, dünya halkları ve enternasyonal proletarya seçimler yoluyla herhangi bir şekilde özgürlükler ve haklar elde etmiş değildir. Böylesi olanaklar ancak sınıf mücadelesi, devrimci şiddet, siyasal zor ve iktidar talebiyle, bedel ödenerek elde edilebilir, edilmiştir. Böylesi, bedel ödeme üzerinden yürütülen mücadeleye en inandırıcı örnek Kürt halkının / ulusunun yürüttüğü mücadeledir.
Felsefe Körü Olmak
Kürt dinamiğinin sergilediği sınava, kamuoyuna verdiği enformasyonlara bakılırsa 50 yıllık bir radikal mücadele, 70.000 insan kaybı söz konusudur. Dolayısıyla bazı ulusal kazanımları açıklarken seçimlerden ziyade, yürütülen devrimci mücadeleye ve ödenen bedellere bakmak gerekiyor. Türkiye sol hareketinin içinde, kendine sürekli temel bulan reformist, milliyetçi, tasfiyeci, kamucu, belediyeci, sivil toplumcu, devletçi, revizyonist, sosyal şöven damar ise Kürt hareketi deyince yalnızca bu hareketin demokratik alandaki (seçim) mücadelesini görüyor.
Demokratik alanı görüp devrimci alanı es geçmek “felsefe körü” olmakla ilgilidir. Analitik felsefi bakışın, zihinleri kuşattığı bir çağda yaşadığımızı görmek güç değildir. Bu felsefenin yerine diyalektik felsefe ikame edilmedikçe varlığın, olgunun doğasına dokunma da mümkün olmayacaktır. Analitik – küçük burjuva bakış, ağacı görüyor ama ormanı görmüyor, tekili görüyor ama geneli görmüyor, tali olanı görüyor ama esası görmüyor. Sonuçta reforma odaklanıyor ama sınıf mücadelesine mesafe koyuyor. Ez cümle Kürt ulusal hareketi ile dayanışma içinde olan “devrimci” örgüt ve partileri paranteze alarak söylersek revisyonist sol hareket, bütünü değil, bütünün arkasındaki esas olguyu, gücü (arkhe) görmüyor. Biçimsel olana odaklanıyor.
Ekonomik Alan ve Siyasal Alan
Marx ve Engels’in teorize ettiği, Lenin ve Mao gibi devrimcilerin geliştirip tatbik ettiği sınıf teorisi açısından sınıfsal kazanımlar, ancak iktidar hedefli devrimci bir mücadele ile mümkündür. Dahası var. Lenin ve Mao’ya göre kazanılan hak ve özgürlükler de (iktidar) ancak radikal, silahlı mücadele yoluyla korunabilir. Öncü savaşı ve halk savaşı türünden konulara / teorilere girmiyorum. Böylesi yüksek perdeden, tecrübelerle oluşmuş sınıf teorilerini düşündüğümüzde Türkiye sol hareketine musallat olmuş seçim, demokrasi, reformist talepler son derece güdük ve gülünç oluyor.
Gülünç ve güdük dediğim hareketler içinde 1970’li yıllardan beri devrimcilik yapmış, tecrübe edinmiş, bedeller vermiş gelenekler de var. Halkımızın tabiriyle sorarsak “attan inip eşeğe binmek” de ne oluyor? Lüzumsuz yere Kürt ulusal hareketinin yasal düzlemdeki faaliyetleriyle yarışa giriliyor. Hatta sol hareketten bazı çevrelerin bir kısmı da işi Kürt karşıtlığına kadar vardırıyor. Kürt özgürlükçü ulusal hareketin dayandığı devrimci çizgiyle yarışmayı ise kimsenin gözü kesmiyor. Böyle olunca kendi devrimci geleneklerini de tavsiye etmekte bir sakınca görmüyor.
Devrimcilerin Mirası ve Seçimler
Teoriye gelince Deniz, Mahir ve İbrahim gibi devrimcilerin çizgisinden söz eden ama pratikte orta sınıflara, seçimlere, sandıklara umut bağlayan solun amacı tasfiyecilik değilse nedir? Hiçbir maddi gücü olmaksızın, kent merkezlerinde iktidar olmayı düşlemek, ancak skolastik filozofların hayal dünyasında vardır. Kürt hareketi bile, sahip olduğu devrimci güçlere rağmen, kazandığı siyasal olanakları (belediye: yerel yönetimler) iki dönemdir koruyamıyor.
Sınıf savaşı, sonuçta güçlerin, dengelerin, silahların tayin ettiği bir arenada var oluyor. Diyelim ki, tüm enerjinizi vererek bir mıntıkada, lokal düzeyde iktidar oldunuz. Devrimci, demokratik bir program uygulamak istiyorsunuz. Burjuvazi size izin veriyorsa zaten ona hizmet ediyorsunuz demektir. İtiraz eder ve size savaş açarsa savaşı göze almanız ve bunun için de gücünüzün olması gerekir. Aksi halde pazarı / piyasayı genişletmekten, düzenin değirmenine su taşımaktan başka bir işleviniz olmaz.
Kazanmak ve Korumak
31 Marttaki yerel seçim sonuçlarına göre bir veya iki ilçede, kendilerine “sol” , hatta “komünist” filan diyenler belediye kazanmış! Küçümsemek, eleştirmek için söylüyor değilim ama bunların, komünizmle ilgili bir faaliyet yürütmeleri için arkalarında devrimci ve kitlesel bir gücün bulunması gerekir. Aksi halde Türkiye’de piyasa / pazar üzerinden sürdürülen ilişkilere, kapitalizmin geliştirilmesine, modern ilişkilerinin egemen hale gelmesine katkı yapmış olurlar.
Bir yerelden bir de evrenselden örnek vermek konuyu daha anlaşılır hale getirecektir. Yerel derken kayyum atanan Kürt belediyeleri ve Fatsa belediyesi aklıma geliyor. İkisi de yeterli devrimci ve kitle gücüne sahip olmadığı için korunamadı, gaspedildi. Şili sosyalist partisi de öğretici bir deneyim bıraktı. 1971’de demokratik, parlamentarist bir yolla iktidara gelmesine rağmen yeterli bir devrimci, silahlı güce ulaşamadığı için Şili burjuvazisi tarafından yenildi, yerle bir edildi.
Hegel ve Marx’ın siyaset felsefesine göre modern / kapitalist toplum eski toplumlardan farklılık gösteriyor. Eski, feodal toplumlarda politik alan ile ekonomik alan bir bütünlük oluşturuyordu. Ekonomik alanda söz sahibi olan güçler politik alanda da görev alıyordu. Oysa modern dönemde bu iki alan birbirinden büyük oranda ayrılmıştır. Bilhassa Marx ve Marksizm açısından ekonomik alan burjuvazide olduğu müddetçe, artı değer onun kasasına aktığı sürece siyasal alanda kim olursa olsun, fark etmez! İster kendine dinci diyen, ister sol, komünist vs diyen olsun. Hiç önemli değil. Yeter ki sermayenin düzeni sürsün. Sermaye artı değere el koysun.
Fark etmez ama sermayenin çıkarına uygun hareket edilmemesi durumunda sermaye, hiç gözünün yaşına bakmadan hükümeti veya seçileni değiştirir. Hükümet “gitmem” derse, seçimle, darbeyle, cuntayla amacını gerçekleştirir. 31 Mart yerel seçimleri ile ortaya çıkan değişikliği de, kitlelerin gücüyle birlikte esasen sermayenin talebiyle açıklamak yanlış olmaz. Sermaye derken büyük / tekelci sermayeyi anlamak gerekir. Başta siyaset olmak üzere orta, alt ve milli sermaye odaklarını sevk ve idare eden de tekelci sermayedir.
Kanaatimce son yıllarda siyaset literatüründe “iktidar” ve “muhalefet” gibi terimler özensiz kullanılıyor. Örneğin hükümete ya da yürütmeye de iktidar deniliyor. Halbuki iktidar, tekelci sermayedir, yöneticiler ise hükümet olarak vardır. Hükümet bugün vardır, yarın yerine başkası getirilir. Seçilir demiyorum “getirilir” diyorum. Hükümetler hiçbir zaman halkın oyuyla seçilmez. Seçmen sadece onaylar. Kürt hareketi örneği veya tarihte Lenin ve Mao önderliğindeki partilerin seçimle ilişkilenmelerini ayrı tutuyorum.
Seçim Savaşları ve Sol
Türk egemen sınıflarının 14 Mayıs sonuçlarını şimdi, 31 Martta açıklamaları düşündürücüdür. Süreci diyalektik titizlikle incelemek gerekiyor. Sistemin, 6’lı Masa projesini yok sayması, Kılıçdaroğlu’nu saf dışı bırakması da sorgulanması gereken bir husustur. Belki kafa karışıklığı ve bilinç bulanıklığı yaratmak içindir. Sistemin demokratik, seçimlerin inanılır olduğunu göstermek için de olabilir. Bütün bir toplumda 5 – 6 ay içinde büyük bir değişimin olması şüpheli bir durumdur. Ha keza kısa bir süre içinde hükümet partisinin büyük kentlerden ve Batı’dan sürülmesi, Kürt coğrafyasına doğru yönlendirilmesi de izaha muhtaç bir durumdur. Kürt kentlerine onbinlerce sahte oy maksatlı, asker – polis – memur kaydırılmış olması da bu politika ile bağlantılı ve büyük sermayenin aklı olarak okunmalıdır.
Dikkat ederseniz sermaye medyası Kürt kentlerindeki “seçim savaşları”nı göstermiyor. Çünkü yaşananlar gösterilirse seçimlerin esasan büyük sermaye ile ezilen halklar arasında olduğu ortaya çıkacaktır. Seçimlerin ve bu karşıtlığın kimler arasında olduğunu Kars, Bitlis, Şırnak yanında Van Büyükşehir belediyesindeki gelişmelerden anlamak zor değildir. Büyük bir başarı gösteren tekelci sermayenin partisi, bu hukuksuz pratiklere karşı ses edecek midir, göreceğiz! Sanmıyorum, zira burjuva – feodal dünyada hukuk ve yasalar büyük sermayenin çıkarı ve onayı için vardır. Sermaye, saldırı emri vermedikçe hiç bir hareket gerçekleşmez.
Bölgedeki pratiklere bakılırsa kayıtlı, kanıtlı, tescilli seçim sahtelikleri, zaten büyük bir hile olan demokrasi ve hukuk söyleminin somut, aktüel kanıtları olmuştur. Yani sahtelik içinde ikinci bir sahtelik oluyor! Eşit ve hukuki olmayan koşullarda seçime giriliyor. Bu koşullar içinde bile ayrıca hukuki olmayan uygulamalar silah gücüyle kendini dayatıyor. Tüm bu gerçekleri dikkate almadan seçime giren, Türkiye sol hareketinden küçük burjuva çevrelerin politik tavrı son derece gülünç bir görüntü veriyor.
Proletarya ve Devrimci Yol
6’lı Masa partilerinin büyük sermaye partisine akmış olması da, siyasetin nasıl ve kimler tarafından dizayn edildiğini pek berrak bir biçimde açıklamaktadır. Bazı partiler, yalnızca parti değildir. Devlettir, sistemdir, oyun kurucudur, aynı zamanda sermayedir. Türk büyük burjuvazisinin partisi, hep arka plandadır. Sistem krize girdiğinde ön plana çıkar, gereğini yapıp, sistemi düzene sokar ve geri çekilir. Dolayısıyla seçim sonucu tabloya (moral vericidir) bakarak Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı, ezilen uluslar ve halklar özgürlükler bekliyorsa bunun en büyük yanılsama olacağını pek yakında göreceklerdir.
Marksist sınıf teorisinin önerisi ve öngörüsü emek – sermaye çatışması üzerine kuruludur. Emekçi sınıfların çok büyük bir kesimi sermaye partileri tarafından sevk ve idare ediliyor. Komünistlerin bu alana yönelmesi, reformlar ve demokratik haklar yanında esasen devrimci, sosyalist haklar için sınıf mücadelesi ekseninde varlık göstermesi en hakiki yoldur. Çağımızda ve bilhassa ülkemiz gibi mozaik benzeri toplumlarda proletarya, ancak devrimci bir yoldan ilerleyerek ezilen uluslar, inançlar ve cinslerle birlikte özgür bir geleceği kurabilir.