Bin yıllardır sınıflı bir toplumda yaşıyoruz. Kölecilik, feodalizm ve kapitalizm, insan yaşamına, toplumlara, dünyanın gidişatına yön veriyor. İlk aklımıza gelmesi gereken sınıflı toplumların birer zehir ve zulüm düzeni ve uygarlığı olduğudur (Rousseau). Böylesi bir sistem, doğaldır ki kendi eseri olan her maddi ve kültürel, düşünsel ürünü de etkiler ve hatta belirler.
Zehirli ağacın meyvesinin de zehirli olduğu düşünülürse sınıflı, sömürücü “uygar” dünyada onun bir ürünü olan sanatın da neden masum olmayacağı, dolayısıyla zehirli olacağı tezi de anlam kazanabilir. Şu kadarını anımsamak gerekir ki felsefi-ideolojik sınıf bilinci edinmiş bir avuç insan dışında, sanatçısı ve izleyicisi ile birlikte toplumun büyük kesimleri sanatsal aktiviteyi bir dinsel ibadet gibi yaşar. Bilhassa orta ve üst sınıflar (burjuvazi) sanatı, dinin yerine ikame eder. Bunu da dinselliğin, sanatsal etkinlikle devam ettiğini bilmeden yaparlar.
Sanat ve Sınıf Mücadelesi
Bu haftaki programımız sanatı mercek altına almak oldu. Başlık olarak “Sanatın yararı ve zararı üzerine” dedik. Konuya felsefi açıklama ve yorum getirirken konukların bir çoğuna, iddialar öncelikle yadırgatıcı geldi. Konu sanatın doğuşuna, ne olduğuna, tanımına, motivasyonuna, günümüzdeki işlevine dek genişledi. Sanatsal aktiviteyi, eğitim, aydınlanma, kitap okuma, laiklik gibi uğraşlarla paralellik içinde sınıf mücadelesi yerine ikama eden burjuva, milliyetçi, modernist, liberal akım ve felsefi anlayışların sorgulanması gerektiği üzerinde durduk. Yalnız tutucu sanat ve sanatçılar değil ilerici öz içeren bütün sanatsal uğraşların eleştiriden geçirilmesi gerektiğini vurguladık.
26 Martta (2024) Ataköy’de yaptığımız etkinlikte sanatı, filozoflar ve felsefe tarihi düzeyinde de açıklamaya çalıştık. Platon’un sanatçıları, ideal devletinden niçin kovmayı düşündüğü tartışıldı. Kant’ın, “Sanat, sanat içindir” biçimindeki tezini tahlil etmeye çalıştık ki, bu sunumumda sanatta sınıf dinamiğinin birinci kriter olduğu üzerinde durdum. Bu yüzden de her sanatsal aktivitenin ve sanatsal eserin ideolojik, felsefi, politik bir içerik taşıdığına vurgu yapıldı.
Sanatın, Sağaltan Boyutu
Sanatı, Mozart’ın, Goya’nın veya Moliere’in yaptığını düşünelim. Bunlar, yükselişteki burjuvazinin kültürel ikliminde doğdu ve yaşadılar. Yaptıkları sanatın özü, üslubu, estetiği, felsefesi ne olabilir? Böylesi koşullarda yapılan bir sanatın proletarya için zararlı olacağı kanımca hipotetik olarak ileri sürülebilir. Bu türden Batı klasik sanatları olarak bilinen değerlerin propagandist amaçlı abartıldığını, şişirildiğini akılda tutmak gerekir. Bu sanatların izletildiği / dinletildiği ortamlarda verimin arttığı, örneğin ineklerin çok süt verdiği türünden efsaneler de konunun abartıldığını işaret eder.
Sanatın, ruha gıda verdiği, sağaltan bir boyutu olduğu inkar edilemez. Bu boyutun tek yönlü değil çift yönlü olduğu da inkar edilemez. Proletaryanın hem lehine hem aleyhine işlev görebilir. Sanatı, müziği isterse toplumcu – gerçekçi olduğu ileri sürülen bir sanatçı gerçekleştirsin. Örneğin klasik beşlerden Ruhi Su’nun müziği olsun. Eğer icra edilen müzik kitleleri deşarz etme işlevi görüyorsa tutucu bir müzik söz konusu demektir. Bu yüzden de kitlelerin felsefi-estetik bilinç durumunun yükseltilmesi gerekiyor.
Sanatsal Aktivite ve Din
Sanatın da din gibi duygulara hitap ettiği anımsatılmasa sanırım konu eksik kalırdı. Sanat dallarının birbiriyle kardeş olduğu düşünüldüğünde, sınıflı toplum şartlarının sanat ile dini de kardeş haline getirdiğini anlayabiliriz. Kilise ya da camiden çıkıp huzur içinde evine dönen ve toplumsal sorunlardan izole olan cemaat ile sanat sergisinden çıkıp huzur içinde evine dönen kitleler arasında “öz” itibariyle bir fark yoktur!
Tezimizin özü de, sanatın zararlı boyutu da burada gizli. Sanatsal aktivite, kişiyi ve kitleleri değişme / değiştirme iklimine taşımıyorsa tutucu ve gerici bir rol oynuyor demektir. Bana göre ne yazık ki feodalizm, kapitalizm ve emperyalizm koşullarında bu tutucu yan, sanatın esas yönünü teşkil etmektedir. Demek ki “değiştirme” kültürüyle ilgili olmayan sanat, bir şey söylemiyor ve bu yüzden de lüzumsuzdur. Programda, haliyle lüzumlu sanatın mirasçısı olduğumuza işaret ettim.
B. Brecht’in Devrimci Sanatı
Lüzumlu sanatın izini süren Bertolt Brecht gibi Marksist sanatçılar sanatın “huzur” veren etkisine karşı, farkındalık yaratan bir sanat icra ettiler. Aristotelesci dramatik türün yerine epik, devrimci, diyalektik tiyatronun getirilmesi rastlantı değildir. Diyalektik düşünüş gibi sanat anlayışı da varlığı ve varlık tarzlarını karşıt boyutlarıyla ele alır. Dolayısıyla sunumda, bu boyutluluğa dikkat çekerken ana akım sanat anlayışının zararlı, ideolojik, manipülatif özelliğine vurgu yapıldı.
Ataköy toplantısında, dinsel etki yaratarak kitleleri toplumsal mücadelenin dışına iten, sanatı yalnızca bir bilgiçlik sorunu olarak var eden anlayışlara eleştiri getirildi. Bu burjuva, liberal, milliyetçi geleneğin karşısına sanatı bir üstyapı kurumu olarak gören ve bu sınıflı, modern, uygar dünyayı değiştirmek için devrimci bir silah olarak gören anlayış geçirilmelidir dedik. Çünkü kapitalizm koşullarında sanat, sınıf mücadelesi olmaksızın eşitlik, aydınlık ve özgürlük getiren bir aktivite olarak sunuluyor. Dinci, feodal gericiliğin yerine kapitalist sanat gericiliği konuluyor. Dinsel ibadetten sonra “huşu içinde” evine dönen kitlelerle sergi salonunu ziyaret eden, kendini gerçekleştirdiğini düşünerek “huşu içinde” evine dönen kesimler arasında, yukarıda da söylendiği gibi “öz itibariyle” bir fark bulunmuyor. Marx’ın belirlemesini bu bahiste de anabiliriz: Yabancılaşmaya proletarya gibi burjuvazi de maruz kalır ama burjuvazi bunu pozitif olarak yaşar.
Kilisenin ve Burjuvazinin Keşfi
Başvurduğumuz düşünce disiplinleri gibi din ve sanat da sınıfların, mülk sisteminin ve sömürünün ortaya çıkmasıyla başlamıştır. Her ikisi için de temel kaynak büyü ve sihirsel düşüncedir. İmajinatif düşünüş tarzı geçerlidir ikisinde de. İki koldan ya da damardan gelişme oluyor, birisi dinsel, teolojiktir; diğeri de sanat ve estetiktir. Sanatın, dinin, imajinasyonun bir devamı olduğunu Ortaçağ’da kilise de keşfetmiştir. Kutsal metinler, okuması olanlara kitap yoluyla okuması olmayan geniş kitlelere ise sanat yoluyla verilmiştir. Sanat derken müzik, resim, tiyatro vs akla gelir. Sonraları, sanatın yönlendiren, güdüleyen benzer özelliğini burjuvazi de keşfediyor.
Salazar’ın ben 40 yıl süren krallığımı futbol ile sanata borçluyum dediği söylenir. Hitler’in savaş bakanları da sanat ve estetik konusunda “yetkin” kişilerdi. Ülkemizde cunta başı olarak tanınan malum kişi de ressam olduğunu iddia etmişti. Şu ortaya çıkar ki sanat tarihi, sınıf şavaşı tarihinin sanatıdır. Resim, ekonomik, sosyal temelin resmidir. Yani mülk sisteminin üstyapısıdır. Sınıf savaşı olduğu için sanat vardır. Süreç sanatla değil savaşla başlar da diyebiliriz.
Sanat Eseri Kimin Eseridir?
Sanat eseri kimin eseridir? Sanatçının mı, toplumun mu, sınıfların mı, mülk dünyasının mı, savaşların mı? Bu sorularla derinleşti sunum. Picasso’yu anımsattım konulara. Atöylesindeki tabloları görüp “bunlar senin eserin mi?” diye soran Franko’nun faşist subaylarına ne demişti bu büyük devrimci ressam? “Hayır, sizin eseriniz!” Brecht gibi Picasso’nun da sanatı, kişisel yetenek, hobi, hoşça vakit geçirmek için değil dünyanın değiştirilmesinde bir silah olarak kullandığı anlaşılıyor. Böylesi bir anlayışın bizi götürdüğü nokta şurasıdır: Sınıflar yok olduğunda, sanat da son bulur.
Son bulur derken şunu demek istiyorum: Sanat, yetkin insan mesleği olmaktan çıkar, kitleselleşir. Yapılan bir uğraş olması sona erer, bunun yerini sanatın yaşanması alır. “Yapılan” aktivite ile “yaşanılan” aktivite arasında nitel bir fark olduğunu, ilkinin sınıflı topluma ikincinin ise komünist topluma özgü olduğunu anımsatmak isterim.
Sorgulanmayan Sanat, Sanat Değildir
Sokrates’in sorgulanmayan yaşam, yaşanmaya değmez dediği söylenir. Eksik söylemiş. Sorgulanmayan sanat da sanat değildir. Felsefe de öyle, bilim de. Bizden önce bu sorgulamalar yapılmıştır. J. J. Rousseau, anılması gereken ilk örnektir. Ona göre sanatların, yalnız sanatların da değil bilim ve teknolojinin gelişmesi, toplumu hiç de etik ve estetik yönden geliştirmemiştir. Keza Marx’ın da sanatı değil sosyalizmi savunduğu biliyoruz. Maksim Gorki gibi Lenin de, Mao da bu çizgidedir. Bunlara göre sanatı / sanatçıyı değil, sosyalizmi savunan sanatçıyı ve sanatı savunmak gerekiyor. Yaptığı eserlerle topluma dokunan, kitleleri harekete geçiren ve dünyayı değiştirmeye katkı yapan sanatçıyı izlemek gerekiyor.
Sanatın felsefi-ideolojik bir bilinçlenmeyi gerektirdiği gerçeği gözardı edilemez. Dolayısıyla sanat izleyicisi değil, sanatla kurduğu ilişkiden hareketle katharsis psikolojisine giren (Aristoteles) izleyici de değil, sanatsal etkinlikten sonra, bunu devrimci bir ruh dünyasına taşıyan ve ayağa kalkan izleyici makbuldür. Yani yalnızca “kötü” sanatın ve sanatçının değil “iyi” sanatın ve sanatçının da, örneğimizde olduğu üzere, izleyicilerin de sorgulanması gerekiyor.
Sanat, Din ve Afyon Metaforu
Marx ve komünizm düşüncesine gönderme yaparak bitireyim. Görüyoruz ki kapitalizm, devrimci dünyanın yaratıcısı sanatçıyı ve izleyiciyi bile koşullamaktadır. Programda da dikkat çektiğim gibi Frankfurt Okulu konuya parmak basarken haklıdır. Çünkü endüstri çağı (kapitalizm) kültürü de endüstrinin bir uzantısı haline getirmiştir / getirmektedir. Sanatın sorgulanması, Antoni Gramsci tarafından da yapılmıştır. Ona göre de sanat, ideolojik bir işlev görmektedir. Benzer eleştiriler Althusser (devletin ideolojik aygıtları) ve Foucault (söylem) açısından da söz konusu edilmiştir.
Marx, din bir afyondur demişti. Neden? Çünkü kitleler toplumsal sorunları, sömürü ve mülk mekanizmalarına karşı mücadele edip çözme yerine ibadete, camiye, kiliseye sığınıyor. Din daha eski çağlar için geçerliydi. Eğer insanlar, toplumsal sorunları çözmek yerine, misal sokağa çıkıp gösteri yapmak yerine konserlerde, sinema ve tiyatro salonlarında sanatsal vakit geçirerek huzur ve moral içinde, kendilerini teselli ederek yaşamlarına devam ediyorlarsa tipik dindarlardan farkları kalmaz. Bu durumda afyon metaforu sanat için de kullanılır.
Sanat, ilerici, aydınlatıcı, özgürlük dolu bir dünyaya gönderme yaptığı gibi tutucu, zararlı, yıkıcı bir özellik de taşır. Sınıflı toplumlarda esas yan tutucu yandır. Sanat, ancak özgür bir dünyada (sosyalizm) devrimci bir rol oynar. Sınıfsız bir dünyada, komünizm şartlarında ise sönümlenir. Sanat, sanatçıların yaptığı bir aktivite olmaktan çıkar ve tüm insanlık için bir etkinliğe dönüşür. Aynı zamanda sanat, yapılan değil yaşanılan bir davranış biçimine irca eder. Dolayısıyla din adamları, filozoflar, hukukçular, eğitimciler gibi sanatçılar da kendi mesleklerinin (uğraş alanı) sonsuza dek süreceğini sanıyorlarsa bence yanılıyorlar.