Marksizm, milliyetçilik ve kendini belirleme hakkını tartışmak üzere önceki gün Kopenhag’da idik. Programın Newroz haftasına denk getirilmesi anlamlı oldu. Demokrasi ve devrim mücadelesinde kaybettiklerimiz için yapılan saygı duruşu ile başladı sunum. Piyano ve bağlama eşliğinde yapılan müzikler programa renk ve derinlik kattı. Canlı tartışmaların olduğu toplantıda konu Türkiye ve dünya sorunlarına dek genişledi. Önceki tartışmalarda olduğu gibi Kopenhag’daki toplantıda da felsefe nedir, filozof kimdir? sorularına yanıt arandı. Bu yazıda bunca detaya girmeden self determinasyon hakkı (kendini belirleme hakkı) konusunda, sunumda öne çıkan bir kaç noktaya değinmekle yetineceğim.
Eşitlik ve özgürlük kavramlarının, aralarında diyalektik bir ilişki olduğu muhakkak. Yine de genel kullanıma bakılırsa Marksizm daha çok eşitliğe gönderme yaparken burjuva teoriler ise özgürlüğe atıf yapar. Bundan da mülkiyet özgürlüğü, bireysellik anlaşılır. Toplumsal eşitlik söz konusu değilse özgürlük algısı ve pratiği hepten ve her zaman biçimsel bir düzeyde kalacak demektir. Benim açımdan özgürlüğün kişisellikle eşitliğin ise evrenselle bağını kurmak zor değildir. Bu yüzden de sınıf hareketlerinin eşitlikle, yeni toplumsal hareketlerin ise özgürlükle ilgili olduğunu düşünüyorum. Elbette aralarındaki korelasyonu unutmadan.
Marx ve Engels, doğrudan ekonomik ve toplumsal alandaki eşitliğe dikkat çektikleri koşullarda, gerçek özgürlüğün ancak sınıfsız koşullarda mümkün olduğunu düşündükleri için karşılarında burjuva – liberal görüşleri buldular. Liberalizm, Batı dillerinde özgürlük (liberty) anlamına geliyor. Marksizm, bireyi ve dolayısıyla özgürlüğü ihmal etmekle itham edilmiştir. Marx ve Engels’e yönelik bu eleştiriler, ulusların self determinasyon hakkı söz konusu olduğunda kısmen de olsa haklıdır. Filozoflar ulus sorununu teğet geçmişlerdir. Gerçi filozoflar da kendilerine göre haklıydı, zira Avrupa koşullarında ulusal sorunlar değil sınıfsal sorunlar, burjuvazi – proletarya çatışması belirleciydi. Ulusal sorunu teğet geçme süreci 1920’li yıllara kadar sürmüştür. Ulusların kendi kaderini tayın hakkı ilk defa resmi bir ilke olarak Komintern’in 21 şartı arasında merkezi yerini almıştır.
Ulusal sorun denildiğinde ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği ayrımı yapmak da kaçınılmaz oluyor. Çoğu zaman “her türden milliyetçiliğe karşıyım” denilerek esasen ezen ulus milliyetçiliği desteklenmiş olur. Oysa emekçi sınıfların ittifak edeceği kesim ezilen pozisyonunda olandır. Benzer bir durum ezilen cinsler, ezilen inançlar ve ezilen halklar için de geçerlidir. Halklar ve emekçiler kavramı self determinasyon hakkı açısından önemli kavramlardır.
“Sol komünist” akımlar, self determinasyonu yalnızca proletaryanın kendi kaderini tayin hakkı gibi anlamışlardır. Halkların kendi kaderini tayin hakkını savunanlar da az değildir. Oysa ulusal sorun bağlamında gündeme getirilen hadise, ulusların self determinasyon hakkıdır. Konumuzun merkezinde yer alan Kürtler, Filistinliler, Bask veya İrlandalılar bu uluslar arasındadır.
Marksizm ve Ulusal Sorun biçiminde bir başlık akla geldiğinde üç büyük komünist partisini mutlaka anımsamak gerekiyor. Bunlar Avusturya Marksist Partisi, SPD ve RSDİP… Toplantıda da vurguladığım gibi ulusal soruna entelektüel mesai harcamış bir kaç ismi de anmak gereklidir. Avusturya Marksist Partisi’nden J. Strarse, O. Bauer ve K. Renner. Strarse, tabir yerindeyse sol kanadı temsil eser. Ulusların değil proletaryanın self determinasyon hakkını savunur. Renner, devleti çizgidedir, sağ kanatta yer alır. Bauer ise uzlaşmacı olmakla birlikte konuya en derin ve geniş açıklamaları getirmekle dikkat çeker.
O. Bauer, ezilen milliyetlere mensup (göçmen) işçilerin sınıf mücadelesine daha çok yatkın olduğunu saptamıştır. Ayrıca ona göre bir topluluğun ulus olmasının kriteri ortak karaktere (ruh, huy) sahip olmasıdır. Avusturya bahsinde “Küçük Enternasyonal”den söz etmem ve bunun DEM Parti ile benzerlik gösterdiğini ileri sürmem de sanırım dikkatlerden açmamıştır.
“Küçük Enternasyonal”, İtalyan, Sloven, Çek, Polanya, Ukrayna ve Alman komünistlerinin birlikte kurduğu Avusturya Partisi’ne deniliyordu. Bu parti milliyetçilik nedeniyle dağıldı (1912). Çekli bir tarihçiye göre bunun dağılması, Büyük Enternasyonal’in de (II. Enternasyonal) dağılacağının habercisi oldu.
Self determinasyon hakkı deyince Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu halkları açısından başta Kürtler ve Filistinliler akla geliyor. Bu noktada aktüel tartışmalar da oldu. Lenin, Stalin ve İbrahim Kaypakkaya’nın konuya ilişkin görüşleri de sorgulandı. Kürt, Kızılbaş ve kadın sorununun benzer yanlarının altı çizilen sunumda, bunların önümüzdeki yıllarda da ülkemizin gündemini belirleyeceğine işaret edildi. Bilhassa Kürt dinamiğinin tüm bölgeyi ve dünyayı ilgilendiren bir hadise olduğunun altı bizatihi çizildi.
Self determinasyon hakkına ilişkin detaylara da girildi. Modern filozofların görüşlerini anarken de Herder, Kant ve Ficthe gibi düşünür ve filozoflar anıldı. Herder milliyetçiliğin objektif koşullarını ortak dil ve soyda buldu. Fichte, Alman ulusunda üstün bir yan bulmuştu! Kant ise “kendi aklını kullanma cesareti göster” derken bağımsız bireye dikkat çekmişti. Yine bir Alman düşünürü olan Kaustky ise milliyetçilik meselesinde temel kriterin toprak birliği ve pazar birliğinin belirleyici olduğunu ileri sürmüştür.
Peki ulusal sorun konusunda Stalin’in rolü nedir? Otto Bauer’deki ortak ruh (tarih, kültür) kriterini alıyor, buna Herder’deki dil kriterini ekliyor. Bunları Kaustky’nin düşüncesiyle birleştirerek bir ulus teorisi kuruyor. Komintern’in programına giren teori de bu teoridir. Bu ilkeye göre uluslar kendi kaderini kayıtsız şartsız belirleme hakkına sahiptir.
Milliyetçiliğin ayrıştıran bir ideoloji olduğu bilinse de Marksizm açısından ezilen milliyetçiliklerin desteklenmesi gerektiği de anlamlıdır. Bu bahiste milliyetçiliğin yıkıcı, parçalayıcı etkisine örnekler de verildi. Küçük Enternasyonal gibi II. Enternasyonal’in de milliyetçilik yüzünden dağıldığı hatırlatıldı. Birinci Emperyalist Savaş’ın hemen arifesinde SPD içinde gelişen milliyetçilik, partiyi böldü. Kendi devletini (Almanya) savunan sosyal şövenistler ile komünistler (Rosa Luxemburg, K. Liebknecht) ayrıştı.
Bazı kaynaklara bakılırsa Komintern’in de milliyetçilik nedeniyle dağıldığı anlaşılıyor. Misal önceleri Enternasyonal Marşı, SSCB’nin marşı iken bu kaldırılıyor ve Rus milli marşı resmi marş oluyor. Her şeye “Rusluk” damgasını vurmaya başlıyor. Bu tecrübeler de gösteriyor ki, proletarya ve onun partisi / partileri ulusal sorun konusunda devrimci ve demokratik tavır geliştirmedikçe parçalanmaktan kurtulamıyor. Ülkemizde bunu daha somut olarak yaşıyoruz. Kürtlerin self determinasyon hakkı konusunda Marksist bir yol izlemediği için parçalanmayan sol hareket, benim bildiğim kadarıyla, kalmadı.