Önceki gün tarih felsefesi tartışmaları içinde İstanbul’dan hareket edip Kopenhag’a indim ve Feridun Ünüvar ile buluştuk. Öncelikle ülkenin eski halklarından olan Vikinglerden açıldı söz. Balıkçı bir toplum olduğu söylenir. Saldırgan ve vandalist bir halk olduğu da tarih kitaplarında geçer. Elbette tarihi kimin yazdığına göre bu iddialar değişebilir de.
Kopenhag’da bir mezarlık yanından geçerken Kierkegaard yazılı bir tabela görünce, bu tabela akıma varoluşçu (existansiyalizm) felsefenin kurucusu Kierkegaard’ı getirdi. Meğer mevzu düşündüğüm gibi değilmiş. Mezarlığa, Danca karşılık olarak kirkegaard deniliyormuş. Yani kelime benzerliği var. Dolayısıyla bu varoluşçu filozofun mezarını ziyaret etme arzumuz da gerçekleşme imkanı bulmadı.
Danimarka’da yerliden çok yabancı / göçmen yaşıyor. Resmi dil Danca olsa bile İngilizce baskın görünüyor. Doğru düzgün dil birliği olmayan (olsun da demiyorum) ülkede bile bir ulus devlet kurulmuşken dil, toprak, iktisat ve kültür birliği olan Filistin, Kürt, İrlanda ve benzer ülkelerde self determinasyon hakkı engelleniyor.
Bunda da tarihsel süreçlerin, ölülerin belirleyici olduğu anlaşılıyor. Erken uluslaşan devletler, bu devletler aracılığıyla sömürge siyaseti de izliyor. Danimarka da bu tarihsel tecrübenin imkanından yararlanıyor belli ki. Kendi halkını böyle doyuruyor. Doyan halk, genellikle açları unutur, görmez ve bu yüzden de susar. Oysa toklar açlar var olduğu için doyuyor. Dirileri, ölüler, bedel ödeyenler var ediyor.
Mezarlık muhabbeti, konuyu Hans Andersan’a, getirdi. Felsefe tarihi, edebiyat tarihine dönüşerek düşünceler birbirini izledi. Danimarka’nın bu ünlü masal yazarının mezarını değilse bile varsa onunla ilgili bir mekan veya kurumları (müze vs.) ziyaret edelim dedik. Kopenhag merkezde ilgili yerler bulduk. Andersan, deyince halk masalları, yani önceki kuşaklar, isterseniz ölü nesiller diyelim, aklıma gelir.
Çünkü felsefe gibi sanat ve edebiyat ürünlerinde de yaratıcı olan haktır, emekçi sınıflardır. Yani yaratıcı, ne Kierkegaard ne de Andersan’dır. Bunlar düşünce ve edebiyata modern formlar kazandıran şahsiyetler. Bir bakıma eski kuşak halkların (ölülerin) yarattığı değerleri modernize etmekle yetinmişlerdir. Ölüye de diriye de değer katan, anlam ve içerik veren emekçi sınıflardır (proletarya).
Biraz önce bir çarşı içinde döner yerken de konu ölülere geldi. Modern Avrupa’da ölülerden söz etmek garipsenebilir. Ama görünce düşününce hiç de garip olmadığı anlaşılır. Avrupa’da olduğu gibi Danimarka’da da her yıl onlarca kişinin, tek başına yaşadıkları evlerde ölü bulundukları söyleniyor. Dünyada, Müslüman toplumlarında ve ülkemizde olduğu gibi Danimarka’da da diriden çok ölüye ve mezarlığa “önem” veriliyor. Diriden ziyade ölüye önem verilmesi, sorgulanması gereken önemli bir felsefi sorun olmalı.
Kierkegaard’ın mezarını ararken çok sayıda mezar çalışanı, emekçi kadın ve erkekle tanıştık. Bizim kültürdeki gibi ölülere, ölü mekanlarına büyük değer veriliyor. Öncelikle Müslümanların mezarları daha da şatafatlı görünüyor. Aynı özenin konutlara ve yaşayanlara gözetilmediği düşündürücü. Bir örnekle bitireyim: Bir mekanda kahve içerken yan tarafta uyumakta olan bir kişi fark ettik. Kimseyi rahatsız etmiyor. Belki de yalnız yaşayan ya da yalnız kalmış birisidir. Biraz sonra eli beli joplu ve silahlı bir güvenlikçi onu “burası uyuma yeri değil” diyerek yerinden kaldırıp dışarı çıkardı.
Uygarlık, başta Batı uygarlığı olmak üzere, hayatı acımasız ve mekanik hale getiriyor. Mekaniği, moderni, ölüyü, diriyi, sömüren ve sömürülen toplumları nasıl yorumlamalı? Taktir sizin…
Kopenhag’ın ilk günü yoğun geçti. Danimarka’da bir dizi sunum / konferans olacak. İçeriğe ilişkin yeni paylaşımlarda görüşmek üzere…