Hasan Sabbah ve Alamut Kültürüyle
HALK DİRENİŞLERİNİN İZİNİ SÜRMEK…
Bin yıl önce yaşanmış bir halk hareketini, direnişi ve devrimi ele alarak yeni bilgiler verme iddiası yabana atılır bir iddia olamaz. Her yazar, düşün ve sanat insanı da doğaldır ki böyle bir alana yöneldiğinde bin düşünüp bir yapma yolunu izleyecektir. Ayrıca ele alınan olayın kültürel çerçevesinin geniş olduğunu varsayarsak durum daha da zorlaşır. Değişik tarihsel kişi ve olaylar yanında bunları kapsayan kültürel ortamın da yansıtılması gerekir. Bu yazıda bin yıl evvel yaşanmış bir tarihsel olayın kişilerini ve kültürel temellerini yansıttığını düşündüğüm bir çalışmayı analiz etmek, ondan sonuçlar çıkarmak, yargılarda bulunmak ve eleştiriler yapmak düşüncesindeyim. Kısa adı “Tahir” olan kitabın yazarı ise öğretmen kökenli olan gazeteci-yazar M. Duran Özkan. Kitap başlıktan da anlaşıldığı üzere Alamut Devleti’ni konu ediyor. Hasan Sabbah’ın politik yaşamı ve mücadelesini odak noktası yapan eserin tam adı ise “Hasan Sabbah’ın Fedaisi Tahir” olarak düşünülmüş (Ritim Plus Yayınları, 2019)
Kitabın konusu Selçuklu sultanı Melikşah ve onun veziri Nizamül Mülk’e karşı mazlum alevi, İsmaili topluluklarının Alamut Kalesi çevresinde kurdukları eşitlikçi yönetimin direnişi olarak özetlenebilir. Romanın ana sahneleri bu direnişin ekseninde dönse de yazarın, pek çok öğretiyi, terim ve kavramı da içeriğe ekleyerek eseri olması gerekenden daha hacimli bir hale getirdiği anlaşılıyor. Hasan Sabbah (babası Şii bir vaizdir) ve yoldaşlarının, üzerlerine sürülen Selçuklu güçlerini iki defa üst üste dağıtması ve nihayet romanın ana kahramanlarından Tahir’in, Nizam’ı, Nihavend’i ziyareti sırasında, bir hançer (Zülfikar demek daha doğru olacak) suikastıyla öldürmesi üzerine sona eriyor. Yazar Hz. Ali’nin kılıcına ve Hüseyin’in atına benzeterek Tahir’in atı için Zülcenah, kılıcı için de Zülfikar demeyi tercih etmiş. Eserde Tarih adında iki kahraman görünüyor. Romanın başlarında görülen marangoz Tahir ile eserin ana karakteri fedai Tahir’i, ikisi de halk safında olmasına rağmen, birbirleriyle karıştırmamak gerekiyor.
Alamut Direnişi: Evrensel Bir Direniş Kültürü
Tahir, M. Duran Özkan’ın ilk kitap çalışmasıdır. Kitabı tarihi bir roman olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Yazarın da aynı kanaatte olduğunu söylemek gerekir. Çünkü gerek tiplerin gerekse olay, zaman ve mekanın, büyük oranda gerçek kişi ve gerçek unsurlardan oluştuğunu görmek zor olmuyor. Dolayısıyla birkaç boyutundan söz etmemiz gereken bir çalışmadan bahsediyoruz. Birincisi Osmanlı-Türk resmi tarihinin küçümseyici, dışlayıcı ve ötekileştirerek lanse ettiği bir tarihi gerçekliğin, farklı bir gözden yazıldığı anlaşılıyor. Buna Marksist tarih literatüründe “aşağıdan tarih yazımı” deniliyor. Başta İngiliz Marksist Tarihçiler olmak üzere toplumcu dünya görüşüne göre tarih yazan kişi ve ekoller kastedilir. Örneğin bu tarihçilerden E. P. Tompson’un İngiltere’de işçi sınıfının oluşumunu yazdığı eserlerde, emekçi sınıfların eski mücadele gelenekleri görülür. Ülkemizde de bu tür tarih yazımı gelişmeye başlamıştır. Özkan’ın “Tahir” adlı bu kitabı da dahil olmak üzere bu türden eseler giderek artmakta ve yeni kuşaklar için kaynakça değeri taşımaktadır.
Özkan, Alamut halkının Selçuklu egemen sınıflarına karşı 1000-1100’lü yıllarda yürüttüğü mücadeleyi ele alırken anlatım dili olarak sanatın dilini seçmesi bakımından da tarih bilimcisinden ayrı bir yol izlemektedir. İlk andan itibaren edebi metnin birçok özelliğini eserde görmek zor olmuyor. İnsan betimlemeleri, Alamut’un tasviri, olayların kurgusu dikkat çekiyor. Selçuklu veziri Nizamül Mülk, medreselerin mimarı olarak sunuluyor. Aynı kişinin ünlü “Siyasetname” yazarı olduğunu da eserin başlarında öğreniyoruz. (Age., S. 40, 43). Mülk’ün Hasan Sabbah’a karşı kini ise şu çarpıcı sözlerle veriliyor: “Tam 27 yıldır vezirlik yapıyorum şu koca Selçuklu İmparatorluğu’na, her şeye hakim oldum da bir tek şu Hasan’ı ele geçiremedim.” (Age., S. 43).
Çatışmalar karşıt sınıflar arasında görülmekle birlikte, egemen sınıfların kendi içindeki çatışmaların da eserde dile getirildiğini hatırlatmak isterim. Bu noktadan bakıldığında pek çok savaş temalı sanat eseri gibi Özkan’ın eserinin de geçmişi yansıtırken günümüzü de açıkladığı iddiasında bulunacağım. Sanatta olduğu gibi sınıf mücadelesi gerçekliğinde de bir evrensellik boyut vardır. Eserin güncelle ilişkisini kurmak bakımından Alamut Savaşı ile son günlerdeki Rojava Savaşı arasında bir bağ düşünmek yanlış olmayacaktır. Bu yüzden diyebiliriz ki yazar, Hasan Sabbah’ı ve Alamut deneyimini bir kültür olarak değerlendiriyor ve tüm halk direnişlerine atıf yapmış oluyor. Dolayısıyla yazar, bu kültürün insanlığı ileri götüren bir işlev gördüğü ve direnişler geleneğine nitel bir katkı yaptığı kanaatindedir.
Selçuklu’da Sınıf Savaşları ve Güçler Dengesi
Özkan, eserini kurarken belli bir matematiksel sistem üzerinden yürümüş. Olayların basitten karmaşığa doğru ilerlediği, hücumların ve geri çekilmelerin diyalektik bir tarzda verildiği, negatif olan ile pozitif olanın birbirini izlemesi bu diyalektiğe işaret eder. Abbasileri izleyen yıllarda, İran topraklarında (Kuzey’de) kurulmakta olan Selçuklu iktidarının, kendi karşıtını da yaratmakta gecikmediğini okuyoruz “Tahir”de. Gerek sultan Melikşah’ın gerekse onun veziri olan Nizamül Mülk’ün, romanda Nizam olarak kodlanmış, uygulamaları da kendi karşıtını yaratıyor. Özkan, kitabında bu karşıtlık içinde iki figürü ön plana çıkarmaktadır. Bunlar esere de adını veren ve romanın neredeyse ana kahramanı haline de gelen Hasan Sabbah, -Hasan olarak kodlanmış- ve onun fedaisi olarak betimlenen Tahir’dir. Dai Hüseyin, Buzurg Ümid, Dai Cemal Razi, Dai Abdul Kasım, direnişe sonradan katılan ve adeta direnişin seyrini değiştiren Ebu Ali de romanın olmazsa olmazlarından birisi olarak tasvir edilmiş.
Romanın kişilerini birkaç örnekte toplamak mümkündür. Bunlardan ilkini Melikşah, Tacül Mülk ve saray yöneticileri olarak saptayabiliriz. İkinci olarak Nizam, Alptekin, Aslantaş, İsfahan Kadısı Kasım, Nizam’ın damadı ve aynı zamanda Rey valisi Ebu Müslüm ve çevresinden oluşan kliği görüyoruz. Yoruntaş’ı da unutmamak gerekir. Üçüncü olarak da ilk iki yönetici kesime karşı mücadele dinamiğini teşkil eden Hasan Sabbah ve beraberinde olan güçler konumlanmış. Romanın ilk bölümlerinde savaşın güçler dengesi açıklanırken olayın taraflarının felsefi ideolojik dayanak noktaları da okura yansıtılıyor. Konu marangoz Tahir (fedai Tahir değil) ile Kadı Kasım arasındaki diyalogda veriliyor. Kadı şöyle diyor “Ben kadıyım gücümü önce halife efendimizden, sonra sultanımızdan alıyorum.” Marangoz Tahir yanıt veriyor: “Sen halifenin de, sultanın da kölesi olmuşsun. Ben Allah’a, Hz Muhammed’in onun elçisi olduğuna iman ediyorum. Senin gibi bu dünyanın efendilerine ve nimetlerine değil.” (Age., S. 49). Bir başka güç olarak da, bu düzen güçlerinin karşısında yer alan geniş halk kitleleri bulunmaktadır.
Romanın politik bildirisine bakılırsa Melikşah ve Nizam’ın kitleleri sömüren politikalarına karşı Hasan Sabbah şahsında kümelenen güçlerin buna karşı duruşu söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında eserin bir savaş romanı olduğunu da söylemek olasıdır. Eğer abartılı olmayacaksa Tolstoy’un Savaş Barış’ından izler taşıdığı da iddia edilebilir. Yalnız çok belirgin bir nüans var: Tolstoy, savaşın iki yanına da eşit mesafede durmuştu. Özkan ise -bir ölçüde- Hasan Sabbah ekolünden yana tavır almıştır. Yine romandan çıkartılacak sonuçlardan birisi de haklı savaşların da olabileceğidir. Bu konu Marksist siyaset felsefesi açısından önemlidir. Çünkü ilgili literatürde haklı savaş, haksız savaş ayrımı yapılmaktadır. Özkan’ın eserindeki mantık yakından incelenirse, yazarın sarayın savaşını haksız, Alamut’un savaşını ise (ki direniş demek daha doğru) haklı bulduğu anlaşılmaktadır.
Alamut Kalesi’nin Alınması
Mülk Allah’ın, Kullanılması Halkındır
Yazarın kurgulama yönteminde de bazı özellikler tespit ediyoruz. Eserinin dinamiğini haklı olarak savaş sahneleriyle veren yazarın, bu dinamik sahneleri çeşitli etaplara yaydığını ileri süreceğim. İlk etapta, Hasan’ın Alamut Kalesi’ni ele geçirdiğini görüyoruz. Selçuklu’nun Kale komutanlarından Mehdi ve yardımcısı Askar’ın, kısmi bir direniş göstermekle yetindiği anlaşılıyor. Bu aşamada Hasan’ın diplomatik uygulamaları, Mehdi’ye maddi olanaklar söz vermesi ve daha da önemlisi Kale’deki unsurları önceden örgütlemiş olmasının etkisiyle ele geçirilmesi anlatılıyor. Buradaki savaşı, günümüz terimleriyle söylenecek olursa, düşük yoğunluklu savaş olarak değerlendirmek mümkündür. Aynı zamanda kansız olması bakımından da “şanlı savaş” ifadesi kullanılabilir. Yazar, savaş deyince elbette yalnızca silahlarla yapılan savaşı kastetmiyor. Savaşın sosyal alanda nasıl görüldüğü, ekonomik ilişkilerle hangi düzeyde bağları olduğu ana öyküye bağlı olarak alt metin biçiminde yazılıyor. Çevresi ova olan bir kalenin merkezde olduğunu biliyoruz. Şöyle betimleniyor ilgili mıntıka: “Köyün çobanı çoktan kalkmış, davarları otlatmaya başlamıştı. Birkaç köylü eşeklerinin yularını çekiştirerek tarlalarına gidiyordu. Ovada başka da bir hareketlilik görülmüyordu.” (Age., S. 147).
Bir yanda Saray ve saltanatın, emekçi sınıflara karşı reva gördüğü sömürü ve zulüm düzeni yer alırken diğer yanda temelleri Kerbela şehitleri tarafından atılan, aynı zamanda düşünür ve filozoflarca da geliştirilen eşitlikçi dünyanın savunucuları var. Yazarın diline ve olayları ele alış tarzına bakılırsa bir karşıtlık da İslam’ın kendi içinde bulunuyor. Buna İslam’ın Alevi/İsmaili kolu ile Saray ve Nizam’ın İslam’ı arasındaki çatışma denilebilir. Bu çatışma da romanın baştan sonuna dek olaylara yön veren bir tema olarak görülmektedir. Bu anlayışa bağlı olarak bir Alevi literatüründen söz etmek de kaçınılmaz oluyor. Buradan bakıldığında Özkan’ın çalışmasının, Alevi kültürüne ve bu alandaki entelektüel çalışmalara bir kaynakça da bıraktığı/bırakacağı ileri sürülebilir. Ne var ki eser bu yeteneğine rağmen birçok gerçek olayı Alevilik adına da olsa dinsellik içinde eritme zaafiyeti de göstermektedir.
Romanın akışı sıklıkla nesnellikten uzaklaştığı izlenimi veriyor. Selçuklu İmparatorluğu’nun henüz erken dönemindeki bu türden sınıf mücadelelerinde halkların zafer kazandığı sıklıkla görülmüş olsa bile Alamut Kale’sinin betimlenen biçimde halk güçlerinin eline geçmiş olması inandırıcı görülmüyor. Daha doğrusu gerçeklikle örtüşmüyor izlenimi veriyor. Özkan’ın her ne kadar sahneleri çarpıcı bir dil ile anlatması altı çizilecek bir husus olsa da Hasan Sabbah’ın safını tuttuğu gözlerden kaçmıyor. Tarihsel veya sosyolojik bir metin olsaydı bu tutum, belki hoş ve olumlu bulunabilirdi. Sanat eserinde gerçekliklerin yerini beklentilerin alması eseri değer yitimine uğratabilir. Yine de Özkan’ın düşünce dünyasında birbiriyle tutarlı bir hareket ve yine her döneminde bir önceki ve sonraki süreciyle uyumlu olan birden çok olay ve kahraman bulunuyor. Bu olaya örnek olarak Kale’yi ele geçirenlerin yayınladıkları manifesto benzeri bildiri verilebilir. Burada ilke, Hasan Sabbah’ın kişiliğinde somutlaşan ama kökü eski çağlara, özellikle de İmam Ali, Hasan ve Hüseyin’in ilkelerine dayanan, Muhammed Peygamber’in ayet ve hadislerine referansla ortaya konan prensiplere dayanmaktadır. Devrim yapmış bir lider durumunda olan Hasan’ın ağzından şunlar söyleniyor:
“Yoldaşlar bundan böyle bu kalede yaşayanlar birbirlerinin yoldaşıdır. Her bir kişi yoldaşlık bağıyla bir diğerine bağlıdır. Bu bağlılık içinde herkes üzerine düşen görevi aksatmadan yürütecektir. Bundan böyle bu kalede kölelik, cariyelik, kalkmıştır! Hiç kimse para ile alınıp satılamaz! Kaledeki köleler ve cariyeler özgürdür, isterlerse hemen şimdi kaleden ayrılabilirler. Bugünden itibaren her erkek yalnızca bir kadınla evlenebilir. Çok eşlilik yasaklanmıştır! Mülk Allah’ındır, kullanma hakkı ise halkındır. Bundan böyle üretilen her şey, herkesin ihtiyacına göre eşit pay edilecektir.” (Age., S. 120, 121).
Selçuklu’da Toprak Sistemi ve Savaş
Selçuklu öncesi ve sonrası olan, adeta bir geçiş döneminin imparatorluğudur. Persler bir yana Sasaniler, Emeviler, Abbasiler, Bizanslılar’dan gelen çizgide kendine yer bulmuştur. Buradan da Osmanlı’ya ve Türkiye devletine bağlanmaktadır. Aslında yazar, tüm bu büyük yolculuk içinde 11. yüzyıla yoğunlaşmış olsa da derin ve geniş gözlem gücü sayesinde tüm bu uzun yolculuğun ruhunu da yansıtmaktadır. Mesela ıkta sistemi olsun, dirlik sistemi olsun aşar vergisinin uygulandığı sistemlerin tümünde bir halk karşıtlığı görülmektedir. Özkan, ıkta sistemini ve bununla bağlantılı olarak Yoruntaş figürünü romana sokmasaydı büyük bir eksiklik olurdu. Eserin siyasal bildirisi bu noktalar bakımından tartışmaya elverişli imkanlar yaratmaktadır.
Anadolu ve Mezopotamya topraklarındaki ayaklanmaların nedeni, hangi düzeyde vergilere ve vergilerin adaletsiz uygulanmasına bağlıdır? Alevi toplulukları ayaklanmada neden başı çekmektedir? Öte yandan neden gerek Selçuklu gerekse Osmanlı, öncelikle Alevi toplulukların üzerine saldırmaktadır? Esere bakılırsa yanıtlar çok naif görülüyor. Eserin bildirisine itibar edilirse Alevi ve bunların içinde yer aldığı İsmaili ve Şii topluluklar, Kerbela trajedisinden beri çıbanbaşı olarak görülmektedir. Kerbela’da şehit düşen imamlar ise eşitliğin sembolü olarak tasvir edilmektedir. Elbette yazarın bu noktalarda hissettirdikleri tartışma kaldırır. Bununla birlikte yazar, yaşananları seküler boyutlarıyla vermeye çalışırken sosyalist bakış açısını da yansıtmayı ihmal etmiyor. Eserde kullanılan dil, terim ve jargonlara bakılırsa sosyalist bir dil yerine Alevilik üzerinden de olsa son çözümlemede teolojik bir dil kullanıldığı görülmektedir. Bu yüzden de kitabın Alevilik kültürüne bir katkı değeri taşıdığını tekrar etmek isterim.
Alamut toplumunun büyük bir bölümünün Alevilerden ve İsmaililerden oluştuğunu anladığımız bölümler de az değil. Eserin bir yerinde şu ifadeler kullanılıyor: “Kaleyi ele geçirdikten sonra çok sayıda genç refik [İsmaili] asker olmak için saflarına katılıyordu. Bu gençlerin bir kısmı kendi iradeleriyle kalkıp geliyorlar, bir kısmını ise aileleri, Seyduna’nın [Hasan Sabbah] askeri olmaları ve davaya hizmet etmeleri için kaleye gönderiyorlardı. Gelenlerin büyük bölümü Alevi gençlerden oluşuyordu. Bu gençler Nizam’ın ve Sunni ulemanın baskısından kaçıp Seyduna’nın saflarına katılıyorlardı.” (Age., S. 148). Katılımlar Kale’deki insan çeşitliliğini de artırmıştır. Farklı meslek grupları oluşmuş, mesleksizlere ise durumlarına ve Kale’nin ihtiyacına göre yeni meslekler öğretilmektedir. Demirciler, taşçılar, sarnıçcı ustaları, aşçılar, yardımcılar, biniciler, seyisler bunlardan sadece bazıları. Buna rağmen Özkan’ın sunumuna bakılırsa ihtisaslaşma çok sınırlı görülmektedir. Bunu da anlamak zor değil. Savaş koşulları, sürekli saldırılara açık olma hali, toplumda savaş ve sosyal yaşam arasındaki farkın ortadan kalkmasına yol açmaktadır.
Romanın dinamik bölümlerinden birisi ise Nizam’ın ve Saray’ın kaleye yönelik saldırısıyla gündeme geliyor. Ikta alarak, Saray için asker besleyen ağalardan ve komutanlardan olan Yoruntaş devreye giriyor. Yazar, Yoruntaş ve beraberindeki askerlerin Alamut kalesine yaptığı saldırıları detay vererek tasvir etmektedir. Bu detay ve tasvirlerin sıklıkla uzatıldığını ve eseri yorduğunu da bir eleştiri olarak belirtmek gerekir. Eserin, hareketlilik yanında odak noktalarını da bu savaş sahneleri gösteriyor diyebiliriz. Çünkü savaş ister istemez çok boyutludur. Tanımı gereği tek değildir, en az iki boyutludur. Çünkü iki karşıt güç çatışmaktadır. Yoruntaş’ın haftalar süren kuşatması ve saldırısı, Alamut Kale’sinde çeşitli gedikler açıp direnişçilere zarar verse, moralleri zayıflatmış olsa da, Nizam için bir başarı getirmez. Üstelik saldırıların devam ettiği bir sırada Yoruntaş’ın ani ölümü de gelişmelere eklenince Saray’ın ve Nizam’ın zafer hayalleri yerle bir olur. Yoruntaş’ın askerleri ölüleri savaş alanına gömer, Yoruntaş’ın cenazesini
ve yaralılarını da yanlarına alarak Alamut civarından uzaklaşır.
Allah, Muhammed, Ya Ali…
Allah, Muhammed Ali vurgusu romanın iliklerine kadar işlemiştir. Sıklıkla kullanılan üçlülerden birisidir. Bizi Hegel’in üçlülerine götürür. Hegel’in üçlülerinin Hıristiyan üçlemesiyle ilişkisini kuran araştırmacıların varlığı da biliniyor. Kutsal üçlü ünlüdür: Baba, oğul, kutsal ruh. Bunun bir benzerlik olduğu sorusunu sormakla yetinsek de eserde kitabi, kuramsal ve dinsel olana aşırı bir ilginin olduğu gözlerden kaçmıyor. Hasan’nın sıklıkla betimlendiği ortamın kitapla ilişkisini kurmak da zor olmuyor. Kitabı ve kütüphaneyi kendi doğal parçası gibi gören bir figürden söz ediliyor. İçinde kalınan inanç sisteminin büyük bir kültür olduğu düşünülüyor. Bu kültürün gelişip yayılması için de mücadele ediliyor. Bu açıdan bakıldığında Özkan’nın, romanı “Yol cümleden uludur” sözleriyle başlatmış olması da anlam kazanıyor. Yol, Alevi, İsmaili ve Şii toplulukların inandığı kültürün adıdır. Bu kültürü yeni kuşaklara, Kale’deki savaşçılara, fedailere ve geniş Anadolu halklarına iletmenin bir yöntemi bulunmalıdır. Hasan adeta Nizam’ın yaptırdığı Nizamiye medreselerine karşılık Kale’de dersler ya da eğitim çalışmaları diyebileceğimiz faaliyetler yaptırmaktadır.
Dai Hüseyin bu dersi veren hocaların başında gelmektedir. Okuması olmayanlara okuma yazma öğretilmektedir Kale’de. Birçok Arapça, Farsça bilen çevirmen de Hasan’ın çevresinde konumlanmıştır. Yunan klasiklerinden söz edilirken Platon ismi veriliyor. İslam bilgini El Kindi dahil olmak üzere Farabi ve İbni Sina gibi düşünürler üzerinde de durulmaktadır. Burada eksik bir durum kendini belli ediyor ki o da Hasan’ın okumalarından detayların verilmemiş olmasıdır. Özkan, “Hasan kitap okuyordu” demekle yetiniyor. Ne kitabı okuduğunu ise ancak yorumlarla çıkartabiliyoruz. Demek ki Kale sadece bir askeri üs ve silahların konumlandığı bir mevzi değil. Adeta bir kültür kurumu olarak da işlev görmektedir. Zira topluluk kendi anlayışlarını, savunduklarını, uygulamak istediklerini burada belli bir kuram, ilke ve teze dönüştürerek topluma yayma düşüncesindedir. Kale’de yapılan eğitim çalışmalarında olsun alınan kararlarda olsun belli bir demokrasinin işletildiğini ise söylememize gerek bile yoktur. Dolayısıyla bu kültür üzerine Özkan’ın yaptığı vurgulara ve verdiği detaylara ilişkin kısa bir bilgi vermek yararlı olabilir.
Devlet dini haline gelen İslam anlayışına karşı asıl, gerçek İslam’ı temsil ettiğine inanan İsmaili anlayışı, Alevi kültürü ve bir bütün olarak batini inanç felsefesi, yeni oluşmakta olan Alamut toplumunun da dini haline gelmektedir. Bu dinin tarihine, önderlerine, mitolojisine ve felsefesine ilişkin Dai Hüseyin yetkili tayın edilmişken Buzurg da, bu topluluğun savaş sanatına ve anlayışına ilişkin dersler vermektedir. Elbette tüm bunlara da Hasan Sabbah kumanda ediyor. Tahir ile diğer fedailer ve savaşçılarla birlikte olan Dai Hüseyin, yeni oluşumun ve Alamut devletinin felsefesini Allah, Muhammed ve Ali’nin ilkelerine dayandırdığını sıklıkla vurgular. Bu anlayışa göre her şeyin yaratıcısı Allah’tır. İnsanı balçıktan yaratmıştır. Yaradan, insana da kendi soluğunu üflemiştir. Yani beden balçıktandır, ruh Allah’ındır. Kaldı ki balçığı da Allah’tan başkası yaratmış olamaz. Bu minvalde dersler devam eder…
Allah Dört Elementi ve Toplumu Yarattı
Allah’ın ruhu insana geçtiğine göre insanda Allah’tan bir parça vardır. Her varlık gibi insan da Allah’tan bir öz taşımaktadır. Aslında buna sonraki terminoloji ile söylenirse tasavvuf düşüncesi diyebiliriz. Dai Hüseyin bu türden dersleri, doğanın açıklanmasına, insanın betimlenmesine ve toplumun açıklanmasına kadar genişletir. Yazarın sunumuna bakılırsa doğayı yaratan da Allah’tan başkası değildir. Gezegenleri yaratan odur, güneşi var eden odur. Kalbi, ciğeri, beyni, dalağı yaratan da odur. Evrende güneş ne ise insan da kalp odur. Güneş sistemi içinde ay ne anlama geliyorsa Merkür gezegeni de odur. Evrenin oluşumu da açıklanır Kale’deki derslerde. Yeni devletin dinsel-mitolojik inancına göre Tanrı yedi katlık göğü yaratmıştır evvel. Sırayla evreni, dört elementi ve toplumu yaratmıştır. Yedi katlı göğü yarattıktan sonra da, önce cansızlar alemini yarattığı söyleniyor.
Doğa da açıklandıktan sonra toplum görüşü de betimleniyor. Bu inanca göre Allah herkesi eşit yaratmıştır. Allah’ın ve Ehlibeytin ilkelerinde kadının aşağı görülmesi de yoktur. Bu ilkeler belki de kadınların, yoksulların, gençlerin Alamut toplumuna ilgisinin artmasına vesile olmuştur. İnsanları eşit yaratan Allah’ın nazarında kimse köle ve efendi değildir. Dolayısıyla insanın insana kulluğu yoktur. İnsan yalnızca yaratanın kulu olarak vardır. Sultana, hana, Nizam’a kulluk kutsal kitapta yoktur. Özkan’ın sunumuna bakılırsa tüm bu eşitlikçi anlayışlar Hasan hareketinin başarısında rol oynamıştır. Bu hareketin dinsel özgürlük de getirdiği Dai Hüseyin dersleri arasındadır ki bu da, pek çok farklı inanca sahip olan insanların ve toplulukların Hasan hareketine katılmasında rol oynamışa benzer.
Aslantaş Önderliğinde Yeni Bir Savaş Daha
Romanda yeni bir etaba girilir, yeni bir savaş sahnesidir. Aslantaş’ı görüyoruz sahnede. Aslantaş’ın savaşa angaje olması sırasında bir kez daha karşıt güçler tasvir ediliyor, onları daha yakından tanıma olanağı doğuyor. Selçuklu, halklara karşı saldırı ve savaş demektir. Aslantaş planlı ve sistematik olarak devreye giriyor. Öncekilerden farklı olarak imparatorluk adına bir sefer yapılıyor bu defa. Aslantaş ise hem Melikşah hem de Nizam’ın yönlendirmesiyle kendisini savaşın içinde buluyor. Sahneler sıklıkla iki karşıt cephenin içeriğine dair bilgiler verilerek yapılıyor. Alamut Kalesi, pek çok yoksulluk içinde savaşa hazırlanırken Kale’nin dışındaki kesimlerde de halkı savunma adına faaliyetler sürdürülüyor. Ne var ki Hasan’ın savaşçı güçleri özel olarak Kale’de toplanmış durumda. Çevre yerleşim alanlarında ise halk ile saray güçleri çatışıyor. Bu çatışmalarda sıklıkla halkın ve bilhassa Hasan’ın yolundan gidenler büyük bir kıyımdan geçiriliyor.
Yeni bir etaptır. Yeni dediğimiz bu etapta da Hasan’ın Saray ve çevre yaşam alanlarında ikamet edenler tarafından bilgiler, Alamut’a akmaya devam eder. Şimdiki bilginin merkezinde ise Alamut’a yapılacak yeni seferin haberi, haberleri vardır. Kale’de hızla eksikler giderilir. Savaşçılar savunma pozisyonu alır. Sefere komutanlık eden Aslantaş’ın da akıbeti pek parlak olmaz. Savaş günlerce sürüyor kitapta anlatılanlara göre. Sayı ve silah üstünlüğü Selçuklu ordusundadır. Birçok saldırı ile Kale güçlerine darbeler vurulur. Alamut Kalesi, birçok kritik yerinden darbelenir, gedikler açılır. Hasan ve güçleri yenilgi psikolojisine girer.
Öte yandan her saldırı Alamut güçlerine yeni tecrübeler kazandırır. Buna rağmen yiyecek sıkıntısı kendini gösterirken, sarnıca doldurulan su da tükenmek üzeredir. Savaşçıların ve Kale’deki diğer insanların yemesinden ve içmesinden tasarrufa gidilir. Hasan Sabbah, savaşçılara moral verir, geri adım atmaz ve teslim olmayı, Kale’yi Aslantaş’a bırakmayı asla kabul etmez. Savaşın seyri giderek Alamut güçleri lehine döner. Kale’nin içinde olmanın bazı avantajları da işlevseldir. Aslantaş’ın orduları darbe üzerine darbe yer. Üstünlük ve saldırı Alamut güçlerine geçer. Kısa sürede yenilip teslim olur Aslantaş. Bunda Kale’nin yardımına gelen Ebu Ali’nin oynadığı rol son derece önemlidir.
Alamut Güçleri Saldırıya Geçer
Nizam, Vali ve Kadı Öldürülür
Şimdiki etapta ise yazar, biraz da yaşanmışlıklara bakarak bir değişiklik yapıyor. O ana kadar savunma pozisyonunda olan Alamut güçlerini saldırı pozisyonuna sokuyor. Başta Hasan’ın fedaisi Tahir olmak üzere diğer fedailer Cafer ve Hodadat bu saldırıda görev alacaklardır. Hedefte ise Alamut’a saldırıda başrol oynadıkları düşünülen üç kişi vardır. Birisi Nizam’dır, onu öldürmekle Tahir görevlendirilir. İkincisi İsfahan Kadısı Kasım Muhammed, onu da Cafer öldürecektir. Rey valisi Müslüm’ü öldürmek üzere de Hodadat görev alır. Her üç fedai de mutluluk içinde görevlerinin başına dönerler. Feda eylemlerini yapmak üzere hemen harekete geçen savaşçılar, gerekli bilgileri toplamaya başlar. Melikşah ve Nizam’la birlikte bir Saray ekibinin Nihavend’i ziyaret edeceği bilgisine ulaşılır. Özkan, bu seyahat sürecini ve Tahir’in hareket tarzını mercek altına alıyor. Diğer iki eyleme ilişkin ise detay vermiyor.
Özkan, Tarih üzerinden yoğun bir psikoloji çözümlemesine giriyor. Giderek de okuru, Nizam’ın iç dünyasındaki hesaplaşmaya, kendisiyle yüzleşmesine ve daha da önemlisi ölüm ve öldürülme korkusuyla yüzleşmesine çekiyor. Nizam henüz, Tahir’in ölümcül ve zehirli hançer darbesini yemeden ölüp ölüp dirilmektedir. Gözünde, uykusunda, aklında, bakışında Tahir’in hayaleti dolaşmaktadır. Çok geçmeden aklına gelen başına gelir ve Tahir’in hançer darbeleriyle bütün bir cemaatin içinde yere serilir. Önce ölmediği sanılır. Sağlıkçıların müdahalesiyle hayata tutunursa da hançerin zehiri etkisini daha sonra gösterir ve Nizam ölür. Yazar romanı şu sözlerle bitiriyor: “Nizam’ın ölüm haberinin ardından, Alamut’ta 40 gün 40 gece şölen yapıldı. Yenip içildi. Davullar çalındı, halaylar kuruldu. Bu arada Kadı Kasım Muhammed ile Rey valisi Nizam’ın damadı Müslüm’ün de ölüm haberleri geldi.” (Age. 340).
Savaşın Değişen ve Değişmeyen Unsurları
“Tahir”in yazarı, pek çok defa üretim alanlarına gönderme yapıyor kitapta. Ekinlerden, hayvancılıktan, tahıl üretiminden dem vuruyor. Halkın birbirleriyle olan ilişkilerinden, atlardan, koyunlardan ve çobanlardan da söz ediyor. Hasan Sabbah tuğla üretiminden söz ediyor ki, bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Bir halk beysiz paşasız da üretim yapabiliyor. Üstelik daha iyisini yapıyor. Alamut, adı devlet olmayan bir devlet durumuna geliyor bu süreçte. Modern dönemlerin komünleri, Sovyetik rejimler, Rojava gerçeği ve demokratik özerk yönetimlerin ilk ve ilkel modelidir Alamut tecrübesi. Bir bakıma sonraki demokratik uygulamaların prototipidir.
Romandaki üretim alanına yönelik sunuma rağmen Özkan’ın eserinde, üretim alanlarına dönük betimlemelerin canlı ve detaylı olduğu söylenemez. Oysa eserde konu, savaş, siyaset ve benzeri hareketlere geldiğinde gerekmediği kadar detay görmekteyiz. Bilhassa eserin ilk yarısında bunu bir sorun olarak görüyoruz. Ne var ki romanın ikinci bölümü diyebileceğimiz kısmında bu detaylar yerini hareketliliğe bırakıyor. Başlarda şaşırtıcı buluşlar daha sınırlı olduğu halde, eserin ikinci kısmında saldırı sahneleri ve fedailerin son eylemleri sayesinde roman belli bir canlılık kazanıyor. Bu canlılık için yalnızca savaş sahnelerini örnek vermek eksiklik olabilir. Çünkü üretici güçlerin düzeyine göre de savaş araç ve gereçleri betimlenmektedir. Bu olay okuru aynı zamanda tarihin eski dönemlerine de götürmektedir. Ok, kılıç, pala, hançer, balta, elbette ki at, katır, kalkan… Atın eyerini, nalını ve benzeri unsurları sıralamak da olası… Keza savaşçıların ve Hasan’ın giydiği kızıl kuşaklı kıyafetleri de belli bir inancın simgesi (Kızılbaşlık) olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.
Bu konuya neden değiniyoruz? Eski ile yeni arasında analoji yapabilmek için. Birçok gerçekliğin eskiye oranla değiştiği düşünülebilir. Mesela savaşın araçları ve biçimi muhakkak ki değişmiştir. Oysa dünyanın pek çok coğrafyasında, yine Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasındaki gelişmelere bakıldığında halen savaşların sürdüğünü ve amaçlananın ise bin yıl önceyle aynı olduğu düşünülebilir. Son zamanlardaki Rojava savaşları düşünüldüğünde Özkan’ın kitabının ne denli aktüel olduğu da ortaya çıkmaktadır. Eski Melikşahlar’ın, Nizamlar’ın ve eski Hasan ve Tahirler’in yerlerini, bu kişilerin modernize edilmiş tiplerinin aldığı anlaşılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Özkan’ın kitabının günümüze de ışık tuttuğu iddia edilebilir. Edilebilir, çünkü genelde tarih ve tarih romanlarının, sadece eskiyi yad etmekle yetinmek değil, günümüzü de açıklama kaygısı güttüğü söylenebilir. Yani geçmişi bilmek istiyoruz, çünkü günümüzü anlamak istiyoruz. Öte yandan bugünü anlamak istiyoruz, çünkü geçmişi bilmek istiyoruz.
Alamut Devleti’nden Rojava’ya…
“Hasan Sabbah’ın Fedaisi Tahir” adlı romanın bugünlerde yayınlanmış olması tamamen tesadüfi olsa da, onun güncel gelişmelerle bağlantılı olduğu da bir realitedir. Kısa adı “Tahir” olan bu eserin işaret ettiği varlık dünyası, dokunduğu mekan, duyurduğu zaman dilimi ise yalnızca geçmiş ve yalnızca İran topraklarının küçük bir coğrafyası değil. Özellikle Anadolu ve Mezopotamya toprakları başta olmak üzere dünyanın sınıflı tüm toplumlarına gönderme yapmaktadır. Özkan’ın eserinin çağrıştırdıkları arasında Mazdek’ten Karmatiler’e, Bedreddin’den Dersim Direnişi’ne dek pek çok hareketi tespit etmek olasıdır. Her coğrafyanın kendine özgü Nizamlar’ı ve Hasan Sabbahlar’ı olduğunu da hatırlatmak isterim. Demek ki, Özkan’ın hissettirdikleri, çağrıştırdıkları birçok bakımdan ele alıp dokundukları oldukça geniş bir mekan ve zaman dilimine yayılmış durumdadır.
Her ne kadar eserde 10. 11. yüzyıla ilişkin bilgiler alsak da, İsfahan, Kuhistan ve Nihaven’di öğreniyor olsak da yazarın anlattıklarının, anlatılmayan birçok mekanı da akla getirdiğini saptamak zor olmuyor. Yani anlatılanlardan, anlatılmayanları çıkarmak; bilinenden hareket ederek bilinmeyeni bilmek de diyebiliriz buna. “Tahir” adlı kitap tarihin, kısa bir zaman kesitini (bir yıl) mercek altında büyüterek bize sunarken aynı zamanda sınıf mücadelesinin evrensellik ilkelerini de okura taşımaktadır. Üstelik Özkan, bunu sanat yoluyla yapıyor ki, sanatın ilettiği, dahası öğrettiği bilgi, bilgi amaçlı yapılan etkinliklerden daha değerlidir. Sanat, diğer disiplinlerden farklı olarak varlığı nesnel ve öznel bakışla ele aldığı için daha bütünseldir. Buna bir de duygu eklendiğinde bilgi daha yüksek bir nitelik kazanır. Eğitim boyutuyla da bakıldığında Özkan’ın, belki de mesleğinden (eğitimci) gelen yeteneğini de çalışmasında aktif bir unsur olarak kullanmasından dolayı, eser başarılı bir formda ortaya çıkıyor.
Hasan Sabbah ismiyle özdeşleşen Alamut gerçeği, kuşkusuz ki dünya tarihi için de, sınıf mücadelesi açısından da önemli bir yerde duruyor. Yerli ve yabancı pek çok tarihçinin konuyla ilgilenmesi tesadüfi değil. Birçok yabancı eserin Türkçeye çevrildiği ve bir yanıyla popülerleştirildiği de bir gerçek. Bu eserlerin birçoğunun Alamut kültürünün lehine, bir o kadarının da aleyhine yazıldığı bilmediğimiz bir şey değil. Özkan, metnimizde de yansıtıldığı gibi bu direniş kültürünü, ezilen inanç gruplarının penceresinden ele alarak “aşağıdan tarih yazımı” çerçevesinde sergilemiştir. Bu yüzden de Osmanlı-Türk resmi ideolojisinin yaydığı gibi Alamut ve Hasan Sabbah kültürünü, uyuşturucu ve benzeri ögelerle yaftalama durumuna düşmeden olabildiğince nesnel kaygılar güderek olayı, estetik bir yöntem, dil ve üslupla ifade etmeye çalışmıştır. Bunu yaparken kalemini, sıklıkla ezilen inanç grupları olan ve Selçuklu, Osmanlı, Türk ideolojileri tarafından ötelenen, Alevi, İsmaili, Şii, Rafizi ve Batini toplulukların çıkarını da gözeterek kullanmıştır.