Marx ve Engels hukukun eşitlik getirmeyeceğini, tam tersine hukuki eşitliğin gerçek, somut anlamındaki toplumsal eşitliğin üstünü kapatmak için var olduğunu ileri sürdüler. Hukuk, sınıflı dönemde, bilhassa sermaye toplumlarında sömürüyü meşrulaştırmak, işi kitabına uydurmak için icat edilmiş bir aparat olarak işlev görür. “Adil yargı” kavramı gibi “adil ücret” hukukunu sorgulayan Marx ve Marksizm için eşitlik, bu hakların kullanımı ile değil ancak sınıfsız bir toplum ile birlikte mümkün olabilir.
Haftasonu, Bağcılar’da yaptığımız bir panelde hukukun tarihsel evrimini, felsefesini ve güncelliğini konuştuk. Hukuksal mücadele ile sınıfsal mücadele arasındaki diyalektiğe dikkat çekilen programda Av. Hakan Günaslan Hukuk Felsefesi’ni analiz eden bir sunum yaparken hukuk akımlarının çeşitliliğine işaret etti. Hukuk düşüncesindeki farklı bakışlara, bunlar arasındaki gerilimlere dikkat çekildi. Panelin moderatörlüğünü de üstlenen Tüketicileri Koruma Derneği başkanı Aziz Koçal ise hukukun, tüketiciler açısından önemine ilişkin açıklamalarda bulundu. Örgütlü bir toplumda, hakların aranması ve onlar için çaba gösterilmesi gerektiğine dikkat çekti. Abdurrahman Baş da giriş konuşmasında Aralık ayında meydana gelen Maraş, Hayata Dönüş, Roboski gibi kıyım ve katliamlara vurgu yaparak, konunun hukuka ve dine nasıl yansıdığı sorularını ön plana çıkardı.
Hukuk felsefesinden, hukuk tarihinden, gündelik yaşamdaki hukuktan söz edildiğinde, sınıfsal bir olgudan söz ettiğimiz açıktır. Kamu hukukunun özünü ceza hukuku oluşturur dersek sanırım konu daha bir somutluk kazanır. Keza özel hukukun özünü medeni hukuk oluşturur dediğimizde sorun daha da aktüel hale geliyor ve anlaşılır oluyor. Bu iki hukuk kategorisinin ruhu ve mantığı mülkiyeti korumak ve meşrulaştırmak içindir. Magna Carta’dan beri (öncesi de var) özgürlük (liberte) deyince öncelikle mülk özgürlüğü akla gelir. Burjuva-liberal hukuk teorisyenleri insan, halk, özgür veya vatandaş deyince uzun çağlar boyu yalnızca mülk sahibi erkekleri kastetmişlerdir. Egemen hukuk düşünceleri tarihinde emekçilerin, kölelerin, serflerin ve kadınların insan yerine konulması yenidir. Sınıf mücadeleleri ile söz konusu olmuştur.
Gerek Magna Carta gerekse peşinden gelen İngiliz Yurttaş Hakları Bildirisi, Amerikan Bağımsızlık düşüncesi gerekse Fransız İnsan Hakları Bildirisi’nin insanlığa eşitlik getirdiği söylentisi gerçekliği yansıtmaktan uzaktır. Hukuk efsanesi, Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı tarihinde de toplumda, bilinçlerde yanılsamalar yaratma rolü oynamıştır. Senedi İttifak, Tanzimat Fermanı ile başlayan Meşrutiyetlerle ve cumhuriyetle devam eden hukuksal düzenlemeler, temelde hakim sınıfların sınıf çıkarını korumuştur. Bu hukuksal düzenlemeler için de eğer emekçilerin ve ezilenlerin çıkarına uygun olanlar var ise onlar da toplumsal baskı, halkların mücadelesi nedeniyle mümkün olmuştur.
Tarihte sürekli bir ilerleme ve iyileşme olduğunu söylemek de sorunlu görünüyor. Ortadoğu, Filistin, Ukrayna ve Kürdistan’da sürmekte olan savaşlar da, önceki yüzyıldaki kanlı kıyımlar da iyileşme, özgürlük veya eşitlik geldiği tezini yalanlıyor. Zira tarihsel veya hukuki ilerleme etik, politik ve özgürlükler açısından bir eşitlik getirmiyor. Kant, Hegel ve Kelsen gibi filozofların “hukuk karşısında eşitlik” olduğunu savunmaları da toplumsal eşitlik talebini engellemeye yöneliktir. Ayrıca emekçi sınıflara uygulanan hukukla hakim sınıflara uygulanan hukuk da aynı değildir. Netice itibariyle eski çağların Tanrı karşısındaki eşitlik efsanesinin yerini modern dönemlerde yargı karşısında eşitlik almıştır. Emekçi sınıfların ve ezilenlerin toplumsal konumlarında bir değişiklik olmamıştır. Komünist bir teori açısından bu eşitlik ancak sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya ile mümkündür.
Fukuyama gibi düşünürler Sovyetik rejimler çöktüğünde liberalizmin galip geldiğini, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü her türden zorbalığa son verdiği türünden görüşlerin savunulmasına önayak olmuştu. Oysa sonraki savaş ve sömürü süreçleri, günümüzdeki despotik olgular, burjuva demokrasisi açısından bile hiç de özgürlükçü değil. Tersine bir çok ülkedeki yönetim biçimlerine bakılırsa sertleşme, diktatörlük ve faşizm egemen haldedir. Karl Smith gibi hukuk düşünürleri bu sürecin hukuk felsefesini yaparken faşizmi adeta itiraf etmektedir. Ona göre iki tür hukuk var (olmalıdır). Birisi vatandaş hukuku, diğeri düşman hukuku. Bu örnek bile tek başına hukukun ne türden bir ideolojik yanılsama ürettiğini gözler önüne seriyor.
Hukukun, tarihsel serüvenine bakıldığında dün ile bugün arasında öz itibariyle bir fark olmadığı görülecektir. Smith’in önerdiği düşman hukukunu vakti zamanında Machiavelli savunmuştu. Tek devlet kurmaya giden yolda, hedefe varmak için her yol mubahtır. Keza Hobbes da, tek vücut bir mutlak moraşik devlet savunurken bugünkü diktatörlere adeta yol haritası çizmiştir. Burada devlet/hukuk kardeşliğini de anarak değişik filozoflara bağlanabiliriz. Mesela Platon’dan Polybius’s; Seneca’dan Farabi’ye dek ana akım filozoflar devlet liderlerine, halka yalan söylemelerini önermekte bir beis görmezler.
Egemen sınıflar dinden, hukuktan, seçimlerden söz ediyorlarsa bu aynı zamanda kriz içinde olduklarını gösterir. Dünyada olduğu gibi Türk egemen sınıflarının da bir hukuksal kriz içinde olduklarını görmek zor olmuyor. Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş nezdinde gündeme gelen ama uygulanmayan üst mahkeme kararları yalnızca birer örnek. Elbette hukuksal kriz esasen ekonomik krizin bir yansıması oluyor. Hukuksal kriz aynı zamanda işsizliğin, yoksulluğun da bir göstergesi olmaktadırlar. Hukuksal kriz koşullarında paranın değeri düşer. Sistem bir girdabın içindedir. Bu olgular da proletarya enternasyonalizmi için maddi koşulları oluşturur.