Yakın zamanda tanıştığım kişilerden birisi de felsefeci Mehmet Akkaya oldu. Bir çok konuyu tartışmaya açtık kendisiyle. Kitaplarını da okumak ve üzerine yorumlar da yapmaya başladım. Kitaba ve felsefeye bakışımda bilgi ve bilinç gibi kavramlarımda da derinleşme oldu diyebilirim. Akkaya, bilginin bilince çıkartılması gerektiğini ileri sürüyor. Bilincin birincil bilginin ikincil olduğunu savunması ilginç. Ona göre Marx ve Lenin gibi filozoflar da bilince vurgu yapmışlar.
Bu yazımda Akkaya’nın Din Felsefesi adlı kitabına dair görüşlerimi özetlemek istiyorum (Belge Yayınları, 2021). Geçmeden Kitap okumaya ilişkin birkaç cümle etmek geldi içimden. Kitap okumak güzeldir. Gerek eğlence, gerekse bilgilenmek için. Hele bir de alışkanlık edinmişseniz keyfinize diyecek yoktur. İster şiir, ister öykü, roman, anı, macera, belgesel, polisiye, tarihi… Fark etmez. Önemli olan kitap ile hemhal olabilmenizdir.
Okumak mı Dinlemek mi?
Son yıllarda yeni bir okuma şeklinin ortaya çıktığına tanık oluyoruz. Pdf formatı ile okumak. Yani internete yüklenen kitapları çeşitli internet sitelerine abone olarak cep telefonundan kulaklık marifetiyle yolda yürüyerek, seyahat ederek, bir yere bağlı kalmadan dinlemek suretiyle kitap okuyorsunuz. Aslında okumuyorsunuz, dinliyorsunuz. İşte benim itirazım da bu. Okumak ayrı, dinlemek ayrı. Ben kitabı elimde tutarak, kağıda dokunarak, sayfaları çevirerek okumaktan çok keyif alıyorum. Okuduğum kitap bilimsel veya felsefi bir eser ise önemli bulduğum yerlerin altını çizmek, kısa notlar almak imkanı, ancak kitap elimizde olursa mümkündür.
Okunan kitabın bir kokusu var. Kağıt, boya, matbaa kokusu. Kimisinin hoşuna gitmeyebilir ama ben kağıt kokusundan ağacı, toprağı, neticede doğayı soluyorum. Akkaya da, Alevilerin ontolojisinden söz ederken bu doğa, toplum ve insan bütünlüğüne işaret etmiş. Şöyle de düşünebiliriz; İnsanı Tanrı veya başka bir ilahi güç yoktan var etmedi, yaratmadı. O doğanın gelişim sürecinde, milyonlarca yıllık evrimleşmenin sonunda var olabilmiş bir varlık. İşte, kitaba dokunarak, sayfaları çevirerek okumak bana insanın doğanın bir ürünü olduğu gerçeğini hiç unutturmuyor. Yoksa dinleyerek okumak da saygı duyulacak bir etkinliktir. Tercih meselesi. Ne diyelim?
Bilginin Bilince Çıkması
Kitap okursunuz ve okuduğunuz eser sizi mutlaka bilgilendirir. Ancak okuduğunuz eser size bilgi vermesinin daha ötesinde, hayata olaylara veya çeşitli konulardaki olgulara bakışınızı değiştiriyorsa, hatta davranışlarınıza yön veriyorsa, kısaca bilgiyi bilince taşıyorsa o kitap diğerlerinden çok farklıdır. Söz konusu eserin sizi müspet manada heyecanlandırması ayrı, eserden aldığınız bilgileri günlük yaşamınızda kullanıyor olmanız ayrıdır. Yani bilgiyi bilince çıkarmanız sizin mutlu ve güvenli kılmanın teminatı oluyor. Hele ki, bu eser dinsellik gibi çok geniş ve çetrefilli bir konuda ise konu daha da önem arz ediyor. Çetrefilli olması yetmezmiş gibi Akkaya, dinin sınırlarını daha da genişletmiş! Marx ve Engels’i referans alarak ateizmi ve laikliği de din olarak, modern dinler olarak betimliyor. Dini gericilik ve laik gericilik gibi ifadeler kullanıyor.
Mehmet Akkaya’nın Din Felsefesi adlı eseri dini, genel olarak felsefe açısından ele alıyor ve tarihsel materyalist bir bakışla inceleyip sunuyor. Dinin sorunlaştırılması, filozofça bir bakışla konu edilmesi ve bunun materyalist açıdan nesneleştirilmesi kitabın asıl temasını oluşturmaktadır. Genel olarak bilinir ki, din, teoloji denince ilk akla gelmesi gereken Tanrı’dır. İnsanlığın düşünce tarihinde Tanrı’nın çok çeşitli biçimlerde anlatıldığı görülmektedir.
Sözü Mehmet Akkaya’ya bırakalım: ”Üç tür Tanrı anlayışından söz edilebilir. Apriorik Tanrı anlayışı, antropolojik Tanrı anlayışı ve materyalist Tanrı anlayışı. İlki Tanrı’nın her şeyi öncelediğine inanmaktadır. Zorunlu varlıktır Tanrı. İnsan zihninde de zorunlu olarak, apriori olarak bulunmaktadır. Hem fiziksel ve hem de düşünsel olarak icat edilmiş, uydurulmuş değildir. Ksenophanes bunu Antik Yunan’da haklılandıran birisi olmuştur. Augustinus ve Gazali ise bunun sürdürücüleri oldular. Konuyu antropolojik olarak değerlendirenler ise antroposantrik bakışa sahip olanlardır. Bunlardan en özgünü … Feuerbach’tır.” (Age, S. 18).
Akkaya, üç bakışın detayını verirken şöyle devam etmiş: “Antroposantrikler için Tanrı’yı insanlar yaratmıştır. Aslında burada da materyalist bir anlayış söz konusudur. Üstelik konuya buradan bakanları kaba ve mekanik materyalistler olarak ayırmak da olasıdır. İlki Tanrı’yı inkar etmek yoluna gitmiştir. Ateistler asıl olarak burada konumlanmaktadır. T. Hobbes ve B. Dolbach, bu çizgidedir. Bizim için önemli olan mekanik materyalistlerin insan merkezli Tanrı anlayışına getirdikleri eleştiridir. Mekanik materyalistler Tanrı’yı insan icadı olarak değerlendirirler. Feurbach ve Nietzsche buradan hareket etmişledir. Apriorik, antropolojik bakış dışında bizim asıl hareket noktamız ise üçüncü bakış dediğimiz tarihsel materyalist Tanrı açıklamasıdır. Marx ve Marksizmi de bu çizgide değerlendirmek gerekir…” (Age, 19).
Ortaçağ Karanlık Değildir!
Kitapta Ortaçağ’ın karanlık olmadığı da söyleniyor ki, insan biraz yadırgamadan edemiyor. İlkokuldan başlayarak eğitim sürecimizde bize sürekli olarak Ortaçağ karanlık bir dönem olarak anlatılmıştır. Din Felsefesi’ni okuduğunuzda bunun oldukça yanlış bir öğreti olduğunu anlıyorsunuz. Zira insanın, üretimin, hareketin olduğu her yerde, toplumsal yaşamın devam ettiği koşullarda hiçbir düşünce, hiçbir şey durağan değildir. Her şeyin hareket halinde olduğu gerçeği ile gerek düşünsel manada ve gerekse toplumsal yaşamda bir durağanlık eşyanın tabiatına aykırıdır. Dolayısıyla okullarda bize öğretilen doğru bildiğimiz bir yanlışı Akkaya’nın bu çok kıymetli eseriyle öğrenmiş oluyoruz. Akkaya için ”Tersine, Ortaçağ bir başlangıçtır bile diyebiliriz. Zira Ortaçağ temel oldu Yeniçağ için. Rönesans’ta ne yazıldı, yapıldı ise temelleri Ortaçağ’da atılmıştır. Üniversite, hukuk, sanat, bilim, üretim, ticaret, icatlar…” (Age).
Yazarın verdiği örneklere bakılırsa örneğin, Fransa, Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere Ortaçağ’da şekillenmeye başlamıştır. Hatta 1920’den sonra Türkiye’de yapılanların önemli bir kısmının temellerinin Ortaçağ’da varlığını gördüğümüz Osmanlı zamanında atıldığı yadsınamaz bir gerçekliktir. Evet Ortaçağ’ın ekonomik yapısını asıl belirleyenin tarım olduğu doğrudur. Ancak ticaret, hayvancılık, bankacılık gibi sektörlerin de Ortaçağ’da sağlam temelleri vardı. Tıp alanında dünya çapında gelişmelere yine Ortaçağ döneminde tanık oluyoruz. Örneğin İbn Sina ( 980-1037) veya Ebu Ali Sina ya da Batılıların söyleyişiyle Avicenna Ortaçağ döneminde yaşamış bir filozof olduğu kadar çok iyi bir tıp insanı olduğu da bilinmektedir.
Dinlerin Üretimde Rolü Yoktur.
Kitaptaki yaklaşıma bakılırsa dinlerin üretimde ve toplumsal zenginlikte hiç bir rolü yoktur. Mehmet Akkaya’nın felsefesi bize din, teoloji ve metafiziğin, üretime bir katkısının olmadığını etraflıca anlatıyor. Ülkemizdeki dinci, ırkçı eğitim sisteminde dinsel inançların etkisinin olduğu bilinmektedir. Din dersi kisvesi altında ilkokul çocuklarının yağmur duasına çıkartıldıkları en bilinen örneklerdendir. Oysa en ilkel düzeyde bir tarımsal veya hayvansal üretimin ortaya çıkmasında bile metafizik düşünüşlerin, inançların bir katkısı söz konusu değildir. Sözü Akkaya’ya verelim: ”En eski çağlardan beri en basit ürünün yetiştiricisi olan insan, tanrılara yakararak ürün elde edilemeyeceğini bilmektedir. Bir başak buğday yetiştirebilmek için onun ihtiyacı olan su, hava, güneş ve toprağı, ona sağlamanın gerektiği açıktır. Bugünkü dindar da Tanrı’ya yakararak topraktaki tohumun ürün vermeyeceğini çok iyi biliyor. Buna rağmen toplumun dine, Tanrı’ya ve ibadete düşkünlüğünün nedenlerini, bu çalışma boyunca açığa çıkartmayı ve gerekçeler sunarak izah edeceğimi düşünüyorum.” (Age).
Aleviler ve Müslümanlar
Ülkemizde Alevi/Kızılbaş Bektaşi inancı üzerinde oldukça spekülasyonlar vardır. Alevi/Kızılbaşlığın İslam ile, İslami inanç, düşünüş ve yaşayış şekliyle hiçbir alakası olmadığı, onun yüzyıllar, bin yıllar evvel İslam’dan önce var olan farklı bir inanç ve daha çok yaşayış biçimi olduğu iddia edildiği gibi, İslam’ın bir mezhebi olduğu da belirtilmektedir. Çok farklı inanç ve kültürden insanların aynı coğrafyada bir arada yaşamı sürecinde gerek inanç yönünden ve gerekse sosyo-kültürel olarak birbirlerinden etkilenmemesi düşünülemez. Ortaçağ’da Anadolu topraklarında Aleviliğin, Zerdüştlüğün, Mecusiliğin, Museviliğin, Hıristiyanlığın bir arada olduğu düşünülürse bunların birbirlerinden etkilenmemeleri ve birbirlerini etkilememeleri düşünülebilir mi? Akkaya bu kitabında Alevi/Kızılbaş inancının diğer inanç gruplarından etkilendiğini belirtmekle beraber, daha çok ‘düşünceler kendi toprağının çocuğudur’ görüşünden hareketle bu inanç ve yaşayış biçiminin genel özelliklerini ve asıl kaynağının Anadolu toprağı olduğunu çok detaylı bir şekilde açıklıyor.
Dinin Kaynağını Doğru Tespit Etmek
Akkaya için dinin kaynağı toplumsal üretim koşullarıdır. Marx ve Engels’e dayandırılan bu düşünceye göre din doğadan veya Tanrı’dan gelmiyor. Birkaç “üçkağıtçı”nın icadı da değil. Artı değer olunca, sınıflara ve dinlere yol açılmış oluyor. Dolayısıyla Akkaya bu kitabında K. Marx ve F.Engels’in din konusuna geniş yer veriyor. Olaya tarihsel materyalist açıdan yaklaşıyor ve dinin insanlık için bir temel teşkil etmediğini, aksine sadece dünyevi sınırlılığının bir olgusu olduğunu K. Marx’tan alıntılayarak oldukça sade bir dille okuyucuya sunuyor ve onları ikna ediyor. Şunları yazmış: ”Bize göre din bir ”temel” değil aksine sadece dünyevi sınırlılığın bir olgusudur. Bu nedenle biz özgür vatandaşın, dini saplantılarını, önyargılarını onların dünyevi saplantılarından geldiğiyle açıklıyoruz… Biz insanların dünyevi sınırlılıklarının ortadan kaldırılmasıyla, dini önyargıların da ortadan kalkacağına inanıyoruz.” (Marx’ın Din Felsefesi, S. Özbek Sol Yayınları sayfa 46. Aktaran M. Akkaya Filozofça Din Felsefesi sayfa 25).
Dine Karşı Mücadele
Yazara göre komünistler özel olarak dine karşı şiddet kullanmazlar. Sınıf mücadelesi öncelikli mücadeledir. Sınıflar yok edilince din de sönümlenir. Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi din ile mücadele toplumsal mücadele şiddete başvurmadan ideolojik olarak sürdürülen bir mücadeledir. Zira din başlı başına bir düşman değil, onu ortaya çıkaran sosyo-ekonomik, politik koşullar birer düşmandır. Asıl düşman, feodalizm, kapitalizm ve emperyalizmin kendisidir. Din eğer sorun olmaktan çıkacaksa sınıflı toplumun ortadan kalkması gerekmektedir. İnsanlık, yaşamak için zorunlu olarak üretim sürecine geçmesi ile hayvandan ayrılmıştır. Bu da onu din ile tanışmasının başlangıcı olmuştur. Zira hayvanlara göre din yoktur. Dinlerin en belirgin özelliği diğer şeylerin yanı sıra, her yerde, her durumda, sürekli başkaları için çalışmayla yoksunluk ve yalnızlıkla ezilen halk kitleleri üzerinde manevi bir baskı olmasıdır.
Sözü yine Akkaya’ya verelim: ”Marx’a göre dine karşı mücadele dolaylı olarak ”manevi aroması din olan dünyaya” karşı mücadeledir. Marx’a göre din ruhsuz dünyanın ruhu olduğu gibi kalpsiz dünyanın da kalbidir, müşküldeki yaratığın iç çekişidir… ”Din halkın afyonudur” demektedir Marx. Marx aynı yerde dinsel yabancılaşmayı ekonomik yabancılaşmaya benzetiyor; ”analoji yapıyorum” diyor. Devam ediyor Marx; insan, kendi kafasının ürünü olan dinin egemenliğine giriyorsa, tıpkı bunun gibi kapitalist üretimde de kendi elinin ürünü tarafından yönetilir.” (Age, S, 27).
Karl Marx ve Şeyh Bedrettin
Kitapta Karl Marx ve Şeyh Bedreddin’in “iki dahi” olarak sunulması da dikkat çekici. İnsanlık tarihinde çok fazla filozof, bilim insanının gelip geçtiği bilinen bir gerçektir. Bilim, sanat, edebiyat, felsefe gibi çok çeşitli disiplinlerde söz sahibi olmuş binlerce ünlünün tüm ortak yanları, ileri sürdükleri fikirlerini pratik yaşamda tecrübe etme, deneme yoluna gitmeyi tercih etmemeleridir. Fikir veya icatlarının kitlelere mal olması, pratik yaşamın birer parçası olmasını sağlamadılar. Zaten öyle bir kaygıları da yoktu.
Mehmet Akkaya’nın bu kitabından öğrendiğimize göre, sadece Karl Marx ve Şeyh Bedrettin bu ”kuralı” bozmuştur. Çünkü onlar, kitlelerin ekonomik ve sosyal sorunlarından yola çıkarak çözüm önerileri ile birlikte fikirlerini oluşturdular ve bizzat uygulama aşamasına geçtiler.
Türkiye’de eğitim gören bir gencin ilkokuldan üniversite sona kadar müfredat programına bağlı kalarak aldığı eğitim sürecinde, Şeyh Bedrettin hakkında tek kelime öğrenmiş olabileceğini sanmıyorum. Aynı gerçeklik, Karl Marx için tam olarak geçerli olmasa bile genel olarak onun için de doğrudur. Oysa insanlığın siyasal/sosyal toplumsal mücadele sürecinde unutulmayacak izler bırakmış bu iki toplum önderinin önemini detaylı bir şekilde bu kitap sayesinde anlıyoruz.
Eline, emeğine sağlık Mehmet Akkaya. Din Felsefesi kitabını bizlere kazandırarak çok büyük hizmette bulunmuş oldun. Kitabın en önemli özelliklerinden biri de okuma yazma bilen her seviyeden okurun rahatlıkla anlayabilecek sadelikte bir dile sahip oluşu. Son zamanlarda okuduğum ufuk açıcı, sorgulayıcı bir baş yapıt Din Felsefesi. Okumayı seven herkese şiddetle tavsiye ediyorum.