Marx ve Engels, kuşkusuz ki hukuk veya hukuk felsefesi gibi konularda hassas davranmışlardır. Hukuk yoluyla veya felsefeyle dünyayı değiştirmeyi düşünmezlerdi. Onlar dünyanın, sınıf mücadelesi yoluyla değişeceğinin teorisini yaptılar. Marx ve Engels açısından hukuk mücadelesi, sınıf mücadelesine katkı yapıp rehber olduğu ölçüde değerlidir. Marx’ın 11. Tez’de felsefe için söylediği hukuk için de geçerlidir: Şimdiye kadar hukukçular dünyayı yalnızca yorumladılar, oysa dünyayı değiştirmek gerekir!
Marksizmin, hukuk eleştirisi Marx’tan sonra da sürmüştür. Engels ve K. Kaustky’nin birlikte 1887 yılında yazdıkları bir gazete yazısının başlığı çok kışkırtıcıdır: “Hukukçular Sosyalizmi”.
Burada hukukun proletarya için bir yabancılaştırma işlevi gördüğü vurgulanır ve işçi sınıfının gerçeği hukuk dolayımıyla değil doğrudan görmesi önerilir. Çünkü hukuk rengiyle boyanmış gözlerle sınıf ve mülkiyet ilişkilerini tespit etme olanağı bulunmuyor. Dolayısıyla eşit ve özgür bir dünyayı kuracak olan hukukçular sosyalizmi değil, enternasyonal proletarya olabilir: Komünizm.
Engels ve Kaustky yazılarında “hukuksal dünya anlayışı” dedikleri yaklaşımı Yeniçağ’da gördüklerini söylüyorlar. Onlara göre Ortaçağ’ın “teolojik dünya anlayışı” yerine sermayecilik koşullarına uygun olarak modern hukuk getirilmiştir. Feodal hukuk ilişkileri yerini burjuva hukukuna bırakır. Yalnızca sömürü hukuku değişmiştir. Senyör-serf çatışması, yerini burjuvazi – proletarya çatışmasına bırakmıştır.
Sovyetik tecrübeleri de anmak gerekir ki, küçültülmesi gereken hukuk, Sovyetler Birliği ve Çin gibi ülkelerde ne yazık ki daha da büyütülmüştür. Zaman zaman hukuka getirilen sınırlamalar, örneğin ÇKP’nin 1961’de bir genelge ile hukuk fakültelerini kapattığını duyurması olmuştur. Ama yeniden açılmasının uzun sürmediğini biliyoruz.
Kutsal ve Hukuksal Değerler
Marx ve Marksizm için eskiden kutsanma makamında olan, Tanrı, kutsal kitap ve kilise iken modern dönemde bunların yerini hukuk, anayasa ve ulus devlet almıştır. Kutsal liderler yerini ulusal liderlere bırakınca yasaların kaynağı da sözde teolojik olandan bireye, insana geçmiş oluyordu. Burada belirtmeye bile lüzum yok ki, birey ve insanın kökeninde üretimin, ekonomik etkinliğin, sosyal gerçekliğin olduğu es geçilmiştir.
Hukuk, sermaye tarafından kurgulanır ve kitlelere onaylatılır. Bu süreçte siyaset önemli bir rol oynar. Örneğin yasalarda “sosyal ve hukuk devleti” yazıyor olmasının kıymeti harbiyesi yoktur. İktisadi ve askeri güç kimin tekelindeyse hukuk ona hizmet eder. Bunu Türkiye tarihinden ve günümüzdeki uygulamalardan anlamak mümkündür.
Temel Haklar ve Sosyalizm
Engels ve Kaustky açısından burjuvazi yönetime gelirken feodalizmden ansızın kopmamış, onun bazı değerlerini bir süre muhafaza etmiştir. Proletaryanın da aynısını yapmasını düşünebiliriz. Kaldı ki, burjuva değerler/ideolojiler (hukuk, parlamento vs.) ister istemez proletarya saflarına sızar. Marksizm içine liberal unsurların sızmış olması da buna örnektir. Böyle bir somut durum olduğuna göre Marksizm, bu kalıntılardan hem yararlanma yolunu izler hem de -daha önemlisi- bu kalıntıları hızlı bir biçimde temizleme amacı güder.
Engels ve Kaustky, nihayet hukuku sosyal gelişmelerin önünde engel olarak gördükleri için şunları yazdılar:
“Değil mi ki … temel haklar, sosyal gelişmeyi belirlemiyor ve gerçekleştirmiyor, tersine sosyal gelişme tarafından belirleniyor ve gerçekleştiriyor, o halde koca sosyalizmi temel haklara indirgemek için bu çaba niye?”
Marx daha bariz olarak din, hukuk, bilim, sanat, ahlak, devlet ve aileyi aynı kefeye koyarken bunların genel üretim yasasına uyduklarını söyler. Oysa Hegel ve diğer idealistler için -belirleyen genel üretim olduğu halde- bu, belirlenen olarak gözükür; hukuk gibi belirlenen kurumlar da belirleyen haline gelir.
Fransa ve Kod Napolyon
Marx, 1849’da parlamentoyu ve vergi yasasını eleştirdiği için yargılandığı bir davada savunma yapmıştır. Mahkemeye elindeki Fransız Medeni Kanunu’nu göstererek “bu kod Napolyon 18, 19. yüzyılın ruhunu yansıtıyor, koşullar değişince bir kağıt parçasına, paçavraya dönülecektir” demiştir.
Hukuk ile toplumsal ilişkiler arasında geçici olarak eşitlenme olsa bile bu kesinlikle geçici bir durumdur. Hegel ve Marx’ın diyalektiğindeki farkı anımsamak gerekiyor. Hegel’de özdeşlik esas, farklılık taliyken Marx’da bunun tersi savunulur: Özdeşlik geçici, fark ve çatışma esastır. Altyapı ile üstyapı arasındaki durum için de geçerli olan bu yaklaşımı Marx’ın hukuk ile toplumsal ilişki arasındaki duruma da uyguladığı görülmektedir. Ona göre eski yasalar veya hukuk sistemi yeni sosyal gelişmelerin temeli olamadığı gibi sosyal yapı değiştiğinde hukuk “ben değişmiyorum” diyemez. Çünkü bunlar eski toplumsal koşullardan dolayı var olmuşlardır. Koşulların değişmesine ayak uydurmak mecburiyetindedir.
Eğer eski yasaları devam ettirmek isteyen sınıflar çıkarsa siyasal krizlerin yolu açılır ve yeni sürecin temsilcileri galip gelir. Feodal dönemden kapitalizme geçişte bu tür çok sayıda tecrübe vardır. Çünkü hukuk da diğer kurumlar gibi toplumun ihtiyaçlarından kaynaklanır. Bu yüzden yeni hukukun ve yasaların, sermayenin ihtiyaçlarına yanıt verecek tarzda evrim geçirmiş olması gerekir. Evrimsel biçimde gelişmediğinde ise toplumsal devrimler ortaya çıkar. Sonuçta hukukun, dinin, felsefenin, bilimin, devletin dediği değil toplumsal ilişkilerin ve buna egemen olan sermayenin dediği olur.
Nitekim şöyle deniliyor: “Her üretim biçimi, kendine özgü hukuksal kurumlarını; kendi yönetim tipini vb. yaratır”.
Katkı’ya Önsöz’de Marx, hukuk da dahil olmak üzere felsefe, din, sanat ve siyaset gibi kurumları ideolojik bilinç biçimleri olarak değerlendiriyor. İdeolojinin, Marx’ta olumsuz (yanlış bilinç) bir manada kullanıldığını anımsatmak isterim.