Somut ve Soyut Sanat
DAHA GERÇEK OLAN HANGİSİ?
Başlıktaki soru kolay yanıtlanır gibi görünse de mevzuya biraz yakından bakıldığında pek de kolay olmadığı anlaşılıyor. Somut ve soyut kavramları, sanatta, bilimde, siyasette ve felsefede hep aktüel olan bir mesele. Bu yüzden olsa gerek hafta sonu izlemek için girdiğim bir resim sergisinde ilk aklıma gelen konu ve soru, somut-soyut ilişkisi oldu. Bir madalyonun iki yüzü gibi. Belki de eşit ağırlıkta.
Düşün insanları gibi sanatçı açısından da bütün sorun gerçekliğin ne olduğunu ve bunun nasıl daha kuvvetli gösterileceğidir. Mesela Picasso’nun Guernicası mı daha gerçektir yoksa Franco’nun yakıp yıkıp sokaklarında terör estirdiği İspanya mı? Sanırım Picasso, bu sorunun yanıtı olarak kendi tablosunu işaret ederdi.
Sözünü ettiğim sergi, Atatürk Kültür ve Sanat Merkezi’nde izleyicilerle buluştu (İstanbul-Beylikdüzü). Bizleri eski tarihlere, görünmez kentlere götürmeyi amaçlamış ressam. Amaçlamış dediysem, ressamın kendi ifadelerine göre öyle çok da yönlendiren bir amacı yoktur. İzleyiciyi özgür bıraktığını söylüyor sanatçı. Kim ne anlarsa yani. Buradan da anlaşılıyor ki pek somut ya da figürasyon çalışmalar değil. Soyutlama veya gerçeküstücü diyebileceğimiz bir anlayış baskın. Yağlıboya ile yapılan çalışmalarda tarihi kentlerin değişik görünümleri resmedilmiş.
Ressam Zahit Büyükişliyen’in sergisinden söz ediyorum. Sanatçı, yurtiçinde ve yurtdışında yüzlerce sergisi olan birisi. “Kod Adı: Görünmez Kentler” ismiyle yapılan yeni sergide anımsadığım kadarıyla 100’e yakın eser sergilemiş. Salona girince, öncelikle Don Kişot’u görmek ya da anımsamak zor olmuyor. İspanya ve Mança kentini de resimlerde görüyorsunuz. Sonra eserin yazarı Cervantes geliyor hayale. Ressam, sanki tarihi kentleri, İspanya kentlerinden, kişileri de Don Kişot’tan başlatmışa benziyor.
Cervantes ve ünlü eserinden söz etsek de tabloların konusunun geniş tutulduğunu da tespit etmek zor olmuyor. Resimleri mercek altına alınca ormandaki çelimsiz atı, güzel olduğu iddia edilen sevgiliyi ve yardımcı Sanço Panza’yı da belli belirsiz görüyorsunuz. Böylece Cervantes, Picasso ve Zahit Büyükişleyen arasında bir benzerlik de kurabilme imkanı doğuyor. Ressam ile Görünmez Kentler’in yazarı Kalvino arasında da bir başka bağ kurmak olasıdır. Serginin adı da buradan geliyor zaten. Atlantis tablosunu izlerken de adeta bir bilinmeze doğru yol alıyorsunuz.
Düşün ve bilim insanları gibi sanatçılar ve ressamlar da bilerek veya bilmeyerek diyalektik bir tavır içinde olurlar. Önemli olan bunun eserlerde ne derece içselleştiğidir. İzleyici, doğada ve toplumdaki diyalektiği düşün ve sanat eserlerinde de arar. Sınıf ilişkilerinin, sanattaki izdüşümünden söz ediyorum. Her eserde bunun bulunduğu iddiası yabana atılamaz. Büyükişleyen’in sergisinde bu pozisyon, esasen renklerin sunuluşunda ortaya çıkıyor.
Salona giren bir çok sanat severin, umarım sıcak ve soğuk renkler arasındaki diyalektik, dikkatini çekmiştir. Mavi, beyaz, yeşil ve tonlarından oluşan soğuk biçimler, kırmızı ve özellikle sarı renklerle dengelenmeye çalışılmış. Sanata politik açıdan bakan biriyseniz renkler arasındaki çatışmayı sınıflar arası çatışma olarak okuyabilirsiniz. Kaldı ki Büyükişleyen de, sergiyi tanıtan tanıtım afişinde, haklı olarak sanatın, taşıdığı etik ve politik değerlerden söz ediyor. Sergiye gidenler, salona girince ressamın görüşlerini yansıtan bir bildiriyi de sanırım duvarda görmüşlerdir. Bildiri “Sanat Bir Ürün Değil Süreçtir” başlığını taşıyor.
Büyükişleyen’i yakından tanıyan biri olmadığım gibi felsefesini, estetiğini ve siyasal görüşlerini de yakından bilen birisi değilim. Bildiri ise bize bu konuda bazı ipuçları verebiliyor. Bu bildiri ve bildiriye konulan başlığa bakılırsa sanatçının, toplumcu (sosyalist) dünya görüşü ile ilgisi kurulabilir. Zira Marx ve Marksist estetik açısından yalnız sanat da değil bütün değerler birer süreçtir. Sermayenin kendisi de, günümüzde meta haline getirmeye çalıştığı sanat da (maalesef) birer süreçtir.
Antik Doğu felsefelerinde, kadim halklar kültüründe bunun (süreç) adı yolculuk ve ilişkidir. Bitiş yoktur yani. Ressam, sanatını da buradan hareketle betimliyor: “Bu süreç sonunda ortaya çıkan şey, etik, estetik, özgünlük ve adalet kavramlarıyla örtüşüyorsa sanat olarak kabul edilir. Dünyanın yaşayanlar için daha iyi bir yer olabilmesi için sanat tüm süreç ve alanlarda olmalıdır kanısını taşıyorum”.
Görünmez Kentler adlı sergiyi, kendisi de bir ressam ve heykeltraş olan Canip Doğutürk ile gezmeyi sürdürürken salonun tenhalığından da yararlanarak konuşmalar ve yorumlar yapıyorduk. Konuşma içeriğimizi fark eden bir başka “gezgin” ile de tanışmış olduk bu sırada: Ressam Gözde hanım, kendi arkadaşlarına sergiden canlı yayın yapıyordu. Yayına bizi de dahil etmesi an meselesi oldu. Tartışma genişledi. Sanat kuramlarına gelip dayandı.
Mimesis kuramı, oyun kuramı, yaratma kuramı açısından sanatın bir ürün olup olmadığını biraz aydınlatmaya çalıştık. Resimleri postmodern açıdan da konu edince Gözde hanım, Zahit Büyükişleyen’i de ekrana taşıdı. Ressamın kaygısı, izleyiciyi sınırlandırmamak idi. Bu yüzden de benim kimi yargılarımı biraz somut bulması ve çoklu anlamaya imkan tanıması dikkat çekici oldu. Sanat eserinin ürün olması, bir yaratım anlamına da gelir aslında. Yeni de buradaki anlamıyla ürün, daha çok meta olarak görüldüğü için eleştiri konusu ediliyor. Ürün olunca, Adorno’nun eleştirdiği kültür endüstrisi ve onun bir parçası haline geliyor sanat.
Tarihsel kentleri, kişileri, mekanları değişik zamanlarda tuvale aktaran sanatçı, Marco Polo misali bizi bir dünya turuna çıkarıyor. Farklı zamanlar ve mevsimleri tablolara yansıyan kış, bahar, yaz atmosferinden anlamak mümkün. Tablo adlarına da yansıdığı gibi Vivaldi soyutlamaları sizi dört mevsimde gezintiye çıkarmaktadır. Hatta ressamın, Picasso ile soyut sanat bağlamında bağını kurduğumuz gibi Vivaldi ile de bağını kurmak olasıdır.
İlkindeki benzerlik mekan üzerinde iken Vivaldi benzerliği zaman üzerindendir. Zaman-mekan diyalektik açısından tablolara bakanlar ise kendilerini, eski çağlardan günümüze, İspanya, İtalya ve İstanbul’da hissedebilir. Çünkü Vivaldi’nin dört mevsiminden Galata kulesine geçmek zor olmuyor. Daha doğru bir ifadeyle söyleyelim: Sanatçının resimlerine bakılırsa bu geçiş zorunlu oluyor.
Sergi salonundan ayrılmak üzereyken Canip hocaya, tablonun birini işaret ederek “galiba simetri sorunu var” dedim. Hoca pek itibar etmese de üzerinde biraz konuştuk. Sonra yine bir resmi göstererek “tablo adları genellikle isabetli olduğu halde işte şunda durum farklı” dedim. Biraz hak verilir gibi oldu. Sonra yine epistemolojide, estetikte, resimde soyutlama sorununa geldik. Nesnel olmanın, tarafsız olmanın ne derece mümkün olduğu da düşünüldü.
Sanatta soyutlama genellikle iki anlamda kullanılıyor. Somutu farklı ve daha etkili göstermek için her düşünsel disiplinin başvurduğu bir metot olarak karşımıza çıkıyor. Hem de soyut sanat olarak, örneğimizde olduğu gibi soyut resim akımı olarak gündeme geliyor. Nitekim Picasso için soyutlama zorunlu bir yöntemdir. Çünkü soyut, somuttan daha somuttur, eşdeyişle soyut, maddi ve gerçek olandan daha somuttur.
Somut, varlığın pratik yönüne karşılık geldiği için genellikle birincil öge olur. Sanatçı da ayağını somut koşullar üzerine basar. Bastığı yer ona bir dünya görüşü kazandırır. Bu yüzden de bir sanat sosyologunun dediği gibi sanatın değilse de her sanatçının, ayağını bastığı bir ülkesi vardır. Buna Marksist terminolojide sınıf deniliyor. Dolayısıyla sınıfsız bir sanat tasavvur etmek olası görülmüyor.
1946 – Adana doğumlu olan Zahit Büyükişliyen, resim öğretmeni olarak başladığı sanat yaşamını akademisyen olarak sürdürmüş. Almanya’da da bulunan sanatçı Gothe Enstitüsü’nde eğitim görmüş. Mimar Sinan ve Hacettepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi’nde doktora ve doçentlik dereceleri almış. Profesör olduktan sonra, bölüm başkanlığı, dekanlık gibi görevlerde de bulunduğu anlaşılıyor. En son Yeditepe Üniversitesi’nde görev yapan Büyükişliyen, yazdığı kitaplarla da tanınır.