Hapishaneler Kimin İçin Yapılır?
MİCHEL FOUCAULT VE KAPATILMA TEORİSİ
Emperyalizm çağında hapishane politikaları kör bir canavar gibidir. Kime ne zaman, nerede vuracağı belli değildir. Bu özelliğiyle her zamankinden daha aktüeldir diyebiliriz. Faşizmin sürekli görünür olduğu Türkiye gibi ülkelerde ise daha da aktüel bir meseledir. Bir soru ve bir filozof diyerek konuyu gündemleştirme niyetindeyim. Ayrıntılı bir incelemeyi Hukuk Felsefesi adlı kitabımda yapmış olduğumu da anımsatmak isterim.
“Hapishaneler kimler için yapılır” sorusunu, M. Foucault’nun (Fuko) incelemeleri üzerinden yanıtlamaya çalışalım. Hapishanelerin sınıf mücadelesinde aktüel hâle gelmesi ve bunun da süreklilik kazanması, birçok kişinin ve birçok bilgi disiplininin de gündemine girmiştir. Sanatçılar, hukukçular, filozoflar da dâhil olmak üzere konuyla ilgilenenler olmuştur. Hapishanelerin tarihine ilişkin çalışmalar dikkat çekicidir. Hukuk felsefesi bağlamında yazılanlar da bu noktada anılmalıdır. Foucault da iktidarın analiz edilmesi çerçevesinde hapishanelerin tarihiyle ilgilenenlerdendir.
Hapishaneler üzerine yapılan çalışmalar içinde belki de en ilginci Fransız düşünürü M. Foucault’nun çalışmalarıdır. Filozof, meseleyi iktidarların tarihi çerçevesinde ele almıştır. Bu kontekste yalnız hapishanelerin tarihiyle değil deliliğin tarihi, cinselliğin tarihi de onun mercek altına aldığı temalardır. Foucault bakımından modern egemen sınıflar kendi çıkarlarına göre suç, suçlu ve suçsuz kavramları üretmektedir. Hapishaneleri de bunun aracı olarak kullanmaktadır. Foucault’un sorusu: Siz hangi hakla suçluyu, eşcinseli, deliyi fişliyor ve “öteki” olarak ilan ediyorsunuz?
Hapishane olgusunu Michel Foucault’nun “kapatma teorisi”nden hareketle açıklamak ilginç olabilir. Düşünürün iki kitabını anmak zorunlu görülüyor: Büyük Kapatılma ve Hapishanenin Doğuşu. Fransız düşünür Foucault kapatılma ve panoptikon toplum üzerinde durmuştur. Yazar, Deliliğin Tarihi, Hapishanenin Doğuşu, Cinselliğin Tarihi, Kliniğin Doğuşu adlı ve içerikli kitaplar yazarken konuyu esasen devlet, iktidar, ideoloji ve bilgi meselesine getirmektedir. Diğer postmodern ve postyapısalcı düşünürler gibi Foucault da ekonomik ve sosyal ilişkileri, üretim olgusunu paranteze almış gibidir.
Düşünür, “Büyük Kapatılma” olarak bilinen bir olaya ve mekâna işaret etmektedir. Ona göre 1656’da Paris’te açılan genel hastane (General Hospital), delilerin, işsizlerin, suçluların, eşcinsellerin yani modern toplum açısından “öteki” pozisyonundaki kişilerin toplanarak kapatıldığı yerdir. Bu tecrübe burjuvazinin tüm toplumu kontrol altına almasının adeta provasıdır. Bu yüzden burjuvazi iyi bir sonuç aldığını düşünmektedir. Hastanenin kuruluş yılları aynı zamanda modernizmin de kuruluş yıllarına tekabül etmektedir.
Foucault’nun iddiasına göre aslında eski toplumlarda normal sayılan ve toplum içinde yaşayan pek çok kategorideki insan, modern dönemde norm dışı ilan edilerek toplum dışına itilmiş ve hastaneye kapatılmıştır. Bu hastane tecrübesiyle modern devlet (ulus devlet), toplumu nasıl dizayn edeceğini, tutsakları nasıl yöneteceğini, buradan edindiği deneyimle toplumu nasıl sevk ve idare edeceğini, mesela emekçi mücadelesini nasıl manipüle edeceğini de öğrenmeye başlamıştır. Yani uygarlığın, bilimin, teknolojinin, tıbbın modern ve modern olduğu kadar da vahşi ve acımasız ilke ve uygulamaları yürürlüğe girmiştir.
“Modern hapishane” uygulaması Türkiye’de ise İttihatçılarla başlar. Modern toplum (biz ulus devlet diyelim), tek yapılılığı zorunlu hâle getirdiği için Platon’un devlet felsefesinde önerdiği üzere eşcinselleri, suçluları, işsizleri, engellileri ötekileştirmek konusunda hemfikirdir. Foucault açısından;
“Disiplinsel iktidar tarafından XIX. yüzyılın başından beri düzenli olarak başvurulan yöntemler şunlar olmuşlardır: Akıl hastanesi, hapishane, ıslahhane, gözetim altında eğitim kurumu ve bir bakıma hastaneler, genel olarak bütün bireysel denetim mercileri çifte bir tarz üzerinde iş görmektedir.”
Foucault’ya göre genel hastaneden gerekli sonuçları çıkaran burjuvazi 19. yüzyılda bunu geliştirdi ve hapishaneler, okullar ve hastaneler yapmaya başladı. Bu uygulama Fransa dışındaki Avrupa ülkelerinde de uygulamaya konuldu. Önceleri işkence edilerek öldürülen “suçlular” şimdi hapishaneye kapatılıyordu. Yani adına ilerici denilen gerçekte ise gerici bir sınıf olan burjuvazi “çağdaş ve modern” hapishanelerin mimarı oldu. Emperyalist merkezler gibi Türk burjuvazisinin sözcüleri de halen “güzel” ve “yeterli sayıda” hapishane yapmakla övünüyor.
Foucault, işkence ile öldürmenin detaylarını kitabının girişinde örneklendiriyor. Hapishane modelinin de ekonomik gelişmişliğe paralel oluştuğunu düşünebiliriz. Jeremy Bentham’ın “panoptikon”u tasvir etmesi önemlidir. Ortada bir kule, onun çevresinde her an gözetlendiğini düşünen kimselerin bulunduğu odalar/hücreler. Foucault, Bentham’ın mimarisini çizdiği hapishaneyi şöyle betimlemektedir:
“Bentham’ın panopticon’u bu düzenlemenin mimari biçimidir. Bunun ilkesi bilinmektedir: Çevrede halka hâlinde bir bina, merkezde bir kule; bu kulenin halkanın iç cephesine bakan geniş pencereleri vardır. Çevre bina hücrelere bölünmüştür; bunlardan her bir binanın tüm kalınlığını katetmektedir; bunların, biri içeri bakan ve kuleninkilere karşı gelen, diğeri de dışarı bakan ve ışığın hücreye girmesine olanak veren ikişer pencereleri vardır.”
Bugünden bakıldığında Bentham’ın bir burjuva ideoloğu olarak 250 yıl evvelden günümüzü gördüğü ileri sürülebilir. Gökyüzünün İHA ile yeryüzünün köy, kasaba ve kentlerin MOBESE’lerle gözetlendiği dikkate alınırsa Bentham’ın “büyüklüğü” daha iyi anlaşılacaktır. Demek oluyor ki, böyle bir kapatılma konumuna geleceğimizin, tüm yaşamın hapishane olacağının temelleri sınıflı topluma geçişle birlikte atılmıştır. Bu anlayışa göre “suçlular” için ancak “hapishane içindeki hapishaneye kapatılanlar” ifadesi kullanılabilir. Bir yazarın çok yerinde belirttiği gibi;
“Hapishanenin modernitenin diğer kurumlarıyla eş kapsamlı niteliği ortadadır. Artık ekonominin ve pazarın devlet ve kurumlarını tamamen kendi hâkimiyetine aldığı, güvenlik ve şiddet toplumunun oluştuğu bir evrede, tüm toplumun dev bir hapishane sistemi olarak işlediğini daha rahatlıkla söylemek mümkündür.”
Foucault açısından egemen sınıflar birilerini suçlu ilan edip hapse atarak suçsuzun ne olduğunu, kimlerin normal sayılması gerektiğini topluma göstermek istemektedir. Gerçekten de hapiste olanın mı dışarıda olanın mı suçlu olduğu, yukarıda da farklı bağlamlarda dile getirildiği üzere, sorunludur.
Foucault açısından bir başka nokta da hapishanelerin, egemen sınıflar açısından önemli deney yerleri olmalarıdır. Toplumda etkili olmanın, bireyi daha kolay baskı altında tutmanın nasıl olacağına dair denemelerin öncelikle buralarda yapıldığıdır. Egemen sınıflar buradan edindikleri tecrübeleri topluma uygulamaktadırlar. Düşünürün özgünlüğünü anlamak için diğer çalışma alanlarından da söz etmek zorunludur. Aynı düşünme dizgesiyle hareket eden Foucault’ya göre delilik de ezen sınıfların bir imalatıdır.
Eskiden deliler de toplum içinde yaşamaktaydı. Modern sonrası durum değişmiştir. Hastaneler “norm dışı” olduğu iddia edilen kesimlerin saptandığı mekânlar olmuştur. Akıl hastası olarak teşhis konulan birçok kimseye bakılarak “normal insan” tanımlanmak istenmiştir.
Gerçekte ise kimin hasta ya da “norm dışı” olduğu kimin sağlıklı ya da rasyonel olduğu her zaman belli değildir. Kliniğin doğuşunu da konu eden düşünür, hastanenin işlevini de bu kapsam da ele almaktadır. Cinselliğin tarihi de benzer aşamalardan geçmiştir Foucault açısından. Çünkü modern öncesine göre cinsellik algısı değişmiştir. Hâkim modern anlayış, örneğin homoseksüelliği norm dışı sayarak heteroseksüelliği meşrulaştırmak istemektedir. Zira ilkinin tanımlanmadığı yerde cinselliğin “normali” anlaşılamayacaktır. Bu konuyla ilgilenmesinde kendisinin de homoseksüel özellikler göstermesinin ne denli payı vardır, bilinmez; ama düşünürün yaptığı analizlerin, geliştirdiği gerekçelerin uzun yıllar entelektüel zihinleri tahrik ettiği ve de edeceği kesindir.