Uygarlığın İcat Ettiği
İLTİCACILAR, HASTALAR VE HASTANELER
Avrupa seyehatinin son günleriydi. Avrupa’daki ilticacı kamplarını ve hastaneleri de ziyaret etme düşüncesi hasıl oldu. Çünkü her iki alanda da ziyaret etmek istediğim dostlar vardı. Alman makamlarına iltica talebinde bulunan Şahan kardeşimiz ile Frankfurt’ta hastanede tedavi görmekte olan Hülya arkadaştan söz ediyorum. Hem kendilerini görmek, durumlarıyla ilgili bilgi almak hem de çok övülen bu özgürlükler ülkesindeki kurumları yakından görmek benim için ilginç olabilirdi. İlginç de oldu. İlk aklıma gelen, varlık içinde yokluk çekmek, uygarlık içinde ilkel yaşamak düşüncesiydi diyebilirim.
Hani Rousseau der ya, önceleri herkese ait olan toprağı, bir an geldiğinde bazı uyanıklar kendilerine aldılar ve etrafını çitlerle çevirdiler. Üstelik buna kimse de itiraz etmedi. Şimdi dünya, egemen sınıflar tarafından çitlerle de değil büyük duvarlarla, tel örgületle, asker polis ve ordu güçleriyle bölünmüş durumda. İlticacı kardeşimiz Şahan’ı, Hollanda sınırında, Köln yakınında bir kampta görünce uygar dünyanın iğrençliği, bir kez daha canlandı gözümde. Kampta, uygarlığın icat ettiği savaşlar dolayısıyla çocuk, kadın ve erkek olmak üzere binlerce “kurban” (mülteci, sığınmacı, ilticacı) kendi geleceklerini arıyordu.
İlkel insan kadar bile özgür olmayan bir dünyada yaşıyoruz nihayet. İlkel’in önünde duvar, ordu, polis bulunuyordu. O istediği bölgeye göç ediyor, ihtiyacına göre üretimde bulunuyor ve dilediği coğrafyayı mekan kılıyordu. Şimdi Şahan, türlü abluka ve arbedeleri atlatmasına rağmen bir hukuk duvarıyla karşılaşmış durumda. Uygarlık dedikleri, işte bu duvarlar ve sınırlar… Üstelik ezilen halkları olsun, emekçileri olsun “bölücü” gibi terimlerle itham edenler de yine bu merkezler. Sömürü zulüm dünyasını adına uygar toplum veyahut da uygar dünya demeyi ne güzel de halklara kabul ettirmişler.
Uygar dünya ya da modern çağ denilen sistem, insanın insana kurt olduğu sistemin adı aslında. Komünal toplumun eşitlikçi ilkeleri yok edilip sınıf, mülkiyet ilişkileri, silahlı aygıtlar ve devletler icat edilmiş. Öncesi imparatorluklar varken şimdilerde bunun yerini ulus devletler almış. Başını batı, daha doğrusu batı emperyalizmi çekiyor. Bizim gibi ülkelere de kurdurdukları ve halen yönettikleri faşist devletlerle var oluyorlar. Bunlar aynı zamanda “modern hastalıklar”, “hastalar” da icat ediyorlar. Bunları iyileştirmek için geri dönüp ilaç sanayisi, askeri kışla gibi hastaneler inşa etmeyi ihmal etmezler. Frankfurt’tan uzak bir ormanda, ücra bir mekanda inşa edilmiş böylesi bir hastanede bulduk Hülya hanımı. İltica kampı da benzer bir yerdeydi. Değerli müzisyen arkadaşım Onur Olgun rehberlik ediyor olmasaydı Şahan gibi Hülya’yı da bulmak mümkün olmazdı. Detayı bir yana bırakalım. Çok özenli ilişkiler vardı hastanede! Hijyene son derece dikkat ediliyordu. “Görünüşte” insana, insan sağlığına çok büyük önem verildiği anlaşılıyor. Almanya ve emperyalist savaşlar insanın aklına geliyor elbette. Bu savaşlarda yüz milyon insanın ölmesine sebep olmuş bir sistem ne derece insana ve insan sağlığına kıymet verir ki?
Hastalığı ve hastaneyi uygarlığın (kapitalizm) ürettiğine dair teoriler var. Foucault bu teorisyenlerden birisi. Hastane, devletin daha doğrusu sermayenin ideolojik aygıtı gibidir. İşlevi aile, okul, medya, hatta eğitim ve sanatınkine benzer. Hastane, başhekimden en alttaki çalışanına dek bir hiyerarşi içindedir. Hasta ise en iyi olasılıkla müşteridir. Yaşlı ve “faydasız” biriyse Platon’un ütopik devletinde olduğu gibi ölüme terkedilmelidir. Buradaki hiyerarşi ile toplumdaki sınıfsal hiyerarşi arasında bir bağ kurmak zor değildir.
Hastalıklar oldukça çeşitlidir. Bel, boyun ve diz ağrıları, diş çürükleri, mide ülseri, kanser, baş ağrısı… Bunların sebepleri arasında ağır çalışma koşulları, düzensiz ve yetersiz beslenme alışkanlıkları, hava kirliliği dahil olmak üzere her türden ortam ve besin kirliliği sayılabilir. Bunlar kapitalizmin çocuklarıdır. Daha da önemlisi, kapitalizmin yarattığı sinir, sitres ve her türden gerginlik, gelecek kaygısı ve otorite baskısı ve buna eşlik eden korku duygusu. Bilhassa ruh sağlığını tehdit eden durumlar bu şekilde sıralanabilir.
Hülya ile konuşurken bunların üstesinden gelmek için moral ve motivasyona ihtiyaç olduğunu düşündüm. Her insan gibi onun da yaşama sevincine dair güzel duygular içinde olduğunu fark etmek zor olmadı. Böylesi hastaların, doktor tarafından değil “esasen” moral tarafından iyileşeceğine inanıyorum ben. Kapitalizm en çok da emekçi sınıfların taşıdığı moral ve motivasyona düşmandır. Çünkü her şeye rağmen yaşamak güzeldir diyerek hayata tutunmak ve kendini iyi hissederek mutlu duymak duygusu, sınıf mücadelesinin en güçlü motorlarından birisidir. Zor koşullarına rağmen hem Şahan hem de Hülya’da böylesi bir duygu durumunun var olduğunu tespit etmek, halklara, insana ve insanlığa olan umutları artırır cinstendi her ikisine de başarı ve sağlık diliyorum.
Şahan dil öğrenmeyi, meslek edinmeyi planlıyor. Genç bir emekçi olarak sınıf içindeki kimliğiyle var olmaya çakışacak. Belki sıradan bir yaşamın izini sürecek belki bir öncü işçi durumuna gelecek. Sonucu ne olursa olsun ilticacı kampına sığacak gibi görülmüyor; morali iyi, geleceğe umutla bakıyor. Hülya arkadaş da öyle sosyal aktivite göstermiş birisi. Sağlıklı olsaydı birlikte sosyal ve felsefik aktiviteler göstereceğimizi söyledi ki, duygulanmadım desem yanlış olur. Onu da hastanede tutmak mümkün görünmüyor. Bir başka zaman birlikte faaliyet yapacağımızı söylemesi, onun da Şahan gibi geleceğe umutla baktığını gösteriyor. Bu umuda, umut ilkesine vurgu yaparak bitireyim.
Emekçi sınıflar ve ezilenlerin için büyük bir değer ve ilke olan umut ilkesi enternasyonal proletaryaya güç ve gelecek vaat ederken sömürücü sınıflara korku, kaygı, umutsuzluk ve belirsizlik olarak dönmektedir. Öte yandan tarih şuna tanıklık ediyor ki, insanlık, umut ilkesinin zaferi ve umutsuzluğun yok edilmesi üzerinden yürüyor.