Almanya’da olup da Hegel’i görmemek olmazdı. Yirmi yaşına kadar Stuttgart’ta ikamet ettiği söyleniyor Hegel’in. Kent merkezinde bir mekanda doğmuş (1770). Şu anda müzeye dönüştürülmüş bir yapı. Gün içinde belirli saatlerde gezilebiliyor. Tatil günü olduğu için içeri girmek benim için mümkün olmadı. Onu ve onunla ilgili anıları, materyalleri görmediğim için bir şey kaybettim mi? Pek de sanmıyorum. Çünkü Hegel’in ruhu Almanya ve Avrupa’da olduğu gibi ülkemizde de, aramızda diyelim, geziyor denilebilir.
Hegel Müzesi’ni görünce ilk olarak onun ruhu canlandı gözümde. Ruhu derken geist demek istiyorum. Hem varlığı, hem yokluğu hem de oluşu içeriyor bu kavram. Bir şey hem var hem yok! Yeni bir mantık, yeni bir akıl yürütme. Birbakıma Aristoteles’in klasik mantığını tersyüz ediyor. Yani Hegel, “ya o, ya bu” mantığı yerine “hem o, hem bu” mantığını öneriyor. Daha da ilginci sonlu, sonsuzun içinde yer alırken, maddi olan da ruhsal olandan neşet ediyor. En nihayet de gerçek ve akli olan özdeş oluyor.
Soyut sanat gibi soyut felsefe türünden bir terimi konuşacak olsaydık mutlaka Hegel’den söz ederdik. Bu denli soyutluğun kaynağı onun din ile ilgili olan yakın mesaisinden kaynaklanıyor. Babası Hegel’in iyi bir protestan papazı olmasını istiyordu. Bu yüzden Stuttgart’ın güneyindeki Tubingen Üniversitesi’nde beş yıl teoloji okudu. Ne var ki Hegel teolojinin sınırlarına sığacak birisi değildi. Hegel ve babası bunu istese bile çağ buna izin vermezdi. Neticede Fransız İhtilali, tüm dünyayı olduğu gibi Avrupa’yı, filozofları ve Hegel’i de etkileyip dönüştürdü. Akıl ve dünya felsefenin merkezinde yer aldı. Hegel Tübingen’de iki de dost edindi: Schelling ve şair Hölderlin. Fransız İhtilali’ni üç arkadaşın şarap içerek kutladıkları söylenir.
Hegel’in gerçek ruh dünyası, kendisini Berlin Üniversitesi ve çevresinde göstermiştir. Sağ Hegelciler yanında sol Hegelciler de vardır. Marx ve Engels de sürece sol Hegelciler olarak katılmışlardır. Hegel’in ruh dünyasına giren her filozof, birçok soruya yanıt arar, eleştiri yapar, bulanık düşlere dalar, anlaşılmaz tespitler yapar… Karmaşık bir felsefedir onunkisi. Her şey “geist” denilen kavramın görünüşe çıkması olarak izah edilir. “Geist”, Türkçede ruh olarak karşılanmış. Hava, bulut gibi anlamlara gelecek “gaz” sözcüğüyle karşılansa sanki daha uygun düşerdi. Öztürkçeciler ise ona “tin” diyor.
Felsefe tarihini bilenlerin anımsayacağı gibi Marx, Hegel’in öğrencisi olduğunu söylemekle birlikte, daha da önemlisi onun felsefe sisteminin başaşağı durduğunu ve bu yüzden de hocasını ters çevirdiğini ileri sürmüştür. Bu, idealizmin yerini materyalizmin alması demektir. Daha geniş bir terimle söylersek diyalektik materyalizm diyebiliriz buna. Marksizm, esasen diyalektik ve tarihsel materyalizm olarak adlandırılır. Düşünsel kaynak olarak Hegel’in de bunda katkısı vardır.
Günümüzde de Hegel ve Marx karşıtlığı belirgindir. Hegel’in yaşıyor olduğunu başlığa taşımamın nedenini de burada aramak gerekiyor. İdealist bakış açısı ve düşünme yöntemi yaşamımızda çok etkilidir. Burjuva liberal düşünürler başta olmak üzere çeşitli şekil ve düzeylerde Marksizme eklemlenmiş olan veya kendisini bu kültür içinde gören kişi ve çevrelerde de Hegel’in ruhunu görebiliyoruz. Örneğin sosyal bilimlerde bir toplum bilimci bilgi nesnesine yönelirken ekonomik ilişkiler yerine kültürden, psikolojiden, üstyapı kurumlarından hareket ediyorsa ne denli nesnel, materyalist olduğunu düşünürse düşünsün esasen Hegel’in ruhu tarafından yönlendiriliyor demektir.
Dahası da var. Bir iktisatçı düşünelim. Sosyal ve ekonomik analizine başlarken sermayenin üretim sürescinden değil de sermayenin dolaşım sürecinden hareket ediyorsa “geist” tarafından yönlendirildiğini bilmiyor demektir. Bir filozof, bilgi nesnesi olarak maddi üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan “idea”, “töz” ve “ruh” gibi kavramları birincil öge olarak ele alıyorsa idealizmin sularında “geist” ile birlikte kulaç attığının farkında değil demektir. Keza bir antropolog düşünelim. İnsanı, sosyal ilişkilerin bir sonucu hatta ürünü olarak değil de onu ilk belirleyen olarak görüp teorisini buna göre kuruyorsa buna temelsiz teori veyahut da temeli ruhtan, kağıttan oluşmuş teori denilecektir. Kuram tartışmalarında bu türden idealizmin yaygın olduğunu görmek zor olmuyor. Dolayısıyla Hegel’in halen yaşadığını söyleyebiliriz.
Hegel ve Felsefe Dedikoduları
Hegel’in evinin önünde çekildiğim fotoğraflara bakınca bir soru aklıma geldi: Hegel anlaşıldı mı, anlaşıldıysa, onu kim anladı? Bu sorular akıllara felsefe dedikodularını getiriyor. Kısaca söz etmek istiyorum. Diyalektik düşünce, Hegel’in ifadesiyle doğal bilince ters gelen bir düşünme biçimidir ve anlaşılması zordur. Benzer bir kaderi, MÖ 5. yüzyılda yaşayan ve diyalektiğin kurucusu sayılan Herakleitos da paylaşmıştır. Sokrates’e, Herakleitos’u anlayıp anlamadığını sormuşlar. O da demiş ki “Herakleitos’u anlamak için Deloslu dalgıç olmak gerekir! Herakleitos’un “bir nehire iki kez girilmez” türünden sözleri vardır. Bunlar kapalı, mecazi anlatım olarak düşünülür. Bu yüzden de “karanlık adam” ünvanıyla da anılmaktadır.
Hegel deyince Herakleitos’u anmak manasız değildir. Zira Hegel, kendi eserlerinde Herakleitos’a büyük bir önem verdiğini belirtme ihtiyacı duyar. Herakleitos gibi Hegel’in de yeterince anlaşıldığını söylemek zordur. Orhan Hançerlioğlu’nun yazdığına göre hasta yatağındayken Hegel’e sormuşlar: “Seni anlayan oldu mu?” Filozof da belli belirsiz “evet bir tek öğrencim Michelet anladı” demiş. Sonra da eklemiş “o da yanlış anladı”. Hegel Müzesi’nden ve Stuttgart”tan ayrılırken aynı soruyu ben de sordum: Hegel’i anlayan oldu mu? “Evet” dedim içimden. Bir tek Marx anladı. O da iyi ve doğru anladı!