Filozofların Büyüklerine Ziyaret
E. HUSSERL VE M. HEİDEGGER
Bir süredir Avrupa’dayım. Geçen hafta Freiburg’a gittim ve kentin gözde üniversitesini ziyaret ettim. Felsefenin içinde olanlar bu kenti duyanca hemen iki filozofu anımsarlar: Husserl ve Heidegger. Husserl neyse de Heidegger, aktüel politika için dedikodular için de ilginç bir isimdir. Hitler’i desteklemesi kabul edilebilir ve unutulur gibi değil. Yine bir başka kadın filozof, Hannah Arendt’in sevgilisi olması da bir başka enteresan noktadır.
Kant ve Hegel’in adları biraz gerileyince ön plana çıkan iki filozoftan söz ediyorum. Eski ikili gibi yeni ikili de Alman. Bu da son iki yüz yıldır felsefenin Almanca’da yapılıyor olmasıyla örtüşmektedir. Dünya felsefesini olduğu gibi Türkiye felsefe çevrelerini de yakından etkilemektedir. Neden? Çünkü Husserl fenomenoloji felsefesinin kurucusu, Heidegger ise varoluşçu felsefenin kurucusudur. Bu anlayışlar birer felsefi akım haline geldiği için kısaca fenomenoloji ve varoluşçuluk olarak biliniyor.
Freiburg, bazı kaynaklara göre 1500’lü yıllarda kurulmuş. Şimdi 200.000 civarı bir şehir olduğu söyleniyor. Kent Fransa’ya sınırdır. Baden eyaletine bağlı. Şehri duyduğumda onun adı da ilgimi çekti. Bir kaç kelime İngilizce bildiğinizde birleşik bir isim olduğunu fark edersiniz. Frei ve burg. Yani “özgür kent” biçiminde bir anlam çıkıyor. Ana akım feksefedeki bir kilişeyi doğruluyor: Felsefe ve filozof, özgür ortamda doğar ve serbestliği sever! Dolayısıyla Husserl ve Heidegger’in özgür kentin özgür üniversitesini mekan seçmeleri manidardır. Birlikte anılmalarında fayda var. Çünkü önceleri felsefe kürsüsü olan filozof Husserl’dir. Bildiğim kadarıyla Heidegger üniversiteye sonradan geliyor ve aynı zamanda Husserl’in öğrencisi oluyor. Hocası felsefe kürsüsünden ayrıldıktan sonra bölümün başına Heidegger geçiyor.
Husserl ve Heidegger’i düşünürken fenomenoloji ve varoluşçuluğun ne olduğunu düşünmeden olmaz. Husserl’i Nermi Uygur’un kitaplarından hatırlıyorum. Ayrıca Naci Soykan’dan dersler de dinlemiştim. Anladığım kadarıyla Husserl, varlığın yani fenomenin örtülü olduğunu, bu yüzden de onu “öz” olarak bilmenin mümkün olmadığını söylüyor. Çünkü her epistemolojik düzeyde karşılaştığımız fenomen, daha önce öğrendiklerimiz tarafından kuşatılmıştır. Dinler, ideolojiler, kültürler nedeniyle varlıktan uzaklaşmış oluyoruz. Hatta Husserl’e göre fizik bilimleri, hukuk ve psikolojik ögeler de bizi varlıktan, daha doğrusu varlığın özünden uzaklaştırıyor. Demek ki bilinç varlığa yabancılaşıyor. Böyle bir yaklaşımı daha önce İngiliz filozof Francis Bacon da savunmuştu. Aklın idolleri ve zihnin bu idollerden kurtulmasını savunan felsefeyi anımsatmak isterim.
Husserl açısından bilinç de öz’ün bilinci olmalı. Filozof “bilinç bir şeyin bilincidir” der. Husserl, bunun için şeyleri örten ögeleri paranteze alıp şeylere (varlığın özü) dönmeyi savunuyor. Bu yüzden “paranteze alma” biçiminde bir de terim armağan etmiş oldu felsefeye. Yeni kuşak filozoflardan Sanem Yazıcıoğlu’nun konuya dair çalıştığını anımsıyorum.
Heidegger’in önemli eserlerinden birisi Varlık ve Zaman’dır. Varlık sorunu burada da merkezde bulunuyor. Ona ilişkin yargılar değişkendir. Heidegger de, anlaşılan hocası gibi düşünüyor ve varlıktan uzaklaşıldığı iddiasında bulunuyor. Varlığın anlamı zamanla değişiyor zira. Bu değişim içinde insanın özgürlüğü sorunu gündeme gelir. Kişinin özgürlüğü ise bilmeyle mümkündür. Varoluşçu filozoflar gibi Heidegger de bunun insana içkin olduğunu varsayar. Yani insan, kendisine sorulmadan doğaya/dünyaya bırakılmıştır. Hangi düzeyde bilinçleneceğine ve tercihlerini yapacağına kendisi karar verecektir. Bu anlayışta varoluş özden önce geliyor.
Öz, kişinin tercihlerine bağlı oluyor. Bir tür felsefi antropoloji de diyebiliriz buna. Görüldüğü gibi toplum ve toplumsal sorunları paranteze alan bir felsefe. Bu yüzden de G. Lukacs, varoluşçu felsefeleri emperyalizm aşamasını yansıtan ürünler olarak değerlendirmiştir. Aslında Heidegger, endüstrinin doğayı kirlettiğini de belirterek felsefesine sosyal bir boyut katmıştır. Ren ırmağının nasıl da kirletildiğini örnek veriyor diye hatırlıyorum. Bunun doğruluğunu ben de Ren ırmağı kıyısında yaptığım gezinti sırasında gördüm.
Heidegger deyince dil başta olmak üzere pekçok kavrama ilişkin analizler anımsanır. Mesela ona göre “logos” teriminin onlarca anlamı bulunmaktadır. Şiir dizelerini felsefi kavramlara dönüştürmek de ona özgü bir hüner denilebilir: Dil varlığın evidir! Netice itibariyle ana akım filozoflarda olduğu gibi Heidegger’de de yorum, eleştiri var öneri, çözüm söz konusu değil. Türkiye akademilerinde bildiğim kadarıyla onunla ilgilenen filozoflardan birisi Kaan Ökten’dir.
Freiburg Üniversitesi, kentin meydanında yer alıyor. Bir kaç bölümü var. Bitişiğinde bir kütüphane ve bir de klinik ilgimi çekti. Tercüman dostların aracılığıyla öğrencilerle de diyalog kuralım dedik. Husserl ve Heidegger’i sorduk. Belli belirsiz haberdar olduklarını söylüyorlar ama öyle pek ilgi veya merak söz konusu değil. Çeşitli açılardan birkaç kare fotoğraf aldık. “Üniversite dönemi kapanıyor mu, eğitimin sonu mu, burjuva uygarlığının ölüm çanları çalıyor mu?” sorularını zihnimden geçirerek Husserl ve Heidegger’e veda ettik.
Freiburg’dan ve üniversiteden uzaklaşırken, anlaşılan zihin bir süre daha oradaydı. Nasıl olmuştu da bir Nazi yanlısı filozof (Arendt) ile bir Yahudi filozof arasında büyük bir aşk hikayesi yazılmıştı. Yani Nazi yanlısı Heidegger’e gönül vermiş Nazi düşmanı, yahudi filozof Hannah Arendt’in trajik ve dramatik yaşamı aklıma takılmıştı. Sonra Husserl’e ilişkin söylenen sözler düştü düşüme. Akademik filozoflarımızdan Doğan Özlem söylemişti bir konferansında (mealen): Husserl’in yaşamı, boşa geçmiş bir yaşamdır. Yüzlerce cilt yazdı ama radikal bir şey söylemedi! Ne denilebilir ki? Yazmak, yorumlamak, açıklamak, hatta eleştirmek ama bir şey söylememek ana akım felsefenin doğası ve kaderidir.