Her devrimci gelenek gibi İbrahim Kaypakkaya (İK) geleneğinin de kültürel bir repertuara sahip olduğunu düşünebiliriz. Bu kültürel ve politik mirasın önemini ortaya koymak ve İK’yı anmak üzere yapılan bir toplantıdaydım geçen hafta. Düşünce özgürlüğünün egemen olduğu bir atmosferde gerçekleşen programda konuya felsefik bir yorum getirmek üzere ben de davetliydim. Bu paylaşımda, toplantı içeriği için bir iki cümle söz ettikten sonra kendi konuşmamın içeriğini yansıtan bir kesit vermek istiyorum.
Kültürel repertuar derken genellikle dört kategori yani dört disiplin akla geliyor: Bilim, politika, felsefe ve sanat. İK geleneğini sürdürenler için bu çerçevede yapılacak çalışmalardan birisi de ortaya çıkmış oluyor. Buna göre geleneğin yarattığı sanatsal birikimi saptamak önemli; bunu ben Muzaffer Oruçoğlu üzerine yaptığım çalışmayla gösterdiğim kanaatindeyim. Çünkü Oruçoğlu, sanatsal boşluğu büyük oranda doldurmuş görünüyor. Elbette üzerine konulanlar da büyük bir küllüyeti teşkil etmektedir.
İkincisi bilhassa sosyal bilimler açısından tespitler yapmak olabilir. İK, Kürecik üzerine ve Çorum kentine ilişkin yazmıştı. Üçüncü olarak politik mirastır. Bunu saptamak nispeten kolaydır. Çünkü gelenek asıl verimini bu alanda icra etmiştir. Dördüncüsü de felsefi mirastır. Bunları ortaya koymak için 50 yıldır yapılan yayınlar, siyasal ve entelektüel çalışmaları taramak gerekiyor.
Felsefe açısından düşünürsek pek çok kavram, terim ve teoriden de söz etmek gerekiyor. Ben şimdilik felsefeden, siyaset felsefesinden İK’nın görüşleri ve bıraktığı kültürel iklime dair birkaç noktaya dikkat çekmekle yetineceğim. Bunu Marx ve Marksizmle ilişkilendirerek yapmak istiyorum.
Plan ve Düzenleme Zayıftı
Geçmeden şunu da belirteyim ki, Devrimci Demokrasi ve Öncü Partizan’ın düzenlediği program, biçim ve öz itibariyle belli bir düzen, düşünce ve sunumlar açısından yeterli ve yetkin değildi. Fazlasıyla “özgürlük” vardı denilebilir. Yine de dikkati çeken konuşmalar yapıldı. İK’nın ulusal soruna ve Kürt hareketlerine vurgu yapılmasına ve olumlanmasına rağmen Kürt karşıtlığı türünden bir motif de eksik olmadı. (Kürt hareketinin kuyruğuna takılmak biçimindeki kullanılan ifadeyi kastediyorum).
Netlik de yoktu diyebilirim toplantıda. Örneğin İK eleştirilebilir deniyor ama eleştiri yok. Mao eleştirilmez değil deniliyor ama eleştiri yok. Üstelik birilerinin İK’yı tasfiye ettiği yönünde eleştiriler yapıldı. Gerçi bu eleştirilerde devrimci bir ruh vardı diyebilirim. Hatta bu ruh sanırım insanların sempatisini de çekmiştir. Bununla birlikte öngörü ya da öneriler çok zayıftı, belki de hiç yoktu demek daha doğru olur. Sanatla tiyatroyla dünyayı değiştirmek türünden görüşler de vardı ki, benim bu türden “aydınlanmacı” görüşlere katılmam mümkün değil. Bu bağlamda eleştirilerim de oldu zaten. Stuttgart’taki toplantıda siyaset ve devlet felsefesine katkı anlamına gelecek birçok argüman ve analiz de gündeme geldi. Bunların, konuyu zenginleştirdiğini düşünebiliriz. Birleşme vurgusunun, en güzel duyguları oluşturduğunu düşünüyorum. Sıcaklık ve dostluk egemendi salona. Denildiğine göre beklenen katılım olmamış. Bu yüzden de yuvarlak masa formatına çevirdik toplantıyı.
Toplumsal Momentler ve Önderler
Şimdi kendi sunumumdan kesitler vererek devam edeyim. Tarihsel momentler ve liderler başlığına uygun bir konuşma oldu benimkisi. Şöyle ki, her ülke ve toplumun tarihinde önemli dönemeçler ve momentler vardır. Mesela genel olarak Avrupa ve özel olarak Almanya, 1850’lerde böyledir. Böylesi tarihsel momentler kendilerine özgü düşün, sanat ve eylem insanlarını ortaya çıkarır. Karl Marx, işte bu türden bir dönemin insanlığa armağanı olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye ve Kürdistan tarihi açısından da 1968, tarihsel bir moment olarak bilinir. 1968 ve bilhassa da 1971 yılı, ülkemizin sosyal ve siyasal tarihi bakımından son derece önemli, dalgalı, atılım yılları olarak tarihteki yerini almıştır. İK, işte bu atılım yıllarının bir çocuğu ve armağanı olarak ortaya çıkmıştır. Marx ve Engels’in Avrupa üzerinde dolaşıyor dedikleri devrim ve komünizm hayaleti, farklı katkılar da dahil olmak üzere, İK ile birlikte Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu üzerinde de dolaşmaya başlamıştır. İK’nın kurduğu devrim teorisi Lenin’in savunduğu tezi temel almıştır: İleri Asya Geri Avrupa.
Marx ve Kaypakkaya’nın Entelektüel Bekraundu
Gerek yaş faktörü gerek düşünme yöntemi akla geldiğinde Marx ile İK arasında bir benzerlik kurulabilir. Ben buna kendi coğrafyamızın filozofu ve devrim aktivisti olan Şeyh Bedreddin’i de dahil ediyorum. Marx, genç yaşta hukukçu ve filozoftu. Sanat, edebiyat, şiir, matematik, hukuk ile uğraştığı halde politika ve en son iktisatta karar kılmıştır. Yani şiirler yazmış, matematik ve fizikle, edebiyatla ilgilenmiştir. İK da öyle sanat, edebiyat ve felsefeyle ilgilenmiş, şiirler yazmıştır. Sonra bunlardan kopuyor. Siyasi bir teori kuruyor. MO’ya göre Kapital 1’i de okumuş. Sosyolojik saha çalışmaları yapıyor (Çorum, Kürecik). Bölgelere ilişkin metinler yazıyor. Herkes okumak istemez her şiir akımını. Garip Akımını, İkinci Yeni’yi okurmuş. Okurken bıyık altından güldüğünü duymuştum!
Biyolojik Yaş – Kültürel Yaş
1968 kuşağı, bilhassa 1971 devrimcileri ve bunların içinde de İK akla geldiğinde ve konu olduğunda insanların biyolojik yaşları ile kültürel/entelektüel ve politik yaşları üzerine düşünmek de gündeme geliyor. İK’nın düşünüp siyasi teori kurmak için çok genç olduğu, bu yüzden de onun abartıldığı iddia edilir. Bunda doğru bir yan bulunabilir ama ortada özgün tezler ve teoriler olduğu da bir realite. Programda bunun üzerinde duruldu.
Bana kalırsa genç yaşta pratik ve teorik ürünler ortaya çıkarmak az sayıda insana mahsustur. Düşün ve eylem insanlarını erken ve geç dönemde ürün verenler olarak ikiye ayırmak mümkündür. Erkencilere bakılırsa biyolojik yaş ile kültürel – entelektüel yaşın örtüşmediği anlaşılmaktadır. Bu tartışma aklıma bir düşünce bir de davranış biçimini getiriyor. Düşünce dediğim konuyu Anton Çehov söylüyor: Bazı insanlar doğuştan sanatçı oluyor, biz bütün gençliğimizi sanat eğitimine vererek sanatçı olduk diyor. Bu söz bana İK’yı anımsatır. Adeta doğuştan teorisyen ve politik aktivist yeteneğinde olan bir insan. Bir de ilginç bulduğum bir davranış tarzını paylaşayım. Komünizm için mücadele ederken tutsak düşen genç bir kadın, yani çok genç bir kadın, galiba yaşı 16-17 idi. Basın bu genç kızın, militanın yaşıyla çok ilgilenince tepki olarak şunu söyledi: Önemli olan benim yaşım değil, tavrım’dır. İnsanlar genellikle kişilerin biyolojik yaşı ile kültürel yaşı arasında bir paralellik düşünürler. Bu, kısmen doğru olabilir ama esasen yanlıştır. Pekçok örnek yanında en öğretici olanı İK’dır. Onun yaşı değil tavrı daha belirleyici olmuştur.
Marksizm, Aydınlanmacılık Değildir
İK, kendisini pekçok komünist devrimci savaşçı gibi iki politik-ideolojik akımın çatıştığı kültür ikliminde buldu: Marksizm ve liberalizm. Marksizm içinde yer almak yetmiyordu; çünkü pekçok Marksizm anlayışı vardı/vardır da. Türkiye koşullarında bunlardan ikisine dikkat çekmekle yetindim. Birisi Marx ve Marksizmi, ilerlemeci bir diskur/söylem içinde ele alarak onu burjuva bilim ve aydınlanmacılığı çerçevesinde görmek ve buradan hareket etmek. Yani Marksizm aydınlanmanın çocuğu idi. İkincisi ise Marksizm, ezilen halkların, emekçilerin ve dünya proletaryasının sınıf teorisi olarak ortaya çıkmıştır. İK, işte bu çizgide yer alan ender devrimcilerden birisi oldu.
Türkiye’de de iki Marksist akım çatışmıştır denilebilir. Birisine göre modern devlet, eskilere göre ilericidir, cumhuriyet bir devrimdir, onunla ittifak etmek gerekiyor. Yani bunlara göre burjuva cumhuriyeti fazilettir! Böylesi görüşler aslınsa Marksizm kılığına bürünmüş, incelmiş, cilalanmış liberal görüşlerden başka bir şey değil. Bunlara göre tarihsel açıdan ileri olan etik, estetik ve politik bakımdan da ileridir. İK, bu anlayışların tümüne birden karşı çıktı ve ilerici, aydınlık ve özgürlük gibi görünen değerlerin, kişilerin ve kurumların özü itibariyle gerici, ırkçı ve faşist olduğunu savundu. Hani Marx demişti ki, Benim yöntemim Hegel’inkinden yalnızca farklı değil onun tam tersidir. Marx’ın evrensel planda söylediğini İK, Türkiye ve Kürdistan koşullarında söylüyor diyebiliriz.
Marx, Kaypakkaya ve Devlet
Devlet ve Üç Silah
Marx’ın devlete bakışı, olgunluk yıllarında son derece sertleşmiştir. Lenin daha da sert bir devlet teorisi bıraktı. İK, bu sert devlet teorilerinden hareket etmiş gibidir. İK, kanaatimce devleti üçlü bir sistem olarak değerlendiriyor. Baskı aygıtları, siyasal aygıtlar ve ideolojik aygıtlar. İlki asker polis, hukuk, adliye, karakol, hapishane… Bunlara karşı savaş açıyor. 1971’in Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş gibi önder devrimcileri de aynısını yapmıştır. Fakat İK, burada kalmıyor. İkinci olarak siyasal aygıtların başı olan parlamentoya karşı da mücadeleyi savunuyor. Yasama, yürütme ve yargı olarak karşımıza çıkan sistemi faşizmin üstünü örten bir yapı olarak değerlendiriyor. Üçüncü olarak devletin ideolojik aygıtlarına karşı da savaş açıyor. Bu, Ziya Gökalp’in formüle ettiği Türk-İslam ideolojisidir. Bu ideolojiye milliyetçi sol da (Ş. Süreyya, Vedat Nedim Tör…) hizmet etmiştir. Adına Kemalizm diyoruz. İK, bunun da faşizm olduğunu söylemiştir. İdeolojik aygıtlar konusu Marksist literatüre Gramsci ve Althusser gibi isimlerle girdi. İK, bunları okumuş muydu, bilemiyorum.
Aklımda kalan kişi ve sahnelerle bitireyim. Toplantıya Erkan arkadaşın daveti üzerine müzisyen Onur olgun, yazar Turabi Saltık ve yine müzisyen arkadaşım Sinan Şanlı ile birlikte katıldık. Saltık, İK’nın ortaya çıktığı doğu kültürü üzerinde durdu ve muhalif devrimci edebiyat üzerine konuştu. Şanlı ise Türkçe ve Kürtçe eserler seslendirdi. Piyanoyla yaptığı icralar beğeniyle izlendi. Onur Olgun’un mücadele türküleri de son derece güzel ve etkili duygular bıraktı. Enver, Hıdır, Ali İhsan, Hasan Sağlam, İsmail Doğruer ve Kenan Özpolat’ı görmek, Rıza Aslandoğan ve Ali Çiçek ile tanışmak da güzel sürprizlerden oldu.