Geçtiğimiz haftasonu bir grup arkadaş ile Darmstadt’ta bir araya geldik (14 Mayıs 2023 – Almanya). Konumuz siyaset, devlet, demokrasi ve elbette ki seçimlerdi. Siyaset felsefesi içinden bir sunum yaptım. Klan demokrasilerinden Sovyetlere kadar uzanan bir sürecin felsefesini çıkarmaya çalıştık. Pek çok arkadaş da söz aldı. Sunduklarıma ilişkin sorular, eleştiriler yanında itirazlar ve katkılar da oldu. Seçim günü hasabiyle tartışma sıklıkla seçimlere dair konuşmalara dönüştü.
İşçi ve Gençlik Derneği’nde yapılan tartışmanın moderatörlüğünü, dernek yönetiminden Erol Durak yaptı. Sermayenin iki faşist kliğinden söz edildi toplantıda. Hükümet partisine oranla muhalefetin desteklenmesi gerektiğini savunanlar da az değildi. Üstelik bunlara göre Kılıçdaroğlu’nun kazanması halinde Türkiye’de devrim olmayacak ama hiç değilse toplum bir “nefes” alacaktır!
Toplantı seçim günü yapılmıştı. Sonuçları merak eden bir soru üzerine ben de oranlar verdim ve Kılıçdaroğlu’nun lehine olmak üzere 60’a, 40 oranını verdim ki, görüldüğü üzere yanılmışım! Yanılmışım dediğim cümleyi ünlem işaretiyle bitirdim dikkat ederseniz. Çünkü ne matematiksel hesaplar ne seçim sürecine ilişkin gözlemler ne de ülke ve dünyadaki gidişat mevcut sonuçlar konusunda ikna edici değil. Bu yüzden olmalı ki, 49,5 ile frene basılmış görünüyor.
İnsanlık sınıfsız toplumlardan sınıflı toplumlara geçişle birlikte eşitlikçi özellik ve uygulamaları kaybetti. Bunu yeniden kazanmak için girdiği mücadelede demokrasi en önemli silah oldu. Ne var ki klan demokrasileri denilen sınıfsız topluma özgü uygulamalar dışındaki tüm demokrasiler egemen sınıflara hizmet etmiştir. Buna çok öğülen Yunan kent/polis devletlerinde başvurulan demokrasiler de dahildir.
Yunan kent devletleri içinde en mükemmel olanının Atina’da yapıldığı söylenir. Oysa bu, önemli bir yanılgıdır. Toplantıda Atina demokrasisine dair detaylar da verildi. Atina’nın MÖ 5. ve 4. yüzyıllarda nüfusunun dört yüz bin civarı olduğu söylenir. Bunların ancak otuz bini vatandaş sayıldığı için demokrasi bunlar arasında söz konusu oluyordu. Seçen seçilen, vatandaşlar arasından oluyor. Köleler, yoksullar, kadınlar, göçmenler, engelliler… Tüm bunlar değil ki seçilmek, değil ki seçmek hakkına sahip olsun, insan yerine bile konulmuyordu.
Devlet teorileri üzerinde de durduk. Marx’ın, devleti üstyapı kurumu olarak gördüğüne vurgu yapıldı. Marx, devleti kötü niyetli insanların kurduğuna inanmaz. Keza ona göre devlet, daha güvende olalım diye de kurulmamıştır. Devlet bir zor aygıtı olmakla birlikte zor yoluyla da kurulmamıştır. Kimi feodal, burjuva-liberal teorilerde olduğu gibi hep var olmuş ve sonsuza dek de varolacak bir kurum da değildir.
Marx açısından devlet, üretim güçlerine bağlı olarak üretim ilişkilerinin belli bir aşamasında ortaya çıkmıştır; üretimin ve mülkiyet ilişkilerinin ortaklaşmasıyla da sönümlenecektir. Bu yüzden Marx’ın teorisi, sözleşmeci teorilerden (Hobbes, Locke, Rousseau) ayrıldığı gibi teolojik, merafizik türden teorileri de reddeder. Dolayısıyla devleti Tanrı icadı olarak görmek veya organizmacı devlet teorilerinde olduğu gibi (Platon, Aristoteles) insana benzetmek gerçekleri yansıtmıyor.
Toplantıda cumhuriyet öncesi gelişmeler de konu edildi. Ermeni halkının mücadelesi örnek verilirken konu Komünist Manifesto’nun Osmanlıcaya çevrilmesine kadar genişledi. Engels’in yazdığına göre Manifesto, 1882’de Ermeni bir aydın tarafından Türkçeye (Osmanlıca) çevrilmiş. Osmanlı-Türk egemen sınıflarının Ermeni halkına (ulus) neden düşman olduğu da ortaya çıkmış oluyor.
1876’da açılan Osmanlı parlamentosuna da dikkat çekilen toplantıda, kullanılan tüm hak ve özgürlüklerin ödenen bedellerle mümkün olduğuna da parmak basıldı. Meclisin, cumhuriyet döneminden önce açıldığı bilgisi paylaşılırken 1908’de siyasal partilerin kurulduğu yani demokratik koşullarda olmasa da seçimler yapıldığı da söylendi.
Türk resmi ideolojisinin her şeyi kendisiyle başlatmasının gerçekleri yansıtmadığının altı çizdik. Üstelik gelişme gibi gösterilen kültürel, siyasal kurumların emekçiler açısından hiç de büyük kazanımlar olmadığı da besbellidir. Demokrasinin ancak Paris Komünü veya Sovyetik yönetimlerle birlikte bir kazanım olduğunun altı da çizilmiş oldu. Zira doğrudan demokrasinin koşullarını tartıştığımız toplantıda bunun ancak özel mülkiyeti (burjuva, feodal) ortadan kaldırmakla mümkün olacağına işaret edildi.
Toplantıda, başta da belirttiğim gibi aktüel siyaset, seçimler ve Yeşil Sol Parti’de (YSP) yoğunlaşma oldu. Sol hareketin YSP’den ayrı olarak ele alınmasının yanlış olacağına dikkat çekildi. Buna bağlı olarak da devrimci örgütlerin boykot kararı eleştirildi. Halbuki toptan bir şekilde boykot yapılmıyor! Bu türden görüşleri toplumda bir karşılığı olmayan küçük burjuva devrimcileri paylaşıyor.
YSP içindeki devrimci örgütler ise parlamento seçimlerinde YSP’yi destekliyor, cumhurbaşkanlığını ise boykot ediyor. Bana göre doğrusu da budur. Böyle bir anlayışın eski rejime/hükümete hizmet edeceği söyleniyor ki, buna katılmak mümkün değil. Kaldı ki, devrimci yapıların boykotu, sınırlılığından dolayı zaten sonucu etkilemeyecektir.
Kılıçdaroğlu lehine yaptığım yorumun benzerini ve hatta daha pozitif olanını YSP için de yaptım. Yüzde 15-20 oy alacağını ileri sürdüm. Elbette bu öngörümün hipotetik olduğunu, koşullara bağlı olduğunu da üzerine basa basa belirttim: Olağan, demokratik bir seçim olursa… Ne var ki, bunda da yanıldım! Bu türden yanılmaların maddi temeli vardır. Çünkü görüldüğü kadarıyla burjuvazi kendi demokratik kurallarına uymuyor ve faşizmi az da olsa gevşetme/esnetme eğiliminde görünmüyor.