Bir kitap fuarının daha yapıldığı şu günlerde pek çok soruya yanıt da arayabiliriz. Bunlardan birisini yazıya başlık yaptım: Kitap okumanın sonu mu? Bu soru yaklaşık on yıl önceki tartışmalarda çok sorulurdu ve genellikle de kitabın miadını doldurduğu dillendirilirdi. Kağıt baskı biçimindeki kitabın yerini dijital ortamdaki kitapların alacağı ileri sürülürdü. Gerçi bu ihtimalin varlığı halen söz konusu olabilir. Bu ihtimal dahilinde olsa bile görünen o ki, kitaplara olan ilginin sürdüğü, İstanbul Kitap Fuarı’ndaki duruma da bakıldığında söylenebilir. Gerçi söylenenlere bakılırsa ve ayrıca benim gözlemimden çıkan sonuçlar açısından önceki dönemlere oranla Fuar’a ilgi de nispeten bir azalma olduğunu düşünebiliriz. Bunun nedenleri ve ayrıca genel bir kitap analizi için biraz detay vermek istiyorum. Fuar bu yıl da Beylikdüzü-İstanbul’da yapılıyor. 2-10 Kasım 2019 tarihleri arasında gezilebilir. Fuar’ın bu seneki teması, Edebiyatımızda 50 Kuşağı.
Fuara Giriş ve Stant Ücretleri
Kitaplar Pahalı mı?
Başta İstanbul Kitap Fuarı olmak üzere kitap fuarlarını ve buna benzer faaliyetleri kaçırmam. Bu hafta Kitap Fuarı’nı gözlemlerken, kendi çevremdeki kitap kulüplerini de düşündüm. Gençlerden, yetişkinlerden, kadınlardan, engellilerden, politik gruplardan oluşmuş kitap kulüpleri mevcut. Bu kitap kulüplerinin bazılarıyla doğrudan ben de ilgiliyim. Elbette abartmamak gerekiyor bunları. Biliyorum, yetersiz. Yetersizlik hem nicelik olarak hem de nitelik olarak. Ancak? Ancak “kitap okumanın sonu” tezini ortadan kaldıracak kadar da mühim olduğunu unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla Fuar’ın bu kulüp çabalarını tetiklediğini düşünebiliriz. Ben kitapların varlığı kadar nitelikli kitapların varlığının da önemli olduğunun bilhassa altını çizmek istiyorum. Bu sorun hem kitap kulüpleri için hem de Fuarlar için fazlasıyla geçerlidir. Şimdi Fuar’da bir gezintiye çıkabiliriz.
Güvenlik çok fazla. Her taraf sivil ve resmi polis dolu, güvenlik, özel güvenlik, zabıta türünden olanlar sırf fark ettiklerimiz. Bunları, kitap gerçekliğiyle ve okuma eylemiyle en az ilgisi olan kesimler olarak değerlendirmek olasıdır. Girişlerin biletli olması, (sanırım 10 Tl.) bir başka handikap. Keza stant yerlerine yüzde otuz zam yapılmış. Bunlar az çok muhalif kişi ve kurumların Fuar’la ilişkilenmesinde bir kopukluğa yol açıyor. Bazı yayınevlerinin yerleri de değişmiş gibi geldi bana. Mesela Sol Yayınları ile Yordam Kitap her zamanki yerinde değildi. Bazı yayınevlerine kitap satışlarını sordum, orta ve ortanın altı gibi yanıtlar verdiklerini de anımsatmak isterim. Bunda kitap fiyatlarının pahalı olduğunun anımsatılması önemli olsa gerek. Toplumdaki yoksulluğun ve aynı zamanda yoksullaşmanın bir göstergesi olarak okunabilir.
Taksim’den Beylikdüzü’ne
Halktan Uzaklaşan Kitap
Fuar’a gelenlerin yüzde kaçı kitap alıyor, saptamak zor. Benim açımdan daha önemli soru ise alınan kitapların yüzde kaçının okunduğudur. Bizzat tanık olduğum eş dost, hısım akraba evlerinde yüzlerce kitap olduğu halde bunların büyük çoğunluğunun henüz okunmadığıdır. Bundan sonra da okunup okunmayacağının kuşkulu olmasıdır. Elbette, hiçbir değer gibi kitabı da yüceltmemiz gerekmez. Öte yandan bilgilenme, değişme ve değiştirmede ise kitabın belirleyici bir öge olduğu inkar edilemez. Bu noktada benim insanlara önerim genellikle ‘okumayacağınız kitabı almayın ve eve hapis etmeyin.’ Çünkü evde kitaplar birikirse, “hangi birisini okuyayım” duygusuna kapılmak ve motivasyon yitimine uğramak olasılık dahilindedir. Oysa sınırlı ve okunması muhtelif sınırlı sayıda kitap bulundurulursa okunma olasılığı daha fazla olur. Zira sonuç alıcı okumaların mümkün olduğuna inanç güçlenir.
Fuar’a gelenlerin bir kısmını, “ben de oradaydım” demek için gelenler olarak sınıflandırabiliriz. Neyse ki bunlar için Fuar’da lavabo-tuvalet uygulamasından cafe-kafeterya uygulamaları, sigara içme salonları mevcut (biraz pahalıdır). Bu arada yazarlar ve basın çalışanları için de ayrıcalıklı salonların bulunduğu, buralarda, çay, kahve, su, şarap türünden ücretsiz hizmetlerin yapıldığını da anımsatmak gerekir. Hizmetler derken ulaşımın da sorun olduğunu unutmayalım. Daha evvel Taksim civarında, kentin içinde, hatta merkezinde yapılan uygulamanın kent dışına taşınması elbette sorgulanması gereken bir mesele. Adeta kitlelerden uzakta, ulaşım imkanları zor ve bir ölçüde pahalı olduğu düşünüldüğünde, katılımın neden az olduğu veya azalma eğilimi gösterdiği de anlaşılıyor. Fuar’ın kitlelerden uzakta düzenleniyor oluşu başlıbaşına bir tartışma konusudur. Ekonomik ve politik nedenleri olsa gerek.
TÜYAP’ın Onur Yazarı Adnan Özyalçıner
Fuarlar, akurları yazarlarla buluşturan meklanlar oluyor çoğunca. Aynı zamanda yazarları da birbirleriyle buluşturuyor. Genel manada entelektüel ve kitapla sıkı bağları olan kişi ve kurumlar bir araya gelmiş oluyor. Mesela Sungur Savran ile karşılaştık. Epeydir görüşemiyorduk. Ne konuşabiliriz? Hocanın kitabını sordum. “İlkbahara” dedi. Ayrıca yayınevini değiştirmiş, onu söyledi. O da benim entelektüel faaliyetlerimi sordu. Bir kısmından zaten haberdar oluyormuş. Bilmediklerini de ben ekledim. Sonra Emin Karaca ile karşılaştık. Yeni bir kitap çıkarmış. Bir tane imzaladı. Biraz da entelektüel dedikodu yaptık. Gençlik yıllarından örnekler verdi, yanlışları vurguladı. M. Ali Aybar’ı eleştirdi. Yaşı bizlere göre hayli ilerlemiş olduğu halde devrimci hırslarını yitirmemiş oluşu bana moral verdi. Mustafa Işık’la, ardından Ahmet Batmaz’la karşılaştık.
Bu sene Kitap Fuarı’nın onur yazarı, biliyorsunuz Adnan Özyalçıner’di. Öykücü-yazar olarak biliniyor. Gözüm onu aradı. Onbeş yıl önceye gidersek sıklıkla görüşürdük. Öykülerinin pek çoğunu okumuşumdur. Kapitalistleşmeyi anlatan, emperyalizm ilişkilerini gösteren öykülerini anımsıyorum. “Yağma” adlı bir öyküsü, banka ve tavuk konulu eserleri olduğunu da unutamıyorum. Fuar’daki arkadaşlara sordum, “Yalçıner’in etkinliklerine ilgi az oldu” dediler. Ne de olsa popüler değil diye düşündüm. Tam o sırada tuvaletten çıkarken karşılaştık Özyalçıner ile. Beni unutmuştur sandım. Yüzüme bakıp “yahu sen nerelerdesin?” dedi. Kısa süreli hal hatır ettik. Morali iyiydi.
Kitapların niteliğine gelince, belki üzerinde en çok söz edilmesi gereken konu. Hani bir söz vardır: “Egemen fikirler egemen sınıfların fikirleridir”, diye. Bu söz kitaplar için de geçerli. Bir yanda Osmanlı resmi ideolojisine (İslam) uygun eserler, bir yanda da Türk resmi ideolojisine (milliyetçilik) uygun eserler yer alıyor. Üçüncü bir kategori olarak popüler türden, görünürde de olsa milli ve dini eserlere mesafeli, ama son çözümlemede liberal ruha sahip eserler var. Dördüncü olarak da sol ve Marksist diyebileceğimiz kategorideki kitaplardan söz edebiliriz. Beşinci kategoride de ders kitapları bulunuyor ki, bu bölümde çocuklar, gençler bir uğultu, koşuşturma, telaş içinde kitap arıyor, kuyruğa giriyor, soruyor, soruşturuyor. Doğrudan Kürdistan temalı yayınevine rastlamadım. Mesela Aram Yayınları’nı göremedim.
Kitap ve Yayınları Kuşatan İdeolojiler
Okumadan söz edilir. Kitap okuma övülür genellikle. Hatta yüceltilir. Milli, dinsel ve liberal kitapların çok okunması bir topluma ne kazandırır? Okunsun da ne okunursa okunsun denilebilir mi? Okumanın insana ve topluma zararı olur mu, gibi soruları yanıtlamaya çalıştım Fuar’ı gezerken.
Kitabın da, Sanatın da Sonu Değil
Fuar’ın geneline göz atarken, dost yayınevlerini de ayrıca ziyaret ettim. Dönüşüm Yayınları’na uğradım. Çetin ve Bektaş arkadaşlar vardı. Yeni kitaplarını genellikle bana verirler. Pek çok eserini okuduğum bir çevre. Güney dergisi de yıllardır bunların çabasıyla yayınlanıyor. Bitişiğinde Nisan Yayınları vardı. Reyona baktım, birkaç tanesi yeni olan epeyce bir kitap var. Gözüme “Kangurular” ile “Tohum” adlı kitaplar takıldı. “Kangurular”da Vong Veli, “Tohum”da Naciye kafamda canlandı ansızın. Reyondaki genç, yeni kitapları gösterdi. Kısa bir süre de gösterilen kitaplara baktım, satın alma durumum olmadı, başarılar dilemekle yetindim. Boran Yayınları’nı gözüm aradı. Galiba stant açmamışlar.
Ortaçağ kitaplarını aradım. Alfa Yayınları’nda güzel kitaplar gördüm ama pahalı. İletişim’in kitaplarına yöneldim. Orada da her seneki yoğunluk yoktu. Üstelik iki salonda da yerleri var. Yakup Kadri ve Oğuz Atay reklamlarıyla hitap ediyor. Timaş’ın önünden geçtim. İlgi yoğundu. Sonra TDK yayınlarını göreyim dedim. Kapı gibi kitaplar, beş lira, bilemediniz on, on beş lira. Bir tane resmi ideoloji kitabı, Ömer Seyfettin aldım: On beş lira. İşte kamu ile özel sektör farkı dedim kendi kendime. Oradan ayrılırken Esat Korkmaz gözüme ilişti. Şeyh Bedrettin ortak temamız. Biraz uzun takıldık. Alevilik, felsefi sorunlar ve kitap çalışmaları üzerine yoğunlaştık.
Son olarak Ceylan Yayınlarına ve benim kitaplarımın da yayıncısı olan Belge’ye uğradım. Ceylan’dan Tuncay arkadaş ile hal hatır ettik. “Satışlar iyi değil” dedi ama bana morali iyi göründü Tuncay’ın. Belge’de ise Sinan henüz gelmemişti. Genç kadın arkadaşlar ve Sinan’ın eşi Ferda ile kısa bir sohbetimiz oldu. Saat de bir hayli ilerlemişti ki, “evin yolunu tutma zamanı geldi” dedim… Oysa bir eksik daha vardı: Plastik sanatlar için düzenlenmiş sergi salonlarını da gezmek gerekir. Buradaki değerlendirmelerimi yansıtmaya kalkarsam söz uzar sanırım. Kısaca söylüyorum. Bu yıl, eserlerdeki donukluk geri çekilmiş, canlılık kendini belli ediyor. Sıcak renklerin baskınlığı da dikkat çekiyor. Resim severler yoğun değilse de her salonda insanların varlığı, “sanatın sonu” olmadığını kanıtlıyor. Anlaşılan o ki, kitabın sonunu düşünenler de, sanatın sonunu düşünenler de yanılıyor. Sözü daha fazla uzatmak istemiyorum. İmkan yaratmaya çalışın ve varlığa temas ederek, gidip/gelin kendiniz görün.