Sanatta gerçekçilik sorununu ele almak üzere hafta içinde bir grup entelektüel toplulukla bir aradaydık (Ataköy-Bakırköy). Ernst Fischer üzerinden gerçekçiliğe, kendime özgü açıklamalar, eleştiriler ve yorumlar getirdim. Konu sıklıkla farklı bağlamlara kaysa da Fischer’in “Sanatın Gerekliliği” adlı kitabı genel gidişatı belirledi ve sunumuma belli bir çerçeve çizdi. Soruların, itirazların ve eleştirilerin de yapıldığı sunumun içeriğine dair birkaç başlığı paylaşmakla yetiniyorum.
Sanatın Kaynakları
Kitabın yazarı Marksist bir düşünür olan Ernst Fischer (Sözcükler Yayınları, 2015). Kendisi bir 20. yüzyıl düşünürüdür. 1970’li yıllardan itibaren kitapları Türkçeye de çevrilmektedir. Ele aldığımız kitapta sanatın ayrıcalığı üzerinde duruyor Fischer. Ona göre sanat, tarihsel süreçte bilimi, felsefeyi ve politikayı öncelemektedir. Sanatın büyü ve sihirle başladığını söylerken bunu insanın doğal ihtiyaçları ile birlikte ele alıyor; böylece sanatın temeli olan büyü ve sihir aynı zamanda her türden düşünsel, kültürel etkinliğin de temeli haline geliyor. İnsan maddi ihtiyaçlarını karşılamak için kah hayvan kılığına girdi; onu taklit ederek avlamanın daha kolay olduğuna inanması bunda etkili olmuştur. Kah hayvanın resmini çizerek onun simgesine egemen olmak ve buradan hareketle de kendisine sahip olmanın yollarını aradı. Demek oluyor ki sanat hayata paralel olarak gelişti.
Sanatın Dönemlere Ayrılması
İnsanın ihtiyaçları hem arttıkça hem de farklılaştıkça bu farklılık sanat alanına da yansıdı. Toplumlardaki sanatsal farklılıklar gerçekte o toplumlardaki farklılıklarla bağlantılıdır. Yani Fischer açısından sanat Tanrı vergisi olmadığı gibi insan dehasıyla da ilgili değildir. Elbette kişisel yeteneği inkar etmiyor yazar. Bunun asıl olmadığını söylüyor. Kaldı ki yazara bakılırsa her insan sanat yapma potansiyeliyle doğuyor. Toplumların yapısına, insanın kendi çevresine göre de dışlaşıyor bu potansiyel. Fischer açısından sanat tarihini üç döneme ayırmak olasıdır. Birinci dönem sınıfların olmadığı komünal dönemdir. Sanat kolektiftir ve toplumsal ihtiyaçları karşılamak üzere işlevsel bir nitelik taşımaktadır. İkinci dönem sınıflı toplumlar dönemidir. Buna çağımız da dahildir. Ancak sosyalist ülkeleri bir istisna olarak görmek gerekiyor. Üçüncü evre de sınıfların olmadığı komünist toplum olacaktır. Komünist toplumda ise sanat gerçek anlamda sanat için yapılacaktır. Fischer açısından sanat, sınıflı toplumlarda sınıf mücadelesinin bir aracı olarak kendini var kıldığı halde sınıflar ortadan kalkınca sanat sona ermiş olmayacaktır. Yeni toplumun özelliklerine göre biçim ve içerik değiştirecektir. Sanatın görevi için şunlar söyleniyor:
“Sanatın görevi, sınıflara bölünmüş, anlaşılmaz, ürkütücü bir toplumda yaşayan biz yarım, eksik, acınası insanların daha eksiksiz, daha zengin, daha güçlü bir hayata kavuşmamıza, başka bir deyişle, gerçek insan olmamıza yardım etmektir.” (Age., S. 253)
Fischer’in Düşünme Yöntemi
Ficher’in, Hegelci bir Marksist olduğunu iddia edeceğim. Hegel’e göre şimdikiler, öncekilerden meydana gelirler. Yani kopuş yok süreklilik var. Her moment eski momentin izini taşırken yeni momentin de taslağı durumundadır. Gerçi şöyle bir radikal ayrım da var: Hegel sanatı romantizmle bitirmişti, Fischer ise tam tersine, Marksizmin de etkisiyle sanatın toplumcu dönemde de gelişerek süreceği kanaatinde. Yine de Fischer’in çağımıza kadarki gelişmeyi Hegelci yöntemle ele aldığını söylemekte bir yanlışlık yoktur. Batı sanatı, Doğu sanatından izler taşıdığı gibi Rönesans sanatı da Yunan ve Grek sanatından izler taşımaktadır. Demek ki sanat egemen sınıfların icadı olarak görülüp onlara hizmet ettiği gerekçe gösterilerek reddedilmiyor. Bu anlayışın sonucu olarak da burjuva sanatı, toplumcu sanat için bir başlangıç sayılıyor ve hatta burjuva sanatı için de gerçekçilik kavramı kullanılabiliyor.
GERÇEKÇİLİK SORUNU
Gerçekçiliğe Filozofça Bakmak
Gerçekçilik meselesi düşün ve sanat dünyasında çok tartışılan meselelerden en önde gelenidir. Herkesin kendine özgü bir gerçekçilik anlayışı var. Onun ne olduğu çağlara göre anlam değiştiriyor. Daha da önemlisi her sınıf kendi sınıf çıkarlarına göre gerçeklik tanımı yapıyor. Platon açısından gerçek ideal olandır ve idealar evreninde içkindir. Aristoteles için gerçek biçim kazanmış maddedir. Kiliseye göreyse tek gerçek Tanrı’dır. Her şey ondan gelmiştir, onun varlığıyla varlığa gelmiştir. Hümanizm için gerçek de gerçeğin yaratıcısı da insandır. Natüralizm ve romantizm gibi düşün ve sanat anlayışları açısından gerçek olan doğadır. Hegel için gerçek ruhtur/tindir (geist). Freud’a sorulacak olursa bilinç değil bilinçaltıdır gerçek olan. Marx ve Marksizm ise fiziksel dünyanın gerçeğini maddi dünyada bulmakla birlikte sosyal dünyada gerçek olanı üretim faaliyetlerinde bulur.
Gerçekçiliğe Fischer Katkısı
Fischer gerçekçiliği araştırırken üretim alanından yola çıkıyor. Yani ekonomik temelden hareket ediyor. Bu hareket ve düşünüş tarzı Marksizmin abc’sidir. Yazar bu konuda Marx ve Engels’ten çeşitli alıntılar yapıyor. Bu alıntılardaki argümanları da kendisine temel dayanak yapıyor. Yapılan alıntılarda ekonomik temelin üstyapıyı öncelediği, üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasında bir çatışma olduğu, bu çatışmanın da toplumsal devrimlere neden olduğu vurgulanıyor. Bu türden bir işleyiş eski sınıflı toplumlar için de geçerli olsa bile asıl olarak kapitalizmde bu işleyiş sistemin konjonktürel değil yapısal bir özelliği haline geliyor. Kapitalizmde iki karşıt sınıf bulunuyor burjuvazi ve emekçi sınıflar. İşte gerçek olan bunlardır. En azından sosyal gerçekler bunlardır. Sanatçılar bu gerçeklere bakış açısına göre de fiziksel ve sosyal dünyanın gerçekliklerine yönelmektedirler. Gerçek olan demek, her şeye temel onandır. Temel üzerinde yer alan olay ve olgu durumları da gerçektir. Bu gerçekler tabir yerindeyse tali plandaki gerçeklerdir. Dolayısıyla sanatta ve sanatçı tavrında gerçekçilikten söz ediliyorsa ekonomik ilişkilerden, üretimin biçiminden yola çıkılmalıdır.
Gerçekçilik, Öz ve Biçim İlişkisi
Gerçeklerin ya da genel manada varlıkların ve varlık tarzlarının bir yüzü özden bir yüzü de biçimden oluşur. Fischer öz ve biçim sorununu da haklı olarak Marksizmden yola çıkarak işlemektedir. İkisi arasında diyalektik bir bağ olduğuna yazar açısından da kuşku yoktur. Bununla birlikte bir öncelikten söz edilmesi gerekir. Öncelik özdedir. Çünkü devrimci olan özdür. Elbette biçimsiz bir öz düşünemiyoruz. Zira her varlık biçimiyle birlikte düşünülebilir.
Biçimsiz varlık yoktur. Biçim Aristoteles için de önemliydi. Ona göre varlıkların doğal yerleri olduğu gibi biçimleri de vardır. Her varlık doğal yerini aradığı gibi doğal biçimini de aramaktadır. Ona göre biçimi, varlıklara Tanrı veriyor. Ayrıca sanatçılar da bu özelliğe sahiptir. Fischer için ve bizce de, çağımızda sanatçı Tanrı’nın yerini almıştır. Sanatçı, dünyanın değişmesine göre yeni biçimler arar. Dünya ve dünyadaki değişmeler işin özüdür. Özün olduğu gibi kalması düşünülemez. Marksizme göre ve Fischer açısından da değişme sürekli ve zorunludur. Buna göre sanatta yeni biçimler kaçınılmazdır. Yeni özlere karşı eski biçimlerde ısrar eden sanatçı tutucudur. Bununla birlikte özün uzun yıllar köklü değişiklikler göstermediği koşullarda elbette yeni biçimler meşru hale de gelebilir. Bunlar istisnadır. Öz üretim güçlerine, biçim ise üretim ilişkilerine benzetilebilir. Şunları söylüyor Fischer:
“Sanat tarihinin genel görünüşünü bir bütün olarak ele aldığımız zaman, sanatta öz ve biçim değişmelerinin, eninde sonunda, toplumsal ve ekonomik değişmelerin sonucu olduğunu görmeden edemeyiz. Yeni biçimleri, eninde sonunda, yeni özler izler.” (Age. S. 168).
Ülkemizde Toplumcu Gerçekçilik
Fischer, analizlerini yaparken elbette ki Türkiye gerçeklerinden hareket etmedi. Ülkemizde yüzyıllardır yapılmakta olan sanatı da dikkate almadı. Bu görev belki de ülkemizdeki entelektüel çalışmaların bir görevi olarak karşımızda duruyor. Anadolu ve Mezopotamya geleneğinde ortaya çıkan sanatın niteliği ve bunların başlıca motivasyonları nelerdir? Bu coğrafyada gerçeklik algısı hangi koşullarda ve hangi unsurlarla belirlenmiştir? İktidarların sanatla olan teşriki mesaisi nasıldır? Ayrıntısı bir yana Fischer’in izinden giderek yanıt arandığında görülecektir ki, kendi coğrafyamızda da sanat, Batı’dakine benzer bir yol izlemiştir. Her sanat anlayışı kendi çağının özelliklerini taşımıştır. Hegel’in “felsefe kendi çağının çocuğudur” biçimindeki anlayışı sanat için de geçerlidir: Her sanat ve sanatçı kendi çağının çocuğudur. Marx’ın sözlerini de değiştirerek anmak isterim: Şimdiye kadar sanatçılar dünyayı yalnızca yorumladılar oysa sorun onu değiştirmektir. Sanat, yeni sanatımız başta olmak üzere gerçekçilikle de ilgi içinde olmuştur. Bu gerçeklik önceleri daha teolojik gerçeklik biçiminde olsa da 20. yüzyılda toplumcu gerçekçilik düzeyinde eserler ortaya çıkmıştır. Benim beş klasik isimden söz ettiğim biliniyor, anımsatmakla yetiniyorum: Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ruhi Su, Yılmaz Güney ve Muzaffer Oruçoğlu.
Sunumda üzerinde durduğum bazı başlıkları da anımsatarak bitirmek istiyorum: Sanat, Sanat İçindir, Marksist Estetik ve Fischer, Gerçekçilik ve Eleştirel Gerçekçilik, Romantik ve Klasiklerin Önemi, Modernizm Eleştirisi ve Sanat, Sanat ve Diğer Disiplinler, Gerçeğin Değiştirilmesi Sorunu, Biçim ve Öz Açısından Müzik, Sanatın Gelecekte de Gerekliliği. Ernest Fischer’e sunum sırasında yaptığım eleştirileri de belli başlı temalar üzerinden özetlemek istiyorum…
Fischer’e Eleştiri
1-Hegelci bir yöntem izliyor. Kopuşlardan çok sürekliliklere dikkat çekiyor. 2- Burjuvaziyi ve dolayısıyla burjuva gerçekçiliğini gerektiğinden fazla övüyor. 3- Sanatı yüceltiyor ve mitoslaştırıyor. 4- Eski sanatçılarla (zanaatçı: emekçi) yeni sanatçılar arasındaki ayrımı kaldırıyor. 5- Tek tarz bir sanat düşüncesi ve sanat tarihi varmış gibi hareket ediyor. Oysa sanat her çağda sınıfların damgasını taşımıştır. 6- Aşırı iyimser görünüyor Fischer. 1960’lı yıllarda sanatın bir kriz içinde olduğunu düşünmüyor. Tersine her şey güzele doğru ilerlemektedir. Oysa şimdi olduğu gibi 1960’larda da burjuva sanatı bir kriz içindeydi. 7- Felsefe, bilim ve politikayı adeta sanatsal etkinlikler içinde eritiyor.