Mehmet Akkaya ile Komün TV’de yaptığımız felsefe programlarının bu haftaki konusu, Edebiyat-Politika İişkisi’ne filozofun gözüyle bakmaktı. Her daim güncel olan bu konu, benim için de önemliydi, çünkü edebiyat yapmaya çalışan her birey için bu konular, temel konulardır. Akkaya’nın tabiriyle, programda edebiyattaki felsefeyi ve felsefedeki edebiyatı açığa çıkartmaya çalıştık.
Programlar hararetli bir biçimde devam ediyor. Hararetli, çünkü bu hafta da programa Platon ve Lenin gibi tarihsel şahsiyetlerin sanat ve edebiyatı neden koşullamak istedikleri tartışması damgasını vurdu.
Bilindiği gibi her çağda egemen düşünceler, egemen sınıfların düşünceleridir. Buna vurgu yapan Akkaya, tüm dönemler için, emekçi cephesinden bakan bizlerin, söz konusu bilgi türlerinin hepsine eleştirel gözle bakmalıyız dedi. Bilim tarihine de, felsefe tarihine de, siyaset ve sanat tarihine de! Bilgi türlerini okullarda, akademilerde altıya, yediye ayırdıklarını biliyoruz. Ancak Akkaya, programda bunları bilim, sanat, felsefe ve politika ile sınırladığını belirtti. Bilimin formüllerle, sanatın imgelerle, felsefenin kavramlarla, politikanın ise sosyal birimler, örgütler ve pratik tavırlarla yapıldığının altı çizildi.
Mehmet hocanın konumuzla ilgili Hayat ve Sanat, Politikanın Evrimi ve Epistemolojik Kopuş adlı kitapları da gündemimizdeydi. Kitapların temel tezleri hızla açıklanarak konuya giriş yapıldı. Buradan Homeros’a; tiyatronun ve trajedinin üç büyükleri olan Aiskilos, Sophokles, Euripides’e, oradan da Sokrates, Platon ve Aristoteles’e geçildi. Buradaki püf nokta, sanat ve edebiyatın felsefeyi ve filozofları öncelemesidir.
Trajedinin üç büyük yazarını Sokrates, Platon ve Aristoteles izlemiştir. Akkaya’ya göre bu durum tüm düşünce tarihi boyunca devam etmiştir. Örneğin Yeniçağ başlarında da Shakespeare, Rabelais ve Cervantes’in açtığı kapıdan büyük filozoflar yürümüştür: Descartes, Spinoza, Leibniz. Sanatın önceliği sorunu bugün de geçerlidir. Onun için sanata ve sanatçı konusuna felsefi yönden özel olarak eğilmelidir.
Şiir, tiyatro ve son olarak da roman türleri üzerinde duruldu. Şiirin özgün durumu, tiyatro ile birlikte Antikçağ’dan itibaren kitlelerle bağı anlatıldıktan sonra, romanın burjuva toplumlarındaki yerine değinildi. Bu arada ütopyalara da özel bir başlık ayrıldı. Ütopya yazarları politikanın saldırısından kurtulmak için dolaylı bir dil kullanmışlardır. Şöyle ki: Yaşadıkları İtalya veya İngiltere’deki sorunları konu etmek yerine, eşitlikçi toplumun yaratılmasını ütopyalar üzerinden anlatmışlardır.
Muzaffer Oruçoğlu’nun özgün durumu, edebiyattaki, sanattaki özgünlüğüne de değinildi. Akkaya açısından her sanat-edebiyat anlayışı bir sınıfı yansıtıyor. Tarafsızlık yoktur. Ekonomik ve sosyal temeli görmeyen sanat ve edebiyat, kurulu düzeni tekrar takrar üretmektedir. Oruçoğlu’nun ülke edebiyatında epistemolojik kopuş yaptığı vurgulandı. Zaten Mehmet hocamız, kitabının birinin bu konuda olduğunu hatırlattı. Ancak Oruçoğlu’nun kitlelere gereğince ulaşamaması üzerinde özellikle durulmalıdır denildi.
Nazım Hikmet ve Oruçoğlu türünden düşün ve sanat insanlarının politika tarafından engellendiği de ileri sürüldü. Konu başlığımız kuşkusuz ki tüm bu konularla yakından ilgiliydi. Programlarda konu başlığımıza büyük özen gösteriyoruz. Bir izleyicinin bize itirazı da sanırım dikkat çekmiştir. Dört bir yana yumruk attığımız ve konuyu dağıttığımız iddia edildi. Oysa Akkaya’ya göre yaşam, dağınık olay ve olgulardan ibarettir. Bu yüzden de her konu, kendi dışındaki sorunlarla yakından ilgilidir. Dolayısıyla da bir noktaya kilitlenip kalmıyoruz. Sorun gördüğümüz her noktaya temas etmeye çabalıyoruz.
Ahmet Ümit ve Ahmet Altan gibi yazarlar üzerinden günümüz Türkiye romanına eğilmeyi de ihmal etmedik. Burada iddialı laflar eden Akkaya, cinselliğin ve aşkın da temelde sınıfsal bir durum olduğunu, dolayısıyla edebiyatın her şeyi es geçse dahi sınıfsal çelişkileri es geçmemesi gerektiğini belirtti. Bu tür romanların bizi, edebiyat ile tarih ilişkisini sorgulamaya götüreceği de açıktır denildi.
Doğu toplumlarında felsefenin, edebiyatın, politikanın ahvaline de değindiğimiz programımızda, bu konularda da çok da bilinmeyen sorunlara değindi hocamız. Doğu’da felsefenin, sanat ve edebiyata içkin olduğu belirtildi. Egemen sınıfların bizi bize, yanlış ya da eksik anlattığına vurgu yaptı. Örneğin Pir Sultan Abdal ya da Yunus Emre’nin gerçekte bize anlatılan kişilikler olup olmadıklarını sorgulamalıyız dedi. Ve belki de bu kişilerin birden fazla kişi olduğunu, ancak egemenlerin bu kişileri olabildiğince kendilerine yontarak günümüze getirdiklerini vurguladı. Bu bağlamda tarihi konularda çok uyanık olmamız gerektiğini, yapılan açıklamaları süzgeçten geçirmemiz gerektiğini belirtti. Muhalif yazarların ve şairlerin politika ile sürekli çatışma halinde olduğu da hatırlatıldı.
Murat Belge’nin Marksist Estetik isimli kitabının konuya özgün katkılarından bahsedilen programda sıklıkla edebiyat ve politika arasındaki gerilime odaklanma oldu. Platon’un sanata karşı aldığı tavır önemliydi. Filozof, şairleri devletten kovmak istiyor. Akkaya’ya göre Platon gençliğinde şairmiş üstelik. Yani Platon şiir dilini çok iyi biliyor. Bu bağlamda Marx’ın ve Lenin’in politik yazılarında dahi edebi dili ustalıkla kullandıkları vurgulandı. Ancak Akkaya, mesela Marx’ın Balzac’ı, Lenin’in ise Tolstoy’u gerçekçilik adına yüceltmelerine katılmadığını belirtti. Katılmamasının nedenini ise bizzat Marx ve Lenin’in kendi tarihsel materyalist teorilerine ters olmasına bağladı.
Ben ise bu görüşleri üzerine Akkaya’ya şunları hatırlatarak konuya açıklık getirmeye çalıştım: Edebiyatçılar, emekçi kesimleri anlatmaz görünürken, aslında ikinci, üçüncü karakterler içinde, onların yaşamlarını gayet iyi verebilirler ve bu esnada edebi dillerini psikolojik, sosyolojik anlatımlarla süsleyerek işlerini yapmış olurlar. Zaten Marx ve Lenin söz konusu yazarları bu söylediklerimi başardıkları için övmüşlerdir.
Lenin’in Platon’un bir diğer ucu olduğu iddia edilebilir diyen Akkaya, bu iddiasını şöyle sürdürdü: Çünkü Platon egemen sınıfların sözcülüğünü yaparak sanata müdahale ederken, Lenin de emekçiler lehine sanata müdahale etmiştir. Lenin’e göre sanatçılar sınıflar üstü değildir ve sanatçılar parti edebiyatı yapmalıdırlar. Bu bağlamda Lenin’in kimi sekter tavırları görülse de söyledikleri kendi açısından anlaşılırdır, denildi.