Bu çalışma, üretim ilişkilerinden hareketle göçmenliği, bununla doğrudan ilişkisi kurulacak olan sömürü ve savaş olgusunu açıklayıp, kendisini milliyetçilik ve özellikle de ırkçılık düzeyinde var eden mekanizmaları açıklamayı hedefliyor. Tüm bu gelişmeler ele alınırken bilim ve felsefenin işlevi, özellikle de sanat ve edebiyatın oynadığı rol ve ırkçılığın hangi koşullarda taşıyıcısı oldukları da betimlenecektir. Devrimci sanat ve edebiyatın, ana akım sanat ve edebiyattan ayrılması gerektiği, dolayısıyla da yalnızca olguları açıklamak ve eleştirmekle kalmayacağı, bir değiştirme kültürü olması gerektiği önerilmektedir.
Sınıf teorisi çerçevesinde kendini var eden sanat ve edebiyat düşüncesi, burjuva-feodal içeriklerin, sanat ve edebiyattan temizlenmesini arzular. Buna ilaveten toplumcu-gerçekçi de dediğimiz sanat ve edebiyat, estetik mücadele içerisinde proletarya başta olmak üzere ırkçı, etnik, inançsal, cinsel mağduriyet yaşayan tüm ezilenlerin de sesi olur. Bunun nasıl olması gerektiğine ilişkin de birkaç noktayı öne çıkarmayı umuyorum. Şu kadarını baştan söyleyelim ki, nasıl ki millet milliyetçilerin icadı olarak var olmuşsa ırk da (diğerlerinden üstün olma anlamında) ırkçı ideolojilerin ve son tahlilde sömürücü sınıfların bir icadı olmuştur. Nitekim bir İtalyan düşünür ‘İtalya’yı kurduk şimdi İtalyanları yaratacağız’ demişti (Massimo d’Azeglio). Özetle denilebilir ki, ırkçılık egemen sınıflar tarafından bir kesim insanın (emekçi) sömürülmesini “doğal” hale getirmek için uydurulmuş bir icattır.
Göçmenlik ve Ekonomik-Kültürel Etkinlik
Göçler çağı gibi bir başlığı ön plana çıkarınca, göçmenlik sanki yalnızca çağımıza özgüymüş gibi düşünülebilir. Oysa göçmenliğin tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir. İnsanlığın yerleşik hayattan önce göçebe bir üretim tarzının içinde yaşadıkları dikkate alındığında konunun temellerinin derinlerde olduğu da ortaya çıkacaktır. Yerleşik yaşama, tarım toplumuna geçilmesini, buna sınıfsallığın, dolayısıyla düşün ve konumuz olan sanatsal üretimin eşlik etmiş olduğunu tespit etmemiz de zor olmuyor. Göçmenliğin sorun olarak görülmesi ve göçmenin aşağı bir varlık olarak nitelendirilmesi sorununun ekonomik-toplumsal ilişkilerde içkin olduğunu görüyoruz. Düşün ve bilim etkinlikleri gibi sanat ve edebiyat ürünleri de tüm bu -olumlu ve olumsuz yanlarıyla- üretim ilişkilerinin taşıyıcısı olarak işlev görmüştür, görmektedir.
Din, ırk ve etnik olguların folklorik içeriklerini yitirip egemen sınıflar için ideolojik manipülasyon araçları olarak var olmaları, sınıflı uygar toplumun sömürücü toplumsal ilişkilerine paralel olarak yürümüştür. Karşıt sınıflar arasındaki çatışmanın üretimine ve biçimine göre değişik formlara bürünen din, ırk ve etnik köken gibi olgular, tarihsel süreç içinde yeni nüanslar kazanarak var olmuşlardır. Örneğin ırkçılık deyince sınıflı toplumların başlangıcından sanayi toplumuna kadarki dönemi (Rönesans’ın doğuşu) birinci dönem olarak saptamak mümkündür. Irkçılığın tarihi açısından düşünüldüğünde ikinci dönem ırkçılık ise Rönesans’tan 20. yüzyıla kadar olan süreci içine alır. Bu ikinci dönemin zirvesi, rekabetçi kapitalizm dönemidir. 20. yüzyıldan başlayıp günümüzde de sürmekte olan ırkçılık dönemine de üçüncü ırkçılık dönemi diyebiliriz. Bu çağa damgasını vuran sisteme de Marksist literatürde emperyalizm ve proleter devrimler çağı deniliyor.
Sanat ve Edebiyat Masum Değildir
Genel planda düşüncenin tarihi gibi sanat ve edebiyatın tarihi de üretim ilişkilerine paralel olarak kendini var eder. Marx’ın da dediği gibi bunların kendisine özgü -bağımsız- tarihleri söz konusu değil. Bu yüzden de sanat ve edebiyatın özerk, masum ve “tarafsız” olduğu iddiası gerçekleri yansıtmaktan uzaktır. Şu kadarını anımsatalım ki egemen sanat ve edebiyat tarihi etnik ve ırkçı figür ve imgelerin payandası değilse bile, kesinlikle taşıyıcısı olarak kendini var etmiştir. Yine Marksist bir argüman olarak biliyoruz ki, her çağda egemen fikirler egemen sınıfların fikirleridir. Sanat ve edebiyat ürünleri de bu fikirlerin adeta deposudur. Mesela Türk-ulus devletinin ideolojisine uygun olarak üretilen milliyetçi, ırkçı, Türk-İslamcı ideolojik unsurları, sanat ve edebiyatın içerdiğini tespit etmemiz hiç de zor değildir.
Düşün ve bilim ürünleri gibi sanat ve edebiyat ürünleri elbette emekçi sınıfların çıkarını da yansıtmaktadır. Ancak! Gerek pre-kapitalist çağlarda gerekse de kapitalizm ve emperyalizm döneminde emekçi sınıflar dünya düzeyinde belirleyen olmadıkları için sanat ve edebiyat ana akım düzeyindedir ve büyük oranda emperyalizm tarafından sevk ve idare edilmektedir. Buna göre genelde pre-kapitalist ilişkileri özellikle de emperyalizmi çözümlemeden sanat ve edebiyatı çözümlemek mümkün görünmüyor.
Emperyalizm bir yandan, ucuz işgücü pazarı yaratmak için dünya halklarını yurtlarından edip göçmenleştirirken bir yandan da olup biteni meşrulaştırmak için felsefeye, bilime, siyasete ve bilhassa sanata ihtiyaç duyar. Sanat ve edebiyat son derece önemlidir emperyalizm için; çünkü sanat ve edebiyat insanı/toplumu yalnızca akli olarak değil duygu boyutuyla da kuşatır ve yönlendirir. Egemen sanat ve edebiyat olgu ve olayları betimlerken kitleleri ikna etmede merkezi bir işlev görür. Bu yüzdendir ki, aynı zamanda proleter devrimler çağı olarak da bilinen çağımızda toplumcu-gerçekçi sanat ve edebiyat anlayışı geliştirilmiştir.
Toplumcu (sosyalist) gerçekçi sanat ve edebiyat anlayışı için söylediğimizi, proletarya adına işlev gören bilim, politika ve felsefe için de söyleyebiliriz. Dolayısıyla düşün ve bilim etkinlikleri gibi konumuz olan sanat ve edebiyat etkinliğini de sınıf mücadelesinin bir düzlemi olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Nitekim sanat, proletarya ve ezilenler açısından “sınıf mücadelesinin estetik araçlarla sürdürülmesi” olarak görülmektedir.
Aristoteles: Göçmeni Dışlayan Göçmen Filozof
Fiziksel dünyadaki gibi sosyal dünyada da, her şeyin birbiriyle bağ içinde olması diyalektik bir olgudur. Göçmenlik, ırkçılık, din ve milliyetçilik doğal olarak birbirinden bağımsız değiller. Söylemeye bile gerek yok ki, maddi ilişkiler kültürel, entelektüel, düşünsel ilişkilerden de izole edilerek görülemez. Olgular seti olarak ortaya çıkan maddi süreçler kendilerine uygun kavram setini doğurur. Kavramlar kendini gerçekleştirdiği sırada, Marx’ın meta fetişizmine bağlı olarak vurguladığı üzere, değişime uğrar ve ideolojik bir boyut kazanır. Düşünce, bir ölçüde maddi süreçlere yabancılaşarak ortaya çıkar. Bu yabancılaşmaya en büyük filozoflarda bile rastlamak mümkündür. Kendisi de Atina’da bir yabancı/göçmen statüsünde olan Aristoteles’in göçmenleri aşağılaması, onları vatandaş konumundan uzakta görmesi ve demokrasi dışına atması başka nasıl açıklanabilir?
Antik Yunandan verdiğimiz bu örnek ırkçılığın göçmenlikle ilgisini göstermesi, tarihin en eski dönemlerinden beri var olduğunu ve düşünceyi nasıl da kuşattığını göstermesi bakımından önemlidir. Biraz abartarak bile diyebiliriz ki, Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi düşünürler göçmenlik çağında Yunan egemen sınıflarının sözcüleri olmuştur. Ana akım felsefe tarihi gibi sanat ve edebiyat tarihini izlediğimizde de durumun farklı olduğu söylenemez. Homeros ve Hesiodos gibi sanat insanlarında, Aiskilos veya Sophokles gibi trajedi yazarlarında da emekçiler lehine pozisyon bulmak mümkün değildir. Eğer böyle eserler var idiyse bunların da ana akım sanat tarihi bakımından “elendiğini” düşünebiliriz. Komedi yazarı Aristophanes veya “ben insanım, insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” diyen Terentius birer istisna sayılır mı, bilemiyorum.
Irkçılık İlkin Kölelere Uygulanır
Irkçılığın temellerinin sınıflı toplumla birlikte atıldığını, bu dönemde aynı zamanda göçmenlerin, yabancıların, kadınların, siyahilerin, daha da önemlisi emekçilerin, düşürüldüğünü görüyoruz. Birinci dönem dediğimiz bu çağda köleler, tüm bu düşürülmüşlerin en altındaki temel sınıfsal kategoriyi oluştur. Sorun, kendisini bu yüzden sınıf sorunu olarak ortaya koyar. Buna göre politik veya hukuki “düzeltiler” ya da “iyileştirmeler” ırkçılık sorununu çözmeye yetmeyecektir. Çünkü tarihsel sürece bakıldığında, insanlığın ilerlediği varsayıldığı süreçte ırkçılık daha da artmış ve sistematik hale gelmiştir. İkinci dönem diye düşündüğümüz ve hatta Erasmus, Montaigne, Cervantes gibi sanat ve edebiyat adamlarının hümanizm dediği çağda ırkçılık yeni bir boyut kazanmıştır.
Kilise de boş durmamıştır. Amerika’nın “keşfi” nedeniyle gündeme gelen Kızılderililerin, ruhları olmadığı iddia edilerek onlara her türden uygulama yapılabilir denilmiştir! Bu anlamda ırkçılık dinciliğin ikiz kardeşi olur. Yahudiler diğer dinlere mensup toplumları aşağılarken her din kendisinden olmayan dinleri ötekileştirir, düşmanlaştırır. Mesela Türk-İslam sentezinden ibaret olan resmi ideolojiye göre her insan Türk ve Müslüman doğar!
Coğrafi Keşiflerle Gelen Irkçılık
Coğrafi keşifler deyince 15. ve 16. yüzyıl akla gelir. Portekiz, İspanya keşiflerin başını çekmiştir. Elbette bunlar, dönemin düşün ve sanat insanlarının sandığı ve iddia ettikleri gibi masum gelişmeler değildir. “Felsefe merakla başlar” klişesi nasıl ki inandırıcı değilse keşiflerin merakla başladığını ileri sürmek de egemen sınıfların, kitleleri ve dünya halklarını kandırmak için uydurdukları bir yalandır. Bunun da etkisi olmuş olabilir ama esasen sermayenin çıkarı, erken pazar arama, hammadde elde etme ve aynı zamanda insanlar gibi doğayı da sömürmek için girilen bir işgal ve yağma hareketidir. Bu sosyal ve iktisadi ilişkileri ve gelişmeleri estetize etmek üzere eserler yazan Shakespeare, Cervantes ya da Rabelais gibi “büyük sanatçıları” överken dikkatli olmak ve sorgulayıcı olmak gerektiği de ortaya çıkmaktadır.
Keşiflerle birlikte ırkçılığın ikinci döneminin temellerinin atıldığını söylüyoruz. Bilhassa Amerika kıtasının keşfi (gerçekte işgal, hırsızlık ve yağma diye okuyun) ticaret burjuvazisi için yeni olanaklar demektir. Kızılderililer imha edilir. 17. yüzyılın büyük filozofları, diyelim ki liberalizminin kurucusu, en büyük ismi J. Locke, Kızılderililerin insan olmadığını, sömürülebilir, öldürülebilir olduğunu söylemiştir. Tıpkı Aristoteles’in köleleri insan görmemesi gibidir. Irkçılıktaki ten renginin belirleyiciliği de sanırım bu dönemde ortaya çıkmıştır. “Filozoflar” için önemli bir fark bulunmuştur. Beyaz derililere karşı Kızılderililer vardır. Bu dönemde Afrika da hızla köleleştirilir.
Amerika’da çalıştırılmak üzere köklerinden sökülen insanlar, basitçe göçmen olarak görülemez artık. “Hümanizm” insanlık tarihine çirkin yüzünü bu koşullarda dayatır; bilim, sanat, politika, felsefe “modern” sıfatlarıyla bu “ilerlemelere” eşlik etmektedir. Beyazlara karşı kızıl ve siyah renkliler vardır. Burjuvazinin ideolojisi olarak entelektüel dünyayı egemenliği altına alan hümanizm, aydınlanmacılık, ansiklopedik faaliyetler ve bir bütün olarak liberalizm, emekçi konumunda olan halkların aşağılanmasını meşru hale getirirken büyük bir fonksiyona sahiptir. Dolayısıyla günümüzde savunduğumuz düşün ve sanat anlayışı bunun tam tersini savunmakla ve her türden emek sömürüsü başta olmak üzere ırkçı, milliyetçi, cinsiyetçi düşüncelere karşı estetik ve ideolojik bir mücadele yürütmekle mükelleftir.
Felsefe, Filozoflar ve Irkçılık
Birinci ve ikinci ırkçılık döneminde egemen sınıflar için aşağı ırk, bir bakıma azınlık durumunda olan dinlerdi. Yani ezen din için ezilen din (genellikle azınlıktır) aşağıdır, meşru değildir, sömürülmesi, dışlanması, düşürülmesi normaldir! Dolayısıyla imparatorluklar zamanında Türk, Kürt, Alman, Fransız olmanın çok da önemi bulunmuyordu. Sömürü ve savaş politikalarında etnisite değil din belirleyici oluyordu. Sanayi toplumu ve modern dönemle birlikte ötekileştirme anlamında ırkçılık ten rengi, biyolojik farklılık ve giderek de ırkla birlikte kültürel farklılıklar (milliyetçilik) etkili oluyor.
Emperyalizm ve proleter devrimler çağında ezilen dinler, yerini ezilen uluslara bırakmış gibi görünmektedir. Bu somut süreçlerin, düşün, sanat ve edebiyata yansıması da peşinden geliyor. Örneğin Antik ve özellikle Ortaçağ’ın resmindeki kutsal şahsiyet ve imparatorların yerini, seküler şahsiyetler alıyor. Buna mukabil düşün, sanat ve edebiyat eserlerinde yok sayılan emekçiler, eserlere girdiğinde de ikincil karakterler, tali figürler olarak betimlenir. Ezilen halklar, cinsler, uluslar aşağılanır bu süreçte. Avrupa merkezli kültürlerce (oryantalizm) her çağda kendilerinden olmayanlar öteki damgasını yemektedir.
Gelişmelerin bilim, felsefe, sanat ve edebiyatını yapanlar ise burada bir “sorun” görmezler. Hegel’in felsefesinde Hıristiyan ve Cermen halkları, dünyanın en ileri halkıdır; çünkü geist özgürlüğüne Avrupa dünyasında ve 19. yüzyılda ulaşmıştır. Aydınlanmanın sanat ve edebiyat adamları için de durum farklı değildir. Köle tüccarları arasında yer olan “özgürlükçü” Voltaire’e göre akılsız halkları, sanat ve edebiyat yoluyla “yola getirmek” gerekiyor. Amerikan Anayasası’nın “devrimci demokrat” maddeleri de Locke’un “liberal” görüşlerinden etkilenen ve yine bir köle taciri olan “Büyük düşünür” T. Jefferson tarafından kaleme alınmıştır.
Rousseau ise bir hizmetçiden olan beş çocuğunu bakım yurduna vererek oturup ünlü “Emile” adlı pedagoji (eğitim felsefesi) kitabını yazmıştır. Görüldüğü gibi kaleminden kan damlayan nice “düşünür” “sanat adamı” ve “edebiyatçı” bugünkü ırkçılığın gelişiminde ve günümüze kalmasında üzerlerine düşeni yapmışlardır! Milli eğitim, milli sanat ve edebiyat yoluyla ulus devlet de hem inşa edilmiş oldu hem de oluşan bu ulus devletler kendinden olmayanı ötekileştirmede büyük rol bir oynadı. Emperyalizm döneminde ise bu politikaların sonuçları daha da olgunlaşmıştır.
Sınıf Teorisi ve Kimliksel Talepler
İki paylaşım savaşı nedeniyle göçlerin dalgalar halinde yaşanması unutulur gibi değil. Sonraki bölgesel savaşlar döneminde de göçmenlik sürekli bir olgu olarak Doğu’dan Batı’ya; Kuzey’den Güney’e tüm kürede etkili olmuştur, halen de olmaktadır. Neden bellidir: Emperyalizm. Emperyalizm çağındaki milliyetçi ve ırkçı ideolojiler kaba biçimleri yanında gizlenmiş ve incelmiş şekilleriyle de gündelik yaşamda, sanat ve edebiyatta varlığını sürdürüyor. Tüm bunların Marksist siyaset teorilerine yansıdığını da unutmamak gerekiyor. Sınıfsal talepler ile kimliksek talepler kendilerini birlikte var etmektedir. Diyelim ki ülkemizde Kürt sorunu önemli bir kimliksel mesele olarak vardır. Bununla birlikte temelinde sömürü ve emek-sermaye çatışması bulunduğunu da unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla sınıf teorisi (komünist teori), emperyalizm çağında sınıf siyaseti ile kimlik siyaseti arasındaki diyalektiği görmezlikten gelemez.
Eklemek gerekir ki bu diyalektik ilişkide sınıf siyasetinin bir adım önde olduğunu söylememize engel yoktur. Maocu bir jargonla söylersek sınıfsal olan, emek-sermaye çatışmasında bunun temel olduğu, kimliksel siyasetlerin tümünün veya içlerinden birinin konjonktürel olarak baş sorun halini aldığı anlar olabilir. Kimliksel talepler, sınıfsal taleplerden farklı olmaları yanında konjonktürel de olabilirler. Böyle olmakla birlikte, kimliksel olarak ezilenler içinde ekonomik olarak iyi durumda, hatta sömürücü durumunda olanlar da bulunabilir. Göçmenlerin tümünün emekçi olmaması, kadınların tümünün ezilen pozisyonunda olmaması gibi…
Bu anlayışa bağlı olarak göçmenliği geniş ve dar olmak üzere iki şekilde değerlendirmekte fayda var. Geniş anlamda düşündüğümüzde yeryüzündeki herkes göçmendir. Burada konumuz olan dar anlamda göçmenliktir. Çünkü çoğu zaman ırkçı ve milliyetçiliğe maruz kalan kesimler dediğimizde dar anlamda göçmen dediğimiz kesimi kastederiz.
Irkçılığa Karşı Proletaryanın Yükselişi
Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde Avrupa’da ortaya çıkan modern devletler zamanında ırkçılığın temel motivasyonu ucuz emek gücü sağlamak olmuştur. Göçmen işçilerin kapitalist merkezlere zorla veya gönüllü olarak mobilize olması/edilmesi de bu sürece her zaman eşlik etmiştir. Çok övülen hukuk devletlerinde ve demokrasinin beşiği sayılan Amerika, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinde bilhassa siyah olanlar öteki muamelesi görmüştür. Amerika’da bir siyahinin hangi parkta, hangi çay bahçesinde oturup oturmayacağı, bir sinemada önde mi arkada mı olacağı bile büyük bir reel ve hukuki sorun olmuştur. Doğaldır ki buna aykırı olarak ırkçılık karşıtı mücadele de, sınıf mücadelesinin bir bileşeni olarak var olmuştur.
Irkçılık, 1850’lerden itibaren özellikle Amerika ve Avrupa’da proletaryanın yaşama ağırlığını koyması üzerine geriletilmeye başlanmış ve kapitalizmin tekelci aşaması denilen emperyalizm çağında da hukuki olarak geriletilmiştir. Amerika ve Avrupa’da ırkçılık her ne kadar emperyalizmin birinci dönemi diyeceğimiz 20. yüzyılın başlarında geriletilse de, Türkiye gibi ülkelerde “muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur” deyişinde de görüldüğü üzere, sürmüştür. 1930’lu yıllarda bizim gibi ülkelerde ve Avrupa’da (İtalya, Almanya) ırkçılık artmış, faşizmle birlikte kendini gösterince ona karşı mücadele de, yine sınıf mücadelesinin bir bileşeni olarak ön plana çıkmıştır. Birazdan ayrıntısına değineceğim.
Irkçılık ve faşizm bazı düşünürlerin de (E. Ballibar) belirttiği gibi emperyalizmin ikinci döneminde (1950-60 sonrası) daha görünmez, gizli ve sinsi yollarla varlığını sürdürmüştür. Yani hukuki ve yasal olarak ortadan kalkmakla birlikte her an ortaya çıkmak üzere bir potansiyele dönüşmüştür. Dile, kültüre, felsefeye, sanat ve edebiyata içkin hale gelmiştir. Son on yıllarda ortaya çıkan minör edebiyat ve yeraltı edebiyatı gibi akımları, ırkçılığa bir tepki edebiyatı olarak okumak mümkündür.
Demek ki emperyalizmin erken evresinde sınıf mücadelesinin gelişkinliği ve özellikle de Sovyetik yönetimlerin ortaya çıkmış olması ırkçılığı önemli oranda geriletmiştir, faşizmle birlikte onun yasalarda suç sayılması neticesini getirmiştir. Sovyetik rejimlerin gerilemesi ve tamamen yıkılmasından sonra (1989) yeniden adım adım geliştiği, gizli olmakla birlikte savaşlar, yoğun göçler sırasında daha da arttığı tespit edilmektedir. Dolayısıyla onu ortadan kaldıracak olan da, karşıt liberal teorilere rağmen, proletarya enternasyonalizmi olacaktır.
Sanatlar, Bilimler ve Irkçılık
“Göçmenlik, sanat ve ırkçılık” bağlamında sanat ve edebiyatın, keza felsefenin ve politikanın masum (nesnel/tarafsız) olmadığını söylediğimiz gibi bilimin de masum olduğunu söyleyemeyiz. Önceleri (17. yüzyılda) fizik bilimleri (fizik, kimya, biyoloji), peşinden de (19. yüzyılda) sosyal bilimler (sosyoloji, antropoloji, psikoloji) ortaya çıktı. Fizik ya da doğa bilimleri erken kapitalizm dönemine karşılık gelir. Geliştirdiği doğa bilimleri, astronomi ve teknoloji, gemi, pusula, teleskop… yağma, sömürge ve işgal amaçlı “keşiflere” uygun bir temel yaratmıştır.
Sosyal bilimler ise “keşfedilen” toplumlardaki insanları, ilişkileri, kültürleri tanımada fonksiyonel olmuştur. Örneğin burjuva ideolojisinin kumanda ettiği antropoloji (insan bilim) insanların değişik ırklardan geldiğini, siyah, sarı, beyaz biçiminde özsel insan toplulukları olduğunu “kanıtladıktan” sonra beyaz ırkın en üstün insan olduğuna karar vermiştir! Burjuva hukuku ve yasaları da işte bu “bilimsel” bilgilere paralel olarak icat ve inşa edilmiştir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, nasıl ki milliyetler milliyetçi ideolojilerin bir ürünü olduysa ırklar da ırkçı ideolojilerin bir ürünü olmuştur.
Sınıflar var olduğu sürece bilimlerin nesnel olduğunu ileri sürmek mümkün görünmüyor. Biyoloji ve sosyal bilimlerin bütün verileri üstün ırkın olmadığını kanıtladığı halde sermeye, mutlak bir bahane buluyor, bilimsel gerçekleri manipüle edebiliyor. Çünkü sermaye ve emperyalizm artı değer (kar) elde etmeden, sömürmeden var olamıyor. Eğer Amerikan emperyalizmi, sömürecek siyah ya da Latin bulamasaydı, beyazların bir kısmını siyah durumuna sokarak sömürü yapmaya devam edecekti (Immanuel Wallerstein).
Türkiye’de Antropoloji ve Irkçılık
Türkiye’ de 1920’lerde kurulan ırkçı-faşist yönetim giderek Türk ırkını ve Türk milliyetçiliğini yaratmıştır. Bunun bilimsel, antropolojik, sosyolojik kaynağı da ırkçı ve milliyetçi ideolojilere temel teşkil eden feodal üretim biçimleri ve özellikle de sermaye (kapitalizm) olmuştur. Görülüyor ki, ülkemizin tarihi antropolojik çalışmalar açısından “zengin”dir. 1930’lu yıllarda faşist diktatörlüğe paralel olarak ırkçı düşünceler de çok yükselmiş ve en yüksek ırkın Türkler olduğuna karar verilmiş ve “ne mutlu Türk’üm diyene” biçiminde özdeyişler türemiştir. Bunların ders kitaplarına girmiş olması da ayrıca düşündürücüdür.
Bu noktada Mustafa Kemal ve resmi ideolojinin “bilim” kadını olan Afet İnan’a da değinmek zorunlu görülüyor. Mustafa Kemal, ırkçılığın revaçta olduğu yıllarda siyaset sahnesine girmiş ve ırkçı teorilerden çok etkilenmiştir. Batılı ırkçı teorisyenler beyaz ırkın ve Avrupa ırkının “saf” ve “aryan” olduğuna vurgu yaparlar. Mustafa Kemal de bu görüşleri adeta Türklere uygular. Önemli bir ırkçı teorisyen olarak Ulus gazetesinde takma isimle ırkçılığa temel teşkil edecek tezler yazar. Bu tezlere; Türk tarih tezine, Güneş dil teorisine bakılırsa dünyanın kökeni Türklerdir, Aryan ırk Türk’tür, tüm diller Türkçeden türemiştir, tüm medeniyeti Türkler yapmıştır. Sümerler, Hititler, Grekler, Hint-Avrupa halkları da Türk’tür. Görülüyor ki, her ulus devlet gibi Türkiye de Mustafa Kemal şahsında bir ırk ve bir de ırkçı lider yaratmıştır.
Mustafa Kemal’in ırkçı teorilerinin izini süren ve bunları kanıtlamak üzere “bilim kadını” sıfatıyla antropolojik çalışmalar için Türkiye’nin “büyük antropolog”u, Afet İnan görevlendirilmiş. İnan da Türklerin, özel ve üstün bir tür olduğunu İsviçreli ve Avrupalı önde gelen “bilim” adamlarından yararlanarak kanıtlamıştır! Bunun için binlerce kafatası incelediği, kendince birçok ırkçı sonuçlara vardığı sır değildir. Bu çalışmalar, milliyetçi ekol içindeki Zeki Velidi Togan ve Fuat Köprülü gibi milliyetçiler tarafından bile reddedilmiştir. Bu retlere rağmen Mustafa Kemal ve Afet İnan’ın başını çektiği ırkçı tezler Nihal Atsız başta olmak üzere (önceli Ziya Gökalp) 1940 kuşağının milliyetçi/ırkçı edebiyatçılarını da büyük oranda etkilemiştir. Demek ki “milli” sanat ve edebiyat gibi modern bilimler de “milli” bir özellik taşımaktadır.
Küreselleşme, Irkçılık ve Şiddet
Irkçılığın görüldüğü sahanın, günümüzde bir hayli genişlediğini ileri sürmek mümkündür. Küreselleşme denilen uygulamalar aracılığıyla ırkçılık, yerkürenin tümüne yayılmış durumda. Küresel ırkçılıktan söz etmek yanlış olmaz. En ince biçimiyle düşün ve sanat etkinliklerinde varlığını sürdürmektedir. Yine de ırkçılığın, en kaba tarzının modern ordu ve polis güçleriyle tatbik edildiği anlaşılmaktadır. Bizim ülkemizde ırkçılığın gücünü ve boyutunu, Arap, Ermeni, Rum, Kızılbaş/Alevi özelikle de son süreç itibariyle Kürtlere, Suriyelilere uygulanan linçlerden, linç girişimlerinden anlıyoruz. Amerika’da ise G. Floyd’un bir polis tarafından nefessiz bırakılarak katledilmesini örnek verebiliriz.
Her ne kadar insan hakları, hukukun üstünlüğü ve hümanizm türünden edebiyatlar yapılsa da ırkçılığın giderek yükselme eğilimi gösterdiğini tespit etmek zor değildir. Son on yıllarda, ortaya çıkan yüz milyon göçmenden söz ediliyor. Suriye’den on milyonlarca insanın yurtlarından edildiği, Ukrayna’da daha savaşın ilk yılında on milyon göçün gerçekleştiği söyleniyor. Dolayısıyla günümüzü “göçler çağı” olarak değerlendirmemiz için yeterince nedenimiz bulunuyor. Göç ve ırkçılık diyalektiğinden söz ediyoruz; çünkü ırkçılık günümüzde en çok da göçmenlere uygulanmaktadır.
Modern dönemin ordu ve polisi derken de bunları, sermayenin silahlı, form kazanmış yaratıkları olarak görmek gerekiyor. Yoksa ırkçılıktan asker ve polis sorumludur denilemez. Çağımızda ve ülkemizde asıl sorumlu burjuva bilim, sanat ve edebiyat dünyası da değildir (bunlar dolaylı unsurlardır, sevk ve idare edenlerdir). Temel etken sermaye ve kapitalist-emperyalist sistemin kendisidir. Göçmenliğin doğal hale gelmesi ve sanatın özgür bir dünyayı yansıtması ve her türden ırkçılığın ortadan kalkması sermayeciliğin yani sınıflı toplumun yok edilmesiyle, eşitlikçi bir dünyanın kurulmasıyla mümkündür.
Emperyalizm, Kültür-Sanat ve Irkçılık
Irkçılık ve sanat denildiğinde emperyalizm ve sömürgeciliğe paralel olarak kültür emperyalizmi olgusu da kendini var eder. Egemen kültür, “asil kan”, “üstün ırk” olarak kendini dayatır; fiziksel ve ideolojik güçlerle bunu kabul ettirip meşru hale getirir. Sömürge, yarı sömürge konumunda olan toplumların felsefesi, filozofu, sanat ve edebiyatı hatta bilimi bile küçümsenir, bazen de manipüle edilir. Yine halkların değerleri, bazen görmezden gelinir bazen de “yok” kabul edilir. Emekçinin ve bilhassa ezilen ulustan birinin cesedi bile düşmandır. Tabutla, kutuyla torbayla sahibine verilir. İnsanın (Hacı Lokman, Hakan Arslan) cesedine, cenazesine de saygı gösterilmez.
Antikçağ’daki köleliğin, emperyalizm koşullarında da devam ettiğini söylemek yanlış olmaz. Köle ölünce çöpe atılacak bir varlıktır. Köle (emekçi), insan sayılmadığı için cesedi hayvan cesedi muamelesi görürdü. Kin ve nefret budur. Üstelik bunlar ezilen sınıf konumunda olan toplumlardaki akademilerde, eğitim kurumlarında, bilim ve politika dergilerinde savunulur ve günümüzde de savunulmaktadır. Ana akım sanat ve edebiyat düşüncesi de bunun taşıyıcısı olur, kültür sanat dergileri buna hizmet eder. Sömürge kültürüne uygun söylemler eksik olmaz. Örneğin “bizden filozof çıkmaz” denilir; Batı standartlarında sanat ve edebiyat üretimi yoktur, özgün bir siyaset teorisi yoktur!… Bu ezilmişlik ve ötekileştirilme durumunda örneğin Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ruhi Su, Yılmaz Güney, Muzaffer Oruçoğlu gibi değerlerimiz de buharlaştırılır.
Sanat ve düşün insanlarının özgünlüğüne, saygınlığına derinliğine de emperyalist kültür kuruluşları (örneğin Nobel) karar verir. İnsanlığın değerleri olan kültür, sanat ve edebiyat eserleri de Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkelerin müzelerinde toplanır ve onların uygun bulduğu formlarda ve zamanlarda sergilenir. Aynı kültürel emperyalizm Kürt, Kürtçe, Ermeni, Ermenice gibi soykırıma maruz kalan halkların adlarının değiştirilmesine itiraz etmez. “Affedersiniz Ermeni” ifadesindeki nefret söylemini de görmezden gelir.
Sosyal Darwinizm ve Öjeni Teorileri
Siyahlık köleliğin, beyaz ise özgürlüğün simgesi olarak betimlenir! Doğal bir olgunun toplumsal süreçlere transfer edilmesi anlamına gelen bu düşünce tarzı (Sosyal Darwinizm), elbette insanın doğuştan getirdiği bir düşünme yöntemi değildir. Sınıflı toplum içine doğan insanların, bu toplum içinde edindikleri mantıktır. Baştan beri de vurgulamaya çalışıldığı gibi bu anlayış, toplumun sınıflara ayrışmasıyla başlamıştır. İnsanların değişik kategorilerde değerlendirilmesi, esasen toplumun farklı sınıflara bölünmesinin bir neticesidir. Toplumun bir kesiminin dışlanması, küçük bir azınlığın çıkarını meşrulaştırmak için yapılmaktadır. Bu biçimiyle ötekileştirme yalnız emperyalizm döneminin ürünü değil, en eski çağlardan beri var olan bir sorundur.
Günümüzde siyahın, kızılın, sarının aşağılanmasına benzer şekilde Platon da toplumu değişik türlere ayırmıştır. Platon aristokratların altın soyundan, tüccarların gümüş soyundan, daha alttakilerin demir soyundan olduğunu belirtirken köleleri de insan saymıyordu. Ayrıca Platon, engellileri ise kurmayı düşündüğü ütopik devlette uçurumdan aşağıya atıp yok etmeyi tasarlıyordu.
“Toplumsal temizlik” ideolojisinin günümüzdeki karşılığı öjeni teorileridir. En bilinen örneğine Hitler’in pratiğinde rastlıyoruz. Altı milyon Yahudi’yi soykırıma uğratmakla kalmıyor ayrıca fiziksel ve ruhsal engellileri de aryan ırkın gelişmesinin ve yalınlaşmasının önünde engel olarak gördüğü için tümünün imhasına başvuruyor. Aynı süreçte eşcinsellerin de (LGBTİ) adeta kılıçtan geçirildiği biliniyor. Sepencer ve Russel gibi ilerlemeci “bilim” adamları da bu uygulamanın bilimini ve felsefesini yapıyor.
Nüfusu kontrol altına alma, sermayenin ihtiyaçlarına göre planlama, modern devletlerin bir yapısal özelliği olmuştur. Sağlık, eğitim, asker ve vergi sistemleri eskisine göre daha planlı yapılacak ve “lüzumsuzlar”ın, “lanetliler”in dışlanması gerekecektir! Sürgüne gönderme, zorunlu iskan değişikliği de modernizmle gelmiştir. Nüfusu azaltmaya bağlı teoriler serbest rekabetçi kapitalizm döneminde de gündeme getirilmiş (Malthus) ama sınıf teorisinin tepkisi ve proletaryanın mücadelesiyle geri püskürtülmüştür. Asıl failin nüfus ve halklar değil sermaye sisteminin kendisi olduğu savunulmuştur.
Sanat ve Edebiyat Değiştirmek İçin Vardır
Ülkemizde şimdilerde birçok sosyal teorinin sorunu Suriyeli, Afganlı… göçmenlerin sayısının artışında görmesi gerçekleri yansıtmıyor. Sorun sistemin değiştirilmesindedir. Düşün ve estetik çalışmaların da bunu dikkate alması elzemdir. Bu yüzden Marx’ın dünyayı yorumlamaya değil değiştirmeye yönelik belirlemesi bizim için de yol ve bilinç açıcı olabilir. Bu anlayışa bağlı olarak onun filozoflar için söylediği cümleyi sentaks ve semantik bir değişikliğe uğratarak diyebiliriz ki şimdiye kadar sanat ve edebiyatçılar, dolayısıyla estetik yayınlar dünyayı yalnızca yorumlamakla yetindiler oysa esas mesele dünyayı değiştirmektir. Buna göre günümüzde sanat ve edebiyat yayınları böyle bir rol oynadıkları oranda manalı ve değerli olacaktır denilebilir. Aksi halde genişletilmiş yeniden meta üretimine bağlı olarak, yaşananları tekrar tekrar üretecek ve ırkçılığın ömrünü uzatmak zorunda kalacaktır.
Irk ve etnik ayrımcılık nedeniyle dünya halkları, emekçiler ve enternasyonal proletarya ayrıştırılmak ve hatta birbirine düşman yapılmak istenir/isteniyor. Bu durum kültür dünyasında da karşılığını bulmaktadır. Devrimci ve sosyalist bir sanat ve edebiyat göçmenlik, etnisite ve ırkçılık üzerinden gelen saldırılara karşı bir direnç geleneğinde oluşur ve “militan edebiyat” diyeceğimiz bir çizgiyi temsil eder. Bu çizgide üretilen toplumcu-gerçekçi sanat ve edebiyat bir bakıma sınıfsal, ırksal, cinsel ve etnik saldırıların bir anti tezi olarak var olur.
* Sancı Dergisinin Kasım -Aralık 2022 Tarihli Sayısında Yayınlanmıştır.