Dünyayı kavrama ve değiştirme söz konusu olduğunda sınıflı toplumun doğasına uygun olarak birden çok bakış açısının birbiriyle yan yana durduğu ve çoğu zaman da karşıtlık ilişkisi içinde bulunduğu gözlerden kaçmaz. Bu haftaki panel kapsamında iki bakış açısının özgünlüğünü, birbiriyle ilişkisini ve karşıtlığını belirtmek şimdilik yeterli olacak sanırım. Bunlardan ilki antroposantrik bakış açısıdır ki, buna felsefi antropoloji dersek temsilcisinin de Feuerbach olduğu ileri sürülebilir. Sosyalsantrik bakış açısı ise bizi toplumsal felsefelerin içine taşır. Bu alanda öncelikle adları anılması gereken filozofların Marx ve Engels olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz.
İnsan Merkezlilikten Toplum Merkezliliğe
Ankara’da TÜM BEL SEN (Kızılay) salonunda gerçekleştirilen panelin organizasyonunu Özgür Sanatçılar Derneği yaptı. Bu yazıda toplantıdaki sunumların içeriğine ilişkin birkaç noktaya değinmek ve bazı kesitleri, konuyu merak edenlerle paylaşmak ve sosyal medyada da tartışmaya açmak istiyorum. Konu başlığımız Marksizmin Din Felsefesi olmasına rağmen daha çok klasik Marksizm de diyeceğimiz Marx ve Engels’in görüşlerine yoğunlaşıldı. Panelist bileşeni İlahiyat profesörü Bilal Sambur’un Feuerbach’ın din felsefesini, sanki Marx’ın din felsefesiymiş gibi sunması ilk olarak hatırlatılması gereken bir husustur. Bu çerçevede itirazlarım oldu.
Yine de ilahiyatın içinden gelen bir akademisyen ve İslam entelektüelinin Marx ve Marksizmin din anlayışına ilişkin yaptığı olumlu değerlendirmeler de not edilmesi gereken bir başka husustur. Konuşmacının olumlu söylemi bir yana, benim çıkış noktamda ise Marx ve Engels’in din felsefesinin yalnızca Feuerbach’tan ayrı olmadığı aynı zamanda B. Baure, M. Stirner ve D. Strauss’tan da farklı olduğu düşüncesi yer alıyordu. Böylece ortak yanların yanında farklı yönleri öne çıkararak karşıt düşüncelerin çatıştığı bir dinamik program oldu denilebilir.
Feuerbach ve Marx arasındaki ilişkiden ve karşıtlıktan hareketle yapılan tartışmaları hem genelinde hem de özel olarak din felsefesi üzerinden düşünürsek önemli ayrımların var olduğu hemen göze çarpar. Feuerbach insandan hareket ettiği için toplum ve üretim ilişkileri, mülkiyet biçimleri gözden kaçmış oluyor. İnsan merkezli görüşlere hümanizm de diyebiliyoruz. Oysa insan merkezci görüşler gibi hümanizm de sosyalizm değildir. Dolayısıyla materyalist bir özellik taşıyor olsa bile insan merkezcilikte tarihsellik de bulunmuyor. Bu yüzden antroposantrizm olarak kavramlaştırdığım bu anlayış bir bakıma Marksizmin de karşısında duruyor.
Hegel ve Feuerbach’tan Marx’a ve Marksizme
Marx ve Engels’in, Hegel’in geist merkezli idealizmine karşı Feuerbach’ın felsefi antropolojisini tercih ettikleri bilgisi doğru olsa bile Marx ve Engels, bu anlayışı tarihsel materyalizm bakış açısına yükseltmişlerdir. Yani insandan değil onun da belirleyeni olarak toplumdan hareket etmişlerdir ki, bu toplum sınıflı bir nitelik taşımaktadır. Din de işte bu sınıflı toplumun bir ürünü olarak vardır. Yani Marx ve Engels için din, Feuerbach’ın zannettiği üzere insanın özü olmadığı ve insanın doğasından kaynaklanmadığı gibi bir takım “kötü niyetli” insanların bulduğu, uydurduğu bir hurafe veya afyon da değildir. Sınıflı toplumsal ilişkilerden dolayı ortaya çıkan hurafe veya afyondur. Ancak sınıfların ortadan kalkmasıyla son bulacaktır.
Marx’ın dini afyon metaforuyla açıkladığı doğru olmakla beraber aynı bahiste birçok düşünce birlikte dile getiriliyor. Bilal Sambur’un Marx’ın sözlerini alıntıladığı ve üzerine yorumlar yaptığı sanırım izleyicinin de dikkatini çekmiştir. Alıntılanan kısmı hatırlatmak isterim:
“Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.”
Birkaç boyutu olan bu ifadeler diyalektik düşünmeyen kesimler tarafından tek boyutlu ele alınıyor. Dinin kimi zaman yalnızca afyon olduğu öne çıkarılıyor, kimi zaman yalnızca protesto olduğuna vurgu yapılıyor, bazen de sevgisiz ve kalpsiz dünyanın sevgisi ve kalbi oluşu öne çıkarılıyor. Profesör Sambur ise “sevgi” ve “kalp” üzerinden giderek Marx’ın haklılığını söylüyor ki, bu durum gerçekliğin yalnızca bir boyutunu açıklamak ve benimsemek anlamına gelir. Din ve sınıf konusuna da bir açıklama getirmek gerekiyor.
Din, Sınıflı Toplumun Bir Sonucudur
Din de hukuk, ahlak ve felsefe türünden bir zihinsel etkinliktir. Ortaya çıkma koşulları benzerdir. Marx, sosyal temel üzerinde yer alan üstyapı kurumlarından söz eder. Bu yapı içinde sanat, felsefe, hukuk, ahlak, bilim gibi din de yer almaktadır. Düşüncenin alt ve üst yapıyı gerektirecek kadar ayrışması ve belirginleşmesi için toplumda bir sınıfsal ayrışmanın olması gerekir. Sınıfsal ayrışma ise üretimin ortaya çıkmasını ve toplumsal artı ürünün meydana gelmesini, birikmesini, yedeklenmesini gerektirir. Üstyapı kurumları işte bu biriken artı değeri sevk ve idare etmenin yollarını saptamak için vardırlar. Bu yüzden Marx ve Engels açısından felsefenin, hukukun, ahlakın olduğu gibi konumuz olan dinin de bağımsız bir tarihi yoktur. Bunlar ekonomik süreçlere bağımlı değişkenler olarak vardırlar. Demek ki komünal toplumlarda yalnızca düşünceden söz ettiğimiz halde sınıflı toplumda düşüncenin çeşitli formlar kazandığı anlaşılıyor.
Düşüncenin din formunda, sanat formunda, bilim ve felsefe formunda varlık kazandığını görüyoruz. Üretimin ilk olarak ortaya çıktığı coğrafya olarak Mezopotamya’yı görüyoruz. Mezopotamya sulak bir bölge olduğu için üretimin burada yetkinleştiği varsayımını dikkate emlak gerekir. Yalnız burası değil aslında tüm Akdeniz çevresini merkeze almak daha doğru olacaktır. Kültürel disiplinlerin su uygarlıklarından kaynaklandığını ileri sürmek yanlış olmasa gerek. Dicle, Fırat, Nil ve Akdeniz’in imkanları üretimin gelişmesinde toplumsal artı değerin birikmesinde merkezi bir rol oynamıştır. Dolayısıyla bilim ve her türden düşüncenin Sümer, Akad, Babil, Arap uygarlığıyla ilgili olması gibi dinlerin de bu halklarla ilgili olması manidardır. Dinlerin, artı değer ile olan ilişkisi diğer üstyapı kurumları için de geçerlidir.
Sınıfsız toplum (komünizm) koşullarında dinler gibi felsefe, hukuk, sanat ve diğer kültürel disiplinler bugünkü tarzlarıyla sönümlenirler. Bu sönme sürecinde elbette başı din, ahlak, devlet ve hukuk gibi disiplin ve kurumlar alacaktır: Sınıfla gelen sınıfsızlıkla gider. Geçerken söyleyeyim ki Alevi/Kızılbaş inanç toplulukları komünal toplumla bağlarını sürdürdükleri için devlet, aile, hukuk konularında uygar topluma mesafeli durmuştur/durmaktadır. Kendine özgü toplum anlayışı, hukuk biçimleri ve eşitlik ve özgürlük kuralları olduğu anlaşılmaktadır.
Marx ve Engels geç dönem çalışmalarında köylü toplumlarına yönelik de düşünmüşlerdir. Erken dönemde tarihsiz olarak niteledikleri birçok toplumda devrimci demokratik özellikler buldukları anlaşılmaktadır. Mesela Almanya’da savaşçı köylüleri övmüşler, Rusya’da Narodnikleri desteklemişler, İngiltere’ye karşı İrlanda’nın yayında yer almışlardır. Marx ve Engels biraz da tarihselciliğin etkisiyle olsa gerek dinin tarihinde de ileri unsurlar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu yüzden Marx’ın İslam ve Muhammed’in rolü konusundaki açıklamaları ilginç olabilir. Marks’ın 1881’de yazdığı “İslamiyet Üzerine” adlı yazısında şunları söylüyor:
“Bütün tek tanrılı dinler, kurulu düzene karşı oluştu, örgütlendi, gelişti. Arabistan çöllerinde inanılmaz bir yokluk, yoksulluk, yozluk vardı. Müslümanlık, bir ‘isyan bayrağı’ olarak doğdu. Murabaha sermayesi her yere, her şeye hakimdi. Tefeciler ülkenin insanını soyuyor, soğana çeviriyordu. Ama, fakirin, fukaranın, göçebenin, yoksulun ideolojisi yoktu. Kendisine şemsiye edeceği, kalkan olarak kullanacağı bir Felsefesi yoktu. Müslümanlık onu sağladı.”
Marx ve Engels her tarihsel dönemi bir öncekine göre ilerici olarak görme eğilime sahiptir. Elbette bir gerçekliğin (din, İslam) tarihsel olarak ileri olması etik, politik ve toplumsal eşitlik açısından da ileri olduğu anlamına gelmez. Burada Marx’ın mevcut durumda Müslümanların, Arap coğrafyasında ezilen bir halk olduğundan hareket edildiği anlaşılıyor. Bu durum, tarihi materyalist bakış açısına uygun olarak ekonomik ilişkiler içinde çözümleniyor. Yani din ve Tanrı ezeli v ebedi olgular değil tersine dünyevi olgular olarak açıklanmaktadır. Benzer düşünceleri Engels’te de görüyoruz.
“Sanırım senin Muhammed Devrimi’nin temel ögelerinden biri olarak gördüğün bir gerçeği, Muhammed’den önce Güney Arabistan ticaretinin mahvoluşu gerçeğini de, belirttiğim bağlamda düşünmek gerekiyor… İ.S. 200-600 yılları arasında Güney Arabistan Habeşler tarafından sürekli işgal edilmiş, yağmalanmış, boyun eğdirilmiştir… Genel ticari durumun neden olduğu bu çöküntünün yanısıra, doğrudan ve şiddetli ölçüde yıkıcı bir başka hareketin daha varolmuş olması gerekir ki, bu da ancak Etyopyalılar tarafından girişilen istila hareketleri olarak düşünülebilir… Arap ulusal bilincini, kuzeyden gelen ve neredeyse Mekke’ye kadar uzanan Pers istilası da kamçılamıştır. Müslümanlık ahlaken iflas etmiş kentli fellahlara karşı bir bedevi tepkisi niteliği taşımaktadır.” (Marx, Engels, Din Üzerine, S. 116).
Bu konuda Hikmet Kıvılcımlı’ ya da bir gönderme yapmak isterim. Kıvılcımlı’nın 15 Ekim 1957 yılında Eyüp Camii’nde yaptığı konuşma da Marx ve Engels’i anımsatmaktadır. Konuşmanın içeriğinde İslam dinini ve Muhammed’in tarihte ilerici bir rol oynadığı düşüncesi ileri sürülmektedir.
Marx’ın Düşünsel Evrimi
Marx’ın din felsefesini anlamak için çeşitli yollar izlene bilir. Bunlardan birisi de onun eğitim sürecini izlemek olabilir. Bonn Üniversitesi’ne başladığında ihtimal ki, dünyanın hukuk aracılığıyla iyileştirileceğini düşünmektedir. Hukukçu babanın da yönlendirmesi üzerine hukukta başlayan eğitim sanat ve edebiyat ayrıca şiire dek genişler. İki sömestri tamamlandıktan sonra genç Marx’ın düşünce yönteminde değişiklikler olduğu ortaya çıkar. Marx’ın, üniversiteye başlar başlamaz sanata ve şiire yöneldiğini, şiirler yazdığını babası ile olan mektuplaşmalardan anlayabiliriz. Daha sonra Marx’ın hukuktan da soğuduğunu yine babasına yazdığı mektuplardan anlıyoruz. Bu yazdıklarında Marx, hukuku çözdüğünü 350 sayfalık da hukuk üzerine notlar yazdığını söylemektedir. Dolayısıyla sanat ve hukuku Bonn’da noktalayan Marx’ın gözünde felsefeyle yola devam etmek en iyisidir. Bunun için üniversite bakılır Marx için.
Felsefenin kalbi 19. yüzyılda Almanya’da atmaktadır. Almanya ve felsefe deyince de Berlin Üniversitesi akla gelir. Hegel dahil olmak üzere yeni felsefe ekolleri Berlin’dedir. Marx’ın Berlin’de felsefe eğitimine başlaması, ona yalnızca felsefe doktoru diploması kazandırmakla kalmaz. Din felsefesi de dahil olmak üzere pek çok sosyal, politik, tarihsel, etik, epistemolojik sorunla da buluşmasına imkan sunar. Burada üzerinde durduğumuz din felsefesi esasen burada şekillenmiştir. Çünkü Feuerbach ve genç Hegelciler Berlin’de pek çok bakımdan yeni ufuklar açmışlardır. Başlangıçta Feuerbachçı olan Marx ve Engels, kısa süre sonra önce Hegel’den peşinden de Feuerbach’tan koparlar.
Marx ve Engels’in düşünce çalışmalarını felsefe de kesmeyince politikaya girdiklerini görmek zor olmuyor. Komünist Manifesto’nun yazarları olarak karşımıza çıktıklarını görüyoruz. 1848-1849 devrimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması üzere Marx’ın tekrar geriye çekildiği anlaşılıyor ve tüm geçmişteki eğitim uğraklarını gözden geçirdiğini görüyoruz. Sanat, hukuk, felsefe ve siyaset türünden kültürel kategoriler yerine ekonomik sosyal temele yönelme anlayışı gelişiyor. Yani hukuk, felsefe ve Manifesto’nun Marx’ından sonra Kapital’daki Marx’ı görüyoruz. Ona göre konumuz olan din ve teoloji de dahil bütün düşünsel, zihinsel süreçlerin temelinde ekonomik ve sosyal gerçeklik vardır. Bu ekonomik gerçeklik kapitalizmin ta kendisidir. Bunun analiz edilmesi ve toplumsal bir devrim yoluyla aşılması gerekir. Bu devrime de proletarya önderlik edecektir.
Ateizm Yerine Tarihsel Materyalizm
“Din Felsefesi” adlı kitabımda da üzerinde durduğum üç argümanı panelde de dile getirme ihtiyacı duyulduğu için tekrar vurgulamak isterim. Birincisi Marx ve Engels’in temellerini attığı klasik Marksizm ve sosyalizmin uygulanması anlamında çağdaş Marksizm açısından temel tez, dinin düşman olmadığı, asıl olarak dini ortaya çıkaran feodal ve burjuva ilişkilerin düşman olduğu tezidir. İkincisi Marx ve Engels’in sanıldığı gibi ateist olmadıklarını belirtmek gerekiyor. Çünkü Marksistler açısından ateizm de bir dindir. Nitekim kendilerine yöneltilen eleştirilere karşı Marx şöyle yazmıştı:
“1840-1850 arası, Louis Blanc eğilimli Parisli reformistler: dinsiz bir insanı ancak canavara benzetiyorlardı ve bize ‘öyleyse sizin dininiz tanrı tanımazlık’ diyorlardı.”
Marx ve Engels açısından din ile ilişki içinde ortaya çıkan anlayışlar da din özelliği taşımaktadır. Burada dinin ideolojik işlevine vurgu yapıldığı görülür ve sınıf meselesiyle de bağı kurulur. İnsanın ancak sınıfsız toplumda tanrısız ve dinsiz olabileceği düşünülür. Sınıf gerçeğinin olmadığı koşullarda teizm gibi ateizm de söz konusu olamaz. Bu anlamaya bakarak Marx ve Engels’i laik ve sekiler olara göstermek de yanlış olur. Çünkü laiklik ateizme oanla din ile daha da yakından bağlantılıdır. Dini ortadan kaldırmayı hedeflemez. Dini devlet ile ilişkilendirerek devletin tüm inançlara eşit mesafede kalmasını önerir. Bu yüzden de azilen inanç durumundaki dinler laiklik ilkesini ezen dine oranla daha hararetle savunur mesela ülkemizde Alevi/Kızılbaş topluluğu bu durumdadır. Halbuki, Türkiye Alevilerden ve diğer gayri Müslimlerden alınan vergilerle İslam dinine hizmet etmekte bir beis görmeyen laiklik anlayışına sahiptir. Laiklik, İslami kesimlerin iddia ettiği gibi dinsizlik de değildir. Dinin devlet yönetiminden ya da siyasal alandan ayrılmasını savunan bir anlayıştır. Sözü Marx’a bırakalım:
“Maddi olmayan yabancı gücün inkarı olarak ateizmin artık bir anlamı yoktur, çünkü ateizm, tanrının yadsınmasıdır ve bu yadsıma ile insanın varolmasını kabul eder; ama sosyalizm olarak sosyalizmin artık böylesi bir dolayıma gereksinmesi yoktur. O, öz olarak insanın ve doğanın teorik ve pratik duyulur bilinciyle başlar.” (vurgu Marx) (Marx, MEW Band 40, s.546).
Marx’a göre ateizm, boş soyutlama, soyut bir hümanizm, Tanrı’nın ve dinin soyut olumsuzlanmasıdır. Tekrar edelim ki, Marx, ateizmin negatif bir din olduğunu vurgulamaktadır. Engels, Marx’tan sonra da din tartışmalarını sürdürmüş, ateizme ve laikliğe karşı mücadele ederken komünizme dikkat çekmiştir. 1884’te Edward Bernstein’e yazdığı mektupta söyledikleri çok berraktır:
“Materyalizmin de idealizm gibi, her ikisinin de tek yanlı oldukları ve bunların daha üst bir birlikte bir araya getirilmeleri gerektiği konusu çok eskidir ve bu seni üzmemeli ve ateizmin, sadece bir olumsuzlamayı ifade ettiğini 40 yıl önce filozoflara karşı söyledik, yalnız şunu ekle: ateizm, sadece dinin yadsınması olarak ve sürekli dine dayanır, ki din olmadan kendisi hiçbir şeydir- bu yüzden ateizmin kendisi de hâlâ bir dindir.” (Engels, MEW Band 36, s.186).
Buna göre Marx ve Engels’i tanrıtanımazlık kelimesi karşılamıyor, onları karşılayacak doğru ifadelendirme materyalizm olmalıdır. Hatta onlara materyalist demek de yetmez. Zira her iki filozofun “tarihsel materyalist” olduğu genel kabul görmektedir. Demek ki ateist olmadıkları gibi yalnızca materyalist de değil, tarihsel materyalisttirler. Onların Hegel yanında ikinci olarak da Feuerbach’ın materyalizminden kopuş yaptıklarını şu sözlerinden anlayabiliyoruz:
“Feuerbach, materyalist olduğu zaman gündemine tarih girmez, gündemine tarih girdiği zaman da materyalist değildir. Feuerbach’ta tarih ve materyalizm tamamen birbirinden ayrılır.”
Üçüncüsü ise Marx ve Engels’in dine karşı savundukları mücadele biçimidir. Kendi açıklamalarından anladığım şu ki dine karşı mücadele yerini, kapitalizm koşularında, sermayeye karşı mücadeleye bırakmıştır. Felsefesi-ideolojik mücadelenin, somut koşullarda işlevi olmakla birlikte dine karşı şiddet, dini ve Tanrı inanışını güçlendirmekten başka bir işlev görmeyecektir. Marx, Fransız ihtilalcılarının, Paris komünarlarının dine karşı şiddet uygulamalarını tasvip etmemiştir. Keza Engels ve Lenin de Bismark’ın Almanya’da uyguladığı dine karşı şiddetin Katolikliği daha da derinleştirdiğini ve güçlendirdiğini yazmışlardır. Lenin’e göre:
“Engels Blanquistleri, sadece işçi kitlelerinin sınıf mücadelesinin, proletaryanın en geniş katmanlarını çok yönlü bir şekilde sınıf bilinçli ve devrimci bir toplumsal pratiğin içine çekerek, ezilen kitleleri gerçekten dinin boyunduruğundan kurtaracak durumda olduğunu, buna karşılık dine karşı savaşı, işçi partisinin politik görevi ilan etmenin anarşist bir lafazanlık olduğunu anlayacak durumda olmamakla suçlar.”
Kutsal Dinler ve Kutsal Olmayan Dinler
Marx ve Engels’in din üzerine yazdıkları metinlere bakıldığında, onların teizm yanında ateizmini de din olarak gördükleri gibi laiklik ve sekülerizmi de din olarak düşündüklerini anlamak zor olmuyor. Panelde resmi ideoloji içinden yapılan itiraz ve açıklamaları anlamak benim açımdan hiç de şaşırtıcı olmadı. Marx ve Engels’in yazdıklarından çıkartılacak bir sonuç olarak düşünmek gerekir ki, eski dinler ve yeni dinlerden söz ediyoruz. Marx iki terim kullanıyor: “Kutsal dinler” ve “kutsal olmayan dinler”. Kutsal olmayan dinleri anlamak için Marx’ın şu sözlerini anımsatmak isterim:
“İnsanın özyabancılaşmasının (kendi kendine yabancılaşmasının) kutsal biçimlerini bir kez ortaya çıkardıktan sonra, kutsal-olmayan biçimleri içindeki özyabancılaşmayı da ortaya çıkarmak, ilkin tarihin hizmetinde olan felsefenin görevi oluyor.”
Demek ki laiklik, milliyetçilik ve benzeri anlayışlar, felsefeler, inançlar kutsal olmayan dinler kategorisine giriyor. Nihayetinde sınıflar ortadan kalktığında yalnız kutsal dinler değil laiklik gibi kutsal olmayan dinler de ortadan kalkacaktır. Bu yüzden Marx’ın kullandığı “din eleştirisi dönemi sona erdi” belirlemesi son derece önemlidir. Dine kaynaklık eden kapitalizmin eleştirisi dönemi başlamıştır.
Eleştiri Silahından Silahların Eleştirisine
Marx ve Engels eleştiri konusunda da bir ayrım yaparlar. Onlara göre eleştiri silahının yerini artık silahların eleştirisi almalıdır. Çünkü dini yeni dinlerle (laiklik, aydınlanma, ateizm, bilimcilik, hukukculuk vs) alt etme olanağı yoktur. Bu çerçevede yapılan tartışmalar Marx ve Engels için skolastik tartışmalar olacaktır. Tarihsel materyalizmin kurucusu filozoflara göre bir maddi güç ancak devrimci bir maddi güçle alt edilebilir. Şöyle yazdılar: “Kuşkusuz, eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini almaz, maddi güç, ancak maddi güçle yenilebilir, ama teori de, yığınları sarar sarmaz, maddi bir güç durumuna gelir.”
Marx ve Engels’in düşünce dünyasında, bilhassa Manifesto sonrası dönmede, iktisat ön plana çıkmıştır. Üstyapıda ortaya çıkacak reformlar, yaşamın iyileştirilmesi, ücretlerin adil hale getirilmesi, hukukun üstünlüğü gibi anlayışlar terk edilmiştir. Düşün ve sanat disiplinleri, konumuz olan din yanında her türden sosyal birimler, ancak devrimci bir rol oynadığı sürece değerlidir. Kaldı ki kapitalizmin ve eski sistemlerin üstyapısı olarak işlev gören bu kurumlar kapitalizm çağında temel olarak toplumsal özgürlüklerin ve devrimlerin önünde bir engele dönüşmüş durumdadır. Felsefe, sanat, hukuk, devlet, sekülerizm, Aydınlanma ve demokrasi burjuvazinin denetimi altında olduğu müddetçe karşı devrimci bir rol oynamakta ve olası bir dünya devrimini geciktirmektedir. Din gibi laiklik, hukuk ya da felsefe ancak ve ancak “iyileştirme” işlevi için değil toplumsal bir devrimde rol oynadığı sürece değerlidir. Buna göre Marx ve Engels açısından düşün ve sanat disiplinlerinin içeriği de biçimi de değişmiş durumdadır. Dünyayı yorumlamakla yetinen felsefe gibi dünyayı yorumlamakla yetinen hukuk, sanat, bilim, siyaset ve konumuz olan din, lüzumsuz hale gelmekle kalmaz, bunlar toplumsal devrimin önünde engele dönüşür. Marx açısından burjuvazi demokrasi, Aydınlanma ve laiklik safsatalarıyla proletarya için araç olarak düşünülmesi gereken bu sermaye kategorilerini amaç haline getirmektedir. Bu yüzden Marx ve Engels açısından burjuva değerler ve kategorilerin insanlığı ilerleten yanları olmakla birlikte gelişmenin önünde engel olmaları daha belirgindir. İlerleten yan talidir, engelleyici rol esastır diyebiliriz. Toplumu yanıltan da tam bu noktadır. Burjuva değerlerin zararlı yanlarından ziyade yararlı yanları ön plana çıkar. Bunun ters algılanmasında her türden iletişim araçlarını, egemen düşünceleri sevk idare eden de sermayenin kendisidir.
Din Devleti mi Devlet Dini mi?
Tarihsel materyalizm, idealimin aksine sosyal dünyayı fikirlerin üstüne kurmaz; fikirleri, hukuku, ahlakı, dini devleti sosyal gerçekliğin üzerine kürar. Buna göre din devleti öncelemez devlet dini önceler. Devletin motivasyonu da mülkiyetçi sistemin kendisidir. Dinlerin farklılığı toplumların farklılığı kadardır. Doğu’daki devlerin dinsellikle ilgili olmasının nedeni Asya tipi üretim tarzında aranmalıdır. Doğu’nun hiyeratik krallıklarında din ve dünyevi lider aynı kişidir. Batı’nın polislerinde ise kısmen de olsa dini lider ile dünyevi lider birbirinden ayrılır. Yine de her iki gelenekte dinsellik dünyevi olanı izlemiş, devlet dinden önce kurumlaşmıştır. Dolayısıyla Marx’ın antik dinler son bulduğu için Antikçağ son bulmamıştır, tersine Antikçağ son bulduğu için Antik dinler son bulmuştur” biçimindeki tespiti oldukça öğreticidir. Böyle bir düşünme yöntemine göre felsefi, sosyolojik analizlerin maddi dünyadan hareketle yapılması gerektiği ortaya çıkıyor. Nihayetinde sosyal varlığımız belirleyen sosyal bilincimiz değil sosyal bilincimizi belirleyen sosyal varlığımızdır. Marx ve Engels açısından ekonomi yerine üst kurumlarından yola çıkarak yapılan tespitler bilimsel değildir. Bu anlayışı kendi tarihimize, Osmanlı-Türk toplumuna uygulayarak devam etmek istiyorum.
1300’lerde kurulan Osmanlı İmparatorluğu, yağma, talan ve ganimet ekonomisi üzerinden dünyada ön plana geçiş olmakla beraber tarımsal üretim ve ticaret yollarının avantajından dolayı ekonomik olarak iyi durumda olmuştur. b u iyi olma durumu 19ç yüzyıla kadar gelmiştir. Kapitalizmin Batıda gelişmesiyle adeta Batı’nın sömürgesi durumuna düşmüştür. Sorunu din ürerinden okuyan kesimler ve sosyal ve felsefi ekoller Osmanlının yükselişini ve düşüşünü din üzerinden anlamlandırmak istediği için yanlış sonuçlara varılmıştır. Çünkü din ekonomik ilişleri takip eden dinamik konumundadır. Daha doğrusu ekonomiye oranla statik bir konumdadır. Buna göre Osmanlının yükselişi gibi düşüşünün de din ile –doğrudan- ilgisi bulunmuyor. Kapitalistleşme sürecine geç girdiği için Batı’nın sömürgesi durumuna düşmüştür. Elbette yönetimin durumu, dine meyilli oluşu etkili olmuş olabilir. Fakat bunlar etki etmiş olabilir, belirleyen olmuş değildir. zira belirleyen Marx’ın din felsefesi açısından düşünüldüğün de ekonomi olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla “Osmanlı dinden uzaklaştığı için çöktü” biçimindeki tezi ileri sürüler yanılmaktadır. Aynı zaman da “Osmanlı dinden uzaklaşamadığı için yıkıldı” diyen tez de gerçekleri yansıtmaktan uzaktır.
Din konusunu tartıştığımız bu panelde meselenin aktüel boyutunu da belirtmeden olmaz. Soru şu: Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlıdan bir kopuş mudur yoksa onun devamı mıdır? Biz burada dile getirilen bu sorunun yanıtı yalnızca din üzerinden aramaya çalışmakla yetinelim. İmparatorlukla ulus devlet arasındaki en önemli fark, ilkinin dağınık, plansız ve disiplinsiz oluşudur; ikincisi ise tersine kurallı, planlı, disiplinli, kanunlu bir devlettir. Devlet adına en uygun u ulus devlettir, imparatorluk değildir. ulus devlet ki, kimlerin asker olacağını, erkeklerinin sünnetli olup olmadığını, kimlerin ne oranda vergi vermesi gerektiğini bilen, insanların kılık kıyafetini belirleyen, otoriter bir devlet olarak gündeme gelmiştir. Bu yüzden İslam dini Osmanlı zamanında genel ve gevşek bir tarzda uygulandığı halde cumhuriyetle beraber daha kurallı ve katı bir tarzda uygulanma imkanı bulmuştur.
Ülkemizde dindar kitlenin belli kesiminin cumhuriyetle birlikte dine baskı yapıldığı biçiminde bir düşünce olsa da gerçek bunun tam tersidir. Her şeyden evvel Türk ulus devleti, sömürge konumunda olduğu için halk ayaklanmalarına elverişli bir yapıdadır bu yüzden de kitleleri kaderciliğe yönlendirecek silahlara ihtiyaç duyar. Dinsel kurumlara belli bir disiplin ve standart getiren de ulus devlettir. Çok sayıda modern din kurumu açılmıştır. İlahiyat fakülteleri, camiler, imam hatip okullarına ve on binlerce din görevlisine ihtiyaç duyulmuştur. Daha önemlisi kutsal dinlerle yetinmeyen Türkiye gibi ulus devletler ayrıca kutsal olmayan dinleri de yürürlüğe koymuşlardır. Teolojiyle kadere yönlendirilemeyen kitleler nispeten modern bir değer olan milliyetçilik limanına sığınma eğilimi göstermişlerdir. Dolayısıyla Türkiye devleti cumhuriyet yönetimi ile birlikte iki dinli bir toplum haline gelmiştir. İki dinli toplum haline gelirken ezilen inanç pozisyonundaki dinlere karşı da asimilasyon politikaları uygulanmıştır.
- Özgür Sanat “Yaz 2022” sayısında yayınlanmıştır.