Hekim olmanın yanında hukuk ve insan hakları mücadelesi içinde olmuş, akademisyenlik yapmış birisi olarak tanınan Şebnem Korur Fincancı gözaltına alınmış. Toplumsal sorunlara duyarlılık gösteren birisine böylesi bir müdahalenin ilk akla getirdiği, amacın tüm bir topluma karşı politik bir mesaj verilmek istendiğidir. Düşün ve sanat alanına, aydın ve akademisyenlere yönelik baskı, tehdit ve saldırı, esasen emekçi sınıflara ve her türden ezilenlere yönelik yapılır. Çünkü düşün ve sanat dünyası çoğu zaman ezen-ezilen arasındaki çatışmadan azededir. Onların, emekçileri ve tüm insanlığı savunmak dışında özel bir çıkarları bulunmuyor. Dolayısıyla Fincancı’nın temsil ettiği hat, sınıf mücadelesinde ezilenlerin içinde yürüdüğü hattır. Bu yüzden de aydın deyip tüm entelektüelleri aynı kefeye koymak yanlış olur. Gramsci’nin deyişiyle aydınları, proletaryanın ve ezilenlerin yanında olan “organik aydınlar” ile düzenin saflarında olan ‘geleneksel aydınlar” olarak ayırmak yerindedir.
Organik aydın modeli olarak Fincancı, düzenin koşulladığı belli bir disiplin içindeki akademisyen tipinin dışına çıkmanın da bedelini ödemektedir. Böyle bir bedel ödeme sınıf savaşları tarihinde mevcuttur. Bilimsel ve akademik çalışmalar da sınıf olgusunda olduğu gibi ikili bir görünüm ortaya koymaktadır. Birisinde her türden varlık ve dahası dünya, geleneksel düşünür/aydının çevresinde dönmektedir. Mimar mimardır, kimyacı kimyacıdır, kasap yalnızca kendi işini yapar, yapmalıdır. Öğretmen sadece ders verir, filozof kendi işini kavram analizi olarak betimler. Bilimci, sermayenin ihtiyacı ve talimatına göre mesleğini icra eder.
Diğer aydın tipinde ise (organik aydın ve düşün insanı), meslekleri kendi mesleğinden ibaret saymadığı gibi bir mesleğin, diğer mesleklerle ilgisi olduğunu bilince çıkartma anlayışı vardır. Organik düşün ve sanat insanı, dünyayı kendi dünyasından ibaret görmediği gibi sosyal yaşamın her alanında olmayı ve her türden sorunlara burnunu sokmayı huy edinmiş kişidir. Fincancı böyle birisidir. Bir televizyon programında konuşma ve tanışma imkanı buldum kendisiyle. İnsan hakları ve hukuk meselelerinde çok geniş bir bilgi birikimine sahip olduğunu fark etmiştim. Devrim yerine hukuka fazla önem vermesi, bana pek gerçekçi görünmüyordu. Fakat aradan geçen beş on yıl beni değil Şebnem hocayı haklı çıkardı. Hukukun (burjuva da olsa) kırıntısına bile ihtiyaç var: Konuşana, yazana gözaltı!
Fincancı örneği üzerinden düşünülürse bu tarz aydınlar, kendi meslekleri ile diğer meslekler arasında diyalektik bir bağ olduğunu zorunlu sayarlar. Her mesleğin ve etkinliğin gücü diğer alanlarla olan ilişkisinin gücüne, yakınlığına ve ilişkisine bağlıdır. Bilimi bilimden ibaret sayan, hekimliği yalnızca insan sağlığı olarak düşünen, eğitimi ders vermekten ibaret sanan kişilerin, diğer alanlara yabancılaşmış oldukları gibi kendi alanlarına da yabancılaştıklarını söyleyebiliriz. Fincancı bunun ötesindedir, olanın değil olması gerekenin safındadır.
Bu çerçevede liberal bilim, sanat ve düşünce anlayışının varlığı, dünyayı, yaşamı ve insanı parçalayıp bir boyutu üzerinde durması temel eğilim iken Marksizm bütün varlık tarzları arasında kopmaz bir korelasyon olduğuna vurgu yapar. Bu yüzden de pekçok burjuva ve küçük burjuva aydını, bir hekim olan Fincancı’nın, kimyasal silahlar ve insan hakları gibi hukuksal meselelere “burnunu sokmasını” bir türlü anlayamazlar. Kimyasal kullanımının insanlık suçu olduğunun vurgulanması, bunun basın yoluyla topluma haberinin yapılması ve bu haberleri yapan ve paylaşan gazetecilerin saldırıya maruz kalmasını da, bu liberal kafaların anlaması kolay değildir. Çünkü liberal mantık açısından tüm bunlar arasında bir bağ bulunmuyor: Herkes mesleğini yapsın!
Bu mantığın icat edildiği kapitalizm koşullarında düşünceyi düşünceyle “yola getirme” söz konusu değil. Emekçi sınıfların haklı, doğru ve olması gereken düşüncelerine karşı Machiavelli’nin de dediği gibi sömürücü sınıflar silahla karşılık verirler. Mahkemeler, hukuk ve hapishaneler asıl olarak emekçi sınıflar için ve organik aydınlar için vardır. Ne yaman bir çelişkidir ki hapishane ve mahkeme binalarını yapan, inşa eden, onaran da emekçiler olur. İktisadi olarak egemen sınıflar ezilenlere karşı binlerce yıldır aynı şiddet politikasını uygular. Oysa test edildiği gibi bugüne dek ezilenlerin mücadeleye son verdiği bir coğrafya ve tarihsel evre de bulunmuyor.
Öte yandan bilmek gerekir ki düşünce kavramı ile suç olgusu yan yana gelemez. Siyasi ve ideolojik düşünce de suç biçiminde değerlendirilemez. Düşünce/fikirler diğerini ortadan kaldırmak için değil diğeriyle yarışmak için vardır. Voltaire de Fransız burjuvazisinin sözcüsü olduğu halde 250 yıl evvel düşünce özgürlüğü konusunda şöyle söylemişti: Sizin düşüncenize katılmıyorum ama düşüncenizi ifade etmeniz için sizi destekliyorum. Emekçiler cephesinden Mao Zedung’a göre de yüzlerce çiçeğin yan yana açması gibi yüzlerce fikir de birbiriyle yarışmalıdır. Yüzlerce yıl öncesinden savunulan bu ilkelere bugünden bakılınca bir burjuva miti olan “ilerleme” diskurunun bir kez daha sorgulanması gerektiği ortaya çıkıyor.
Sorunun kaynağı derindir. Bir hükümet veya bir kişi meselesi değildir. Elbette bu türden kurum ve şahsiyetlerden izole edilerek de ele alınamaz sorun. 20. yüzyılda ortaya çıkan emperyalizm gerçeği ve bununla bağlantılı olarak faşizmler bizim gibi ülkeleri de etkilemiştir. Hatta buradaki yönetimleri sevk ve idare etmiştir. Halkın tabiriyle söylenirse balık baştan kokmuştur demek daha doğru olacaktır. Yüz yıl önce emperyalist merkezlerde kurulan faşist devlet, oluşturduğu şiddet geleneğiyle -günümüzün yeni sermayelerinin de desteğini almıştır- halklar, emekçiler, aydınlar, kadınlar, bilcümle ezilenler ve basın yayın kurumları ile çalışanlarına, örneğine az rastlanır düzeyde bir baskı uygulamaktadır. Kurtuluş eşitlikçi, özgür bir dünyanın kurulmasındadır.
Son 5-10 gün içinde görülen sosyal ve siyasal hadiseler, coğrafyamızdaki sınıfsal dinamizmin güçlü potansiyeller taşıdığının da işaretidir. Burjuva düşünürleri ve kapitalizmin sözcüleri ideoloji, sınıf, sınıf mücadelesi gibi “büyük anlatılar” bitti diye teselli arasalar da, konuşan , düşünen, aydın ve bilim insanının, yazan gazetecinin, yayınlayan televizyonun susturulmak istenmesi, bırakalım bitmeyi tersine güçlü bir hak ve özgürlükler mücadelesinin varlığını işaret etmektedir. Haklar ve özgürlükler, bedeli ödenen değerlerdir. Bu değerler için Sokrates’ten beri bedel ödeme geleneği hep sürmüştür. Şöyle bir hukuk formülüyle bitirelim: Kullanılan hak ve özgürlükler eşittir ezilenlerin, aydın ve düşünürlerin ödediği bedel.
Umarım Şebnem Korur Fincancı hocamız bir an evvel özgürlüğüne ve özerkliğine kavuşacaktır