Son zamanlarda içinde bulunduğum entelektüel mekanlarda üç-dört konu ve sorunla yüzyüze geldiğim oluyor. Birincisi felsefe nedir? sorusuna yanıt aramak. İkincisi felsefenin din ile olan ilişkisini açığa çıkartmak. Üçüncüsü filozof kime denir? sorusunun tartışmaya açılması. Bir başkası da gerçek ve buna ilave olarak gerçeklik ve gerçekçiliğin Marksist yorumunun ne olduğudur. Bütün bu konuları değil de bu metinde ben yalnızca yazdığım başlığa uygun olarak felsefenin ülkemizdeki hikayesini de dikkate alıp bir analiz yapma niyetindeyim. Diğer konulara da atıf yapmakla yetineceğim. Bu analizin özet ve ilke düzeyinde olacağını da baştan anımsatmak isterim.
Başlıktaki sorular, felsefe etkinliği içinde olan pek çok kişi ve çevrenin de sorunu olduğu için başlığa çıkmayı hak ediyorlar. Aynı zamanda bunlar sınıflara göre yanıtı değişik olan iki sorudur: Felsefe nedir, filozof kimdir? En geniş anlamda düşünüldüğünde kavramsal düşünme etkinliğine felsefe ve bu etkinlikler içinde sorgulayıcı tavır alan kimseye de filozof denilir. Yine de konunun bu kadar basit olduğunu söyleyemeyiz.
Felsefe (düşünme formu olarak), insan tarafından icat edilmiş en eski düşünme alışkanlıklarından birisidir ve en başta gelenidir. Süreç içinde bunun bilim, sanat ve siyaset biçiminde genişlediği düşünülür. Terim olarak Grekçeden gelir. Günümüzde felsefeyi diğer düşünme disiplinlerinden ayıran kıstaslar vardır ve bunlar genişlemektedir. Varlığı kavramsal planda açıklamaya çalışan düşünce etkinliğine felsefe diyoruz dedik. Dolayısıyla kavramsal çerçevede düşünen, yazan, konuşan, teorisyen ve aktivistlere de filozof denilmektedir. Eşanlamlı olarak Türkçede felsefeci de diyoruz, ki daha yaygın kullanım budur. Nedenine dair birkaç cümle söyleyeceğim.
Filozof ve Toplumsal Sınıflar
Kavramsal planda düşünme dediğimizde her türden felsefeyi kastediyoruz. Öte yandan tek tarz bir felsefenin olduğu da iddia edilemez. Toplumun sınıflardan ve toplumsal kategorilerden oluşması tek tarz bir felsefenin varlığını imkansız kılmaktadır. Sanat, siyaset ve bilim gibi felsefe de egemen sınıfların ve ezilen sınıfların lehine olmak üzere en az ve başlıca iki çizgide yapılmaktadır. Ana akım dediğimiz egemen felsefeye göre ne kadar filozof varsa o kadar da felsefe tanımı ve dolayısıyla felsefe vardır. Bunun doğruluk payı olduğunu reddedemeyiz. Bununla birlikte hiç itiraz edemeyeceğimiz bir realite daha var ki “ne kadar toplumsal sınıf varsa o kadar da felsefe vardır, felsefe yapma tarzı vardır” diyebiliriz.
Felsefe için yaptığımız bu fikir yürütmeyi siyaset, sanat ve bilim için de yapabiliriz ama konumuz felsefe olduğu için buraya odaklanalım. Dolayısıyla burjuvazinin, sanat, bilim ve politikasından söz ettiğimiz gibi burjuva/feodal felsefelerden de söz edilmesi doğaldır. Dünyada olduğu gibi ülkemizde hakim ve yaygın olan da bu felsefedir. Buna göre ne de olsa felsefe yaptılar diye Aristoteles, Descartes, Kant ya da bir başka filozofu baştacı edip göklere çıkarmamız gerekmez; bunun yerine filozofları anlayıp, sorgulayarak eleştirmemiz icap eder.
Marx, Felsefe ve Filozof
Kendisi de meslekten bir felsefeci olan K. Marx ile ana akım filozofları -salt kavramsal çerçevede düşündükleri için- aynı kefeye koyamayız. Bu yüzden “felsefe nedir?” sorusuyla “hangi felsefe nedir?” sorusu birbirinden ayrılıyor. Sınıflı uygar toplumun durumunu kavramak, açıklamak, anlamak ve yorumlamakla yetinen felsefe ile (bilgiyi bilgiden çıkaran), sınıflı uygar toplumu kavrayıp aşma hedefi gözeten felsefeler (bilgiyi somut ve sosyal olaylardan çıkaran) birbirinden farklıdır. Bu yüzden de bir düşün insanını betimlerken onun filozof, sanatçı, politik teorisyen veya siyasi aktivist veyahut da bilimci olduğunu söylemek “esasen” bir şey söylemek değildir. O kişiyle ilgili, düşün ve sanat üretiminin niteliğine bakarak, mevcudu (gerçek olanı) aşmak isteyip istemediğine göre bir tasvir veya betimleme yapmak gerekir.
Gerçekçilik denildiğinde, onu muhafaza eden tutucu gerçekçiliği değil tabir yerindeyse toplumcu gerçekçiliği savunuyoruz. İlki, karşıtlık denildiğinde kartezyenci özne ile nesnenin karşıtlığını anlarken ikincisi proletarya ile burjuvazi arasındaki zıtlığı, birliği ve savaşı anlar. Buradaki zıtlık ve savaşımdan kaynağını alan -Marksist- felsefenin konusu üretim, üretim ilişkileri, mülkiyet şekilleri, ekonomik faaliyetler ve bu faaliyetlerin yansıması olarak ortaya çıkan üstyapı kurumları olur. Toplumcu gerçekçi felsefeyle yani Marx ve Marksizmle birlikte gerçekçi filozofun, yerini toplumcu gerçekçi filozofa bıraktığını ileri sürebiliriz.
Filozof Terimi Mesleki Formasyonu Yansıtır
Bir örnekle durumu biraz açıklamak isterim. Geçen hafta bir şair-yazar, benimle ilgili yaptığı bir açıklamada “Filozof Mehmet Akkaya” hitabını kullanmıştı. Bu hitap benim açımdan bir yüceltme değil yalnızca mesleğimi söyleyen bir sıfat! Oysa bu hitaba yorum yazan bir başka kişi ise şunu söylüyor: Mehmet Akkaya’nın filozof olup olmadığı sorgulanmalıdır! Şunu belirtmek isterim ki, felsefenin tanımı gibi filozofun ne olduğu da egemen sınıfların gözünden biliniyor ve bu tanım emekçi sınıflar arasında yaygınlaşıyor.
Filozof kavramı üzerinden konuşacak olursak bu örnekte şairin, filozofu dolayısıyla da beni yücelttiğini, itiraz edenin de bu anlamayı kabul ettiği ve benim bunu hak edip etmediğimi sorguladığı anlaşılıyor. Oysa filozof, yüceltilecek bir kişi olmadığı gibi pekçok hatalı, hastalıklı düşüncelerin taşıyıcısı olarak da işlev gören/görmüş kişidir. Mimar, mühendis, öğretmen, tarihçi, matematikçi, hekim, manav, çiftçi, kimyacı, fizikçi, müzisyen gibi terimler nasıl ki mesleki bir duruma gönderme yapıyorsa filozof terimi de kişinin yaptığı işe, etkinliğe gönderme yapan bir sözden ibarettir.
Tarihte nice filozofun insanlık düşmanı düşüncelere sahip olduğu, nicesinin gayri ahlaki davranış gösterdiği bilinmektedir. Emekçileri insan saymayan, kadınları eksikli varlık olarak gören, dünyanın düz olduğuna inanan, varlığın düşünceden, tanrıdan geldiğini ileri süren, insan nüfusunu azaltmayı öneren, aşağı ırkların olduğunu dile getiren, Hitler’i destekleyen, dünyayı veya ekonomiyi görünmez bir elin yönettiğini savunan filozoflar gırla…
Filozof Egemen Sınıfların Sözcüsüdür
Hegel “filozof çağının çocuğudur” demişti. Şunu eklemeyi unutmuş sanırım: Felsefe tarihinde tanıdığımız ünlü unvanlı her filozof, kendi çağındaki egemen sınıfların sözcüsüdür. Hakim sınıflar tarafından eskiden olduğu gibi şimdilerde de filozofların daha belirgin olarak akademilerde istihdam edilip korunması ve beslenmesinin mantığını da bu noktada aramak gerekiyor. Devletin (kamunun) din adamı ile felsefe adamına (filozof) bakışı benzerdir: İkisini de kendisinden görüyor! Dünyada olduğu gibi ülkemizde de “dinsel cemaatlar” gibi “felsefi cemaatlar”ın varlığı da bunu kanıtlar niteliktedir. İlk kategoridekiler İsa’yı, Musa’yı yorumlayarak ömür törpülerken “bizimkiler” örneğin Spinoza’yı, Nietzsche’yi veya Heidegger’i yorumlamayı tercih ederler. İki topluluğun -özde- aynı oldukları ama peygamberlerinin farklı olduğu anlaşılmaktadır.
Din alimleri, dünya, insan ve toplum sorunlarını dinselleştirip ilahileştirirken filozoflar ise dünyayı felsefileştirmekle yetinirler. Onlara göre sosyal sorunlar değil felsefi sorunlar vardır. Yapılması gereken topluma, insana yönelmek değil felsefe sorunlarına yönelmektir. Sorunu somut olgular üzerinden çözmek değil kavramlar üzerinden çözmek gerekir! Rivayete göre Sokrates’e “sen yokken gıyabında, bazı filozoflar senin için kötü sözler söylüyor” demişler; Sokrates de “ben yokken, o filozoflar beni dövüp öldürebilirler de demiş”. Çağımızın filozofları, Sokrates için kötü sözler söyleyen filozoflara benziyor.
Felsefi Yorum Yetmez, Değiştirmek Gerekir!
Marx’ın ünlü bir düşüncesiyle devam edelim: Her çağın egemen fikirleri, gerçekte egemen sınıfların fikirleridir. Bu fikirlere felsefi fikirler de ziyadesiyle dahildir. Felsefe ve filozof gibi kavramlara giydirilen yüceltme içerikleri de egemen sınıfların birer hilesidir. Marx, bu hileleri açığa çıkarmış olan aykırı/devrimci bir filozoftur. Adeta şöyle der: Ana akım düşünürler filozof ise ben filozof değilim… Nitekim Marx, ana akım filozofların yaptığı felsefeyi de “sefil” ve “sefalet ürünü” olarak görmüştür. Yazdığı kitaba “Felsefenin Sefaleti” adını vermesi de manidardır. “Feuerbach Üzerine Tezler” olarak bilinen düşüncelerin son kısmında da ana akım ya da eşdeyişle burjuva-feodal diyeceğimiz felsefeye ve filozoflara da eleştiri getirir: Şimdiye dek filozoflar dünyayı yalnızca yorumladılar; oysa dünyayı değiştirmek gerekir!
Marx’ın optiğinden baktığımızda demek ki, felsefe veya filozofun prestiji hiç de yüksek değil. Bu yüzden bu terimleri burjuvazinin şişirdiği balonlar olarak görmek yanlış olmasa gerek. Filozof sıfatı benim veya bir başka felsefe etkinliği içinde olanın mesleki pozisyonunu gösterir ama niteliğini, dünya görüşünü, devrimci eğilimini göstermez. Düşünce çalışmaları içinde olan bir entelektüele filozof denilmesini bir ayrıcalık olarak düşünmek saçmadır. Bununla birlikte kavramsal düşünce içindeki etkinliğinden dolayı bir kişiye örneğin “burjuva filozofu”, “Marksist filozof”, Althusser’in deyimiyle Marksist-Leninist filozof veya “tarihsel materyalist filozof” ya da yukarıda da değindiğim gibi “gerçekçi filozof”, “toplumcu gerçekçi filozof ” türünden ifadelerle hitap edilmesi leyhte veya aleyhte bir ayrıcalık olarak düşünülebilir. Burada yaptığımız gibi sanat alanında devrimci bir işleve sahip olan toplumcu (sosyalist) gerçekçilik deyimini felsefeye transfer etmede bir beis yoktur. Zira savunduğumuz felsefe, bilim ve politikadan ayrı olmadığı gibi sanattan da izole edilerek düşünülemez. Şu kadarını anımsatalım ki, sanat “sınıf mücadelesinin estetik araçlarla sürdürülmesi” iken felsefe de aynı mücadelenin kavramsal çerçevede uygulanmasıdır. Siyaset ise aynı mücadeleyi politik teori ve toplumsal/organize birimlerle yerine getiriyor. Bilime gelirsek onun da, sınıf mücadelesini sürdürmek üzere alet ve ölçme teknikleri yanında laboratuvar ve formül gibi silahları bulunmaktadır.
Felsefi İdeolojinin Sınıfsal Baskısı
Vurgulamak gerekir ki, Marx ve Marksizm için felsefe ve filozof hiç de abartılacak hatta olumlanacak kavramlar ve konular değildir. Pek çok kavram, konu ve kurama mistik, mitolojik, ilahi, ulaşılamaz değerler yükleme işi burjuva eğitim sisteminin kitlelere, bu arada aydınlara şırınga ettiği bir dini, milli ve liberal anlayıştır. Marx ve Marksizm açısından burjuvazi yalnızca silahlı aygıtlarla toplumu baskı altına alıp ezmekle kalmıyor. Ürettiği kavram setleriyle de toplumun ensesinde adeta boza pişiriyor. İdeolojik bir güç haline gelen felsefe de, sanat, siyaset ve bilim gibi gerici bir rol oynayabiliyor. Halbuki varlığı anlamak ve bilmek, ona hiçbir yabancı öge katmadan ve onda var olan hiçbir özelliği de dışlamadan bilmek demektir. Peki felsefe tarihinde durum böyle midir?
Dünyanın idealist ve metafizik yorumunu görmek için felsefe tarihinde filozofça bir gezinti yapmak öğretici olabilir. Filozof ve felsefe terimleri yanında arkhe, su, hava, ateş, apeiron, logos, idea, töz, ruh, akıl, atom, tanrı, gerçeklik, Concept, asabiye, cogito, tabula rasa, algı, duyum, monad, conatus, a priori, numenon, ben, doğa, geist, diyalektik, irade, güç istenci, übermens, libido, yapı, yapı söküm, varlık, zaman, varoluş, öz, sezgi, sürem, paradigma, biyoloji, biyopolitika, söylem, metin, duygu, zihin, beden, arzu, fark gibi kavramlar da birer baskı unsuru olarak ortaya çıkıyor ve meta piyasasına uygun olarak dolaşıma giriyor.
Mesleki bir eğitimi olmadıkça bu kavramlara yabancı kalan emekçi sınıflar ve sıklıkla onların aydınları da bu pozisyon karşısında pedagojik ve psikolojik olarak eziliyor, aşağılık kompleksine kapılıyor. Peşinden felsefenin ve filozofun yüceltilmesi geliyor. Bu psikoloji içindeki kitleler kendisini eksik, bilmez, yetersiz olarak değerlendirebiliyor. Çevremde üniversite mezunu olduğu halde ikinci, üçüncü üniversite okuyan, okumayı planlayan nice insanın varlığını da bu aşağılık kompleksine bağlamak gerekiyor.
Felsefe Sır Değildir!
Pek çok bakımdan çağdışı kalmış, saçma içerikler barındıran, her yoruma açık, sosyal ve somut yaşamdan, dünya sorunlarından kopuk kavramların baskısı emekçi sınıfları felsefi düşünmeden ve etkinlikten soğutup uzaklaştırıyor. Oysa Mao Zedung’un da açıkça belirttiği gibi “felsefe, bir sır değildir”. Buna göre felsefe, burjuva/feodal kültür geleneğinin sunduğu gibi mistik, ulaşılmaz, bilinmez, anlaşılmaz, yalnızca uzmanlarca yapılan bir söz kalabalığından ibaret değildir, olmamalıdır. Nihayetinde felsefe, gelişme yıllarında, antik Yunanda, halk meydanlarında, Atina sokaklarında yapılan bir mütevazi düşünce etkinliğiydi.
Demek ki Marx ve Marksizm açısından filozof, ulaşılmaz biri değildir. Dahası da var. Filozofun etimolojik tarihi bizde ilginç bir ufuk açabilir. Şöyle ki, bazı kaynaklara göre filozof terimini, felsefe kelimesine bağlı olarak, ilk defa Pisagor (Phytagoras) kullanmıştır. Felsefeden ve filozoftan önce bilgeler vardı. Bu bilgelere “sohpos” denilirdi. Her şeyi bilen, adeta tanrı gibiydiler. Pisagor ise bir bakıma şöyle düşünüyor: Bizler “sophos” (bilgi-bilge) olamayız. Ancak bilgi sever olabiliriz: Philo-sophos. Bugün Türkçede yazdığımız ve filozof diyerek telaffuz ettiğimiz kelimenin kökeni, bilgelik sevgisi anlamına geliyor. Grekçedeki philo kelimesi, dilimize sevgi/sevmek olarak çevrilebiliyor.
Filozofun Türkiye’deki Hikayesi
Burada filozofun Türkçedeki hikayesine de değinmek zorunlu görülüyor. İlk kuşak felsefecilerden olan Rıza Tevfik Bölükbaşı yazılarına “feylesof” sıfatını eklerken sanırım bir ayrıcalık, üstünlük değil mesleki bir niteleme olarak kullanmıştı. Aslında bu kullanım, filozof teriminin Arapçadaki felasife’den uyarlanmasıydı. Hikmet, bilgelik sevgisi ile bağlantılıdır. Batılılık özentisi içinde olanların, filozof demeyi tercih etmiş olacaklarını varsayıyorum. Fransızca philosophe’den esinlenerek söylenmiş olmakla birlikte İngilizce (philosopher) ve Almancası da (philosoph) benzerdir. Osmanlıca mütefekkir (düşünür) kelimesi de var ama ona girmeyeyim. Yanı sıra kullanımda olan felsefe öğretmeni, felsefe profesörü, felsefe meraklısı, felsefe tarihçisi sıfatlarını da anmak gerekiyor.
Bir de “felsefeciciler” yani birçok terimin sonuna “ci” yapım ekini getirerek yeni kelimeler türetenler var. Öz Türkçeciler bunlardandır. Cumhuriyet döneminde sözümona “dil devrimi”ne bağlı olarak ortaya çıkmışlardır. Filozofu, felsefeci olarak kullanıma sokanlar işte bu cumhuriyet döneminin felsefecileri olan Takiyettin Mengüşoğlu, Bedia Akarsu, Macit Görkberk gibi kişilerdi. Bunlar aynı zamanda -ana akım- resmi ideoloji filozofları oldular. Ülkemizde baskın olan ve büyük oranda akademide varlık gösteren yeni jenerasyon filozoflar da -esasen- bu çizgidedir. Bu filozoflar, politik olarak aydınlanmacı-liberal ve bununla birlikte Türk-İslam sentezine tekabül etmektedir. Buradan bakıldığında “feylesof”, “filozof” veya “felsefeci” sözcüklerinin anlamdaş olarak kullanıldığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla felsefe yapan birine, ben veya bir başkasına filozof demek bir lütuf değil onun mesleki formasyonuna vurgu yapmak anlamına gelir.
Felsefenin Görevi:
Felsefi Hurafelere Karşı Mücadele
Din ve teoloji gibi ana akım felsefe de deşifre olmayı istemez. Gizemli bir boyut her zaman kalsın istenir. Dolayısıyla bu metni okuyan felsefeci meslektaşlarım, felsefenin deşifre edilmesinden, ipliğinin pazara çıkarılmasından hoşlanmaz. “Ne lüzum var” derler, “felsefe yapacaksan Platon’tan, Augustinus’tan; Leibniz ya da Spinoza’dan; Kant ile Fichte’den veya yeni kuşak Derrida veya Deleuze gibi bir filozoftan bir paragraf, bir tema, bir kelime alarak yorumla” diyerek sitem ederler. Çünkü felsefe, eski felsefelerden fikir çıkarma etkinliği olarak deneyimleniyor.
Bizde bir kavramdan, izlekten, filozoftan yola çıkarak yapılan kelime oyunları, yaratıcı yorumlar, ilginç analizler, daha önce duyulmadık sözler icat etmek, okuru şaşırtmak, merak duygusu uyandırmak, çarpıcı ve güzel sözler yazmak -ayet yorumlamaya benzemesine rağmen- felsefe olarak görülmektedir. Ana akım felsefede bir türlü sıra “üretim” ve “geçim” sorunlarına, asgari ücretin felsefesine, kadın cinayetlerinin ekonomi politiğine, proletaryanın durumuna, Kürt’ün, komünistin pozisyonuna, ezilen inançların ezilmişliğine, haksız savaşlara gelmez…
Modern resmi felsefede anlama, açıklama ve yorum revaçtadır. Felsefi hermenötik değerli bir can simidi olmuştur. İlahiyat profesörü ile felsefe profesörü adeta yarış halindedir. Bunları birbirinden ayırmak zordur. Bilimsel gelişmelerin etkisiyle felsefe yapan teologlar ana akım filozoflarla arayı kapatmış gibidir. Bir sempozyumda ilahiyatçı ile filozofun sunumlarını, metinlerini birbirinden ayırt etmeniz hiç de kolay olmayacaktır. Birisi teolojik terimlerle olup biteni “yorumlayacak”, diğeri de seküler terimlerle olup biteni “yorumlama” yolunu tercih edecektir.
Şöyle bitirelim: Günümüz felsefesinde ve özellikle ülkemizde dinsel cemaatlar ile felsefi cemaatlar arasında -temelde- bir fark olduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Dolayısıyla savunduğumuz felsefe, (diyalektik ve tarihi materyalizm) dinsel, teolojik, liberal hurafelere karşı mücadele ettiği gibi felsefi hurafelere karşı da mücadele etmekle yükümlüdür.
Felsefe ve Filozof İçin 2 Ek
1-Ekşi Sözlük’teki şu açıklamayı, konuyla ilgili olduğu için buraya alıntılıyorum:
“Batı’nın hegomonik baskınlığına ve Türk entelektüelinin cılız kavram üretme – üretmeye çabalama- tarihine karşın Türkçe’nin muazzam nadide farkındalığı. Yanlış olabilir düzeltilsin; bir hocamın dediğine göre profesör Takiyettin Mengüşoğlu’nun Türkçe’ye kazandırdığı kelime. Filozof felsefeyi yapan kişidir, felsefe ile ilgili olan kişiler genel olarak felsefe yapmazlar, yapıyor olsalar da onlara bu isim dışarıdan verilir. Felsefe ile ilgilenen, formasyonu olan, eğitim olan kişileri felsefeci diyerek filozof’tan ya da geleneksel olarak kuşatıcı bir kavram olan hakîm’den ayrı tutma âdâbını göstermiştir entelijansiyamız.”
2-İslam Ansiklopedisi’nde ise şu açıklamaya yer verilmiş:
“Grekçe “sevgi” anlamına gelen fila ile “hikmet” anlamına gelen sofiadan oluşan ve “hikmet sevgisi” demek olan filasofia kelimesi Arapça’ya felsefe şeklinde geçmiştir. Milâttan önce VII. yüzyıla kadar, varlığın ilkeleri üzerinde düşünen ve varlık hakkında genel bir teori ortaya koyanlara “hakîm” anlamında sofos (bilge) denmekte iken, anlatıldığına göre ilk defa Pisagor insana sofos denemeyeceğini, çünkü gerçekte sofosun Allah olduğunu ileri sürmüş, insanın ise ancak fila-sofos olacağını söylemiştir. O dönemden sonra varlığı daha derinden kavrayıp tutarlı bir şekilde yorumlayanlara filasofos (hikmeti seven) denmiş ve bu kelime Arapça’ya feylesûf (çoğulu felâsife) olarak geçmiştir.”