Ve okuma gerçekleşir…Mehmet Akkaya’nın “Dinin Tarihsel Materyalist Eleştirisi ve Bedreddin Devrimi” alt başlıklı “Din Felsefesi” adlı kitabından söz ediyorum. Kitabın baskısı, geçen yıl Belge Yayınları tarafından yapılmıştı. Yeni edinebildim. Edinir edinmez de dikkatle okudum. “Epistemolojik Kopuş” ile başladığım Mehmet Akkaya okumalarımda, geldiğim nokta; hocamızın felsefe, politika, sanat, dil, sosyoloji, tarih ve din disiplinleri alanında yaptığı bütünlüklü çalışmalarında yeni bir duraktayım.
Akkaya’nın yazdıklarına ve söylediklerine baktığımızda bilgiye ve özellikle bilince vurgu yaptığını, varlığa, topluma ve tarihe dair özgün açılımlar getirdiğini görmek zor değil. Bunu Din Felsefesi adlı bu yeni çalışmada da fark ettiğimi belirtmeliyim. Kendi payıma söyleyeyim ki, onun geniş, derin, fedakar ve zengin çalışmaları sayesinde kendime olumlu ve yapıcı değerler katıyorum.
Mehmet hoca giderek felsefenin pek çok disiplininde eserler yazıyor. Sanat felsefesi, dil felsefesi, siyaset felsefesi, bilgi felsefesi, tarih felsefesi ve son olarak da din felsefesi çalışması, dediklerimi doğrulamaktadır…
Yeni okuduğum Din Felsefesi adlı kitap beş başlıktan oluşmuş… Bana kalırsa, kendisi de söyler, Türkçede yazılmış özgün kitaplardan biri olmuş…Batı Antikçağ ve Ortaçağ Felsefesinde Din,Doğu Antikçağ ve Ortaçağ Felsefesinde Din,Tasavvuf ve Alevilik/Kızılbaşlık,Marx, Marksizm ve Din,Şeyh Bedreddin Devrimi…
Kitapta, “dinselliğin bir coğrafyaya veya tarihin yalnızca bir kesitine özgü olmadığını, evrensel bir ilke olarak insanlığın yaşamına paralel olarak kendini var ettiğini, yine de başlangıçta ‘din değil laiklik vardı’, anlayışının altını çizdiğini ihmal etmediğini” söylüyor… Laikliği modern bir terim olduğu için tırnak işareti içinde gösterdiğini de belirtmiş. Yine, “adına laiklik denilmese de dünyevi yaşamın en eski çağlardan beri var olduğunu ve dinsel yaşamı öncelediğini de” söylüyor…
Marx ve Engels’in ısrarla dine değil dünyevi olana işaret ettiğini, bunu çalışmasında tam ve eksiksiz yansıtabilmişse kendini mutlu hissedeceğini söylemiş. Zira Akkaya’ya göre Marx ve Engels için teoloji, din, Tanrı ve her türden metafizik fenomenler ve düşünceler bağımsız değildir, bunlar sosyal gerçekliğe, üretim biçimlerine, mülkiyet şekillerine bağlı olarak var olmaktadır. Bu yüzden de Mehmet hocamız, Marx ve Engels’in din felsefesine paralel olarak sosyal ve ekonomik süreçler değiştikçe bunların da değişeceklerini bilmemizi istiyor…
Marx ve Engels’in din felsefesine açıklık getiren Akkaya için Marx ve Engels dine değil dini ortaya çıkaran feodal ve kapitalist sisteme karşı olmuşlardır.
Mehmet Akkaya, bir çok çalışmasında tartışılacak, tartıştıran, sorgulayan, değiştiren, dönüştüren konu ve kavramları gündeme taşıyor. Yeni kavramlar ürettiği, eskilere yeni içerikler kattığı da dikkatimizi çekiyor. Epistemolojik Kopuş’tan beri denk geldiğim sayısız yeni ve kendine özgü kavramlarla tanıştım… Evet denilebilir ki kavram her şey değildir, esas olan yaşam ve pratiktir, fakat felsefeyle uğraşıyorsanız, filozofsanız kavramlara uzak durmanız beklenemez..
Bu kitabında da “Ortaçağ’ı” tartıştırıyor olması, onun klasiklerdeki ‘karanlık çağ’ fenemonolojisini ters yüz edişi, ‘İslam Felsefesi’ yerine “Doğu Ortaçağ Felsefesi” demesi, bu özgünlüklere örnektir. Doğu ve Batı felsefelerini yarıştıran, ayrıştıran, eklektik ve analitik felsefelere itirazını da okuduğumuz kitapta tarihsel ve toplumsal olaylara, mülkiyet biçimlerine, sınıf dinamiğine de dikkat çekiliyor. Bunlar görülmeden din anlaşılmaz deniliyor.
15. yüzyılda Osmanlı’da ortaya çıkan ayaklanmalara “Bedreddin Devrimi” denmesi kitabın yine bir başka özelliğini göstermektedir. Resmi ideoloji bu olayı “isyan” diyerek küçümser. Halk hareketlerinin devrimci tarzda ele alınması, Akkaya’yı, bildik tarihçi, sosyolog ve filozoflardan ayırıyor.
Kitapta dinin serüvenini izlerken tarihin emekçi sınıflar açısından nasıl yazılması gerektiğine ilişkin de sonuçlar çıkarmak mümkün oluyor. Zalimlerin ve zulmedenlerin tarihi değil halkların tarihini görüyoruz. Kitap, her başlık altında başka bir derinlik kazanıyor… Yine belli bir tarihsellikten sonra dönem dönem halkların bilgi diye depoladığı çöp bilgilerin kendilerini de esir aldığını, kendilerine yabancılaştıkları da not ediliyor. Özgün olan sınıf karakterlerine uzaklaştıklarını, kalabalıkların yarattığı negatif alanın genişliği, ağırlığı ile ezen, sömüren, yok eden, yağmalayan sınıf ve kategorilerinin zulmü kadar birbirlerine sokulduklarını, yakınlaştıklarını da sorgulamış kitap… En azından ben öyle okudum..
Halkların geçmişleri, eylemlilikleri, sınıf karakterli kavgaları resmi tarih ve ideolojilerce gölgede tutulmuş, olduğunun tersine baş aşağı edilmiş, bilinmesini istememiş, bulandırmış, yok saymış, karikatürize etmiş, saklamış… Ve fakat hayat ve pratik diyalektik ve tarihsel materyalizm ışığı altında, her keresinde yok etmiş ve bu tabloyu parçalamıştır…
Akkaya, son olarak kavramların belirleyici olmadığını, yaşamın ve pratiğin belirleyiciliğine değindiği bölümde de, pratik ile kavram arasındaki diyalektik bağdan hareketle, emekçi sınıfların kendi kavram setleri olduğunu, bu kavramlarla düşündükçe, yaşamı doğru anlayabileceğimiz iddiasının da boş bir iddia olmadığını, yabana atmamamız gerektiğini söylüyor…Mehmet Akkaya hocamıza ufuk derinliğimize kattıkları için, tekrar teşekkür ederiz…
Tekrar tekrar okunması gereken, coğrafyamızı, inanç gruplarını, ezilen sınıf ve kategorilerini, bilgi arayışındakilerini, akademisyenleri, yazar ve benzer konumdaki çoklarımızı birinci elden ilgilendirdiği için vazgeçilmez bir eser sunmuşluğunu da bir kez daha hatırtlatmalıyım…