Sabahattin Ali, bir şiirinde “Benim meskenim dağlardır” derken, Kuyucaklı Yusuf adlı romanda ise eserin sonunda sevgilisini kaybeden kahramanın, atını kırlara ve ormanlık dağlara doğru sürdüğü görülür. Biz de geçen pazar günü (19 Haziran 2022), yaklaşık 500 kişiyle birlikte atlarımızı değilse de araçlarımızı kırlara sürdük. Yaşam Ağacı Derneği’nin organize ettiği, çimenler üzerinde, ağaçlar arasında bir piknik etkinliğindeydik. Bu dünyada yanımıza “kar” kalan bir gün daha geçirdik denilebilir. Anlaşılan bedeni ve benliği kırlara bırakarak felekten (kapitalizmden) bir gün daha çalmıştık!
Beton duvarlardan, egzoz gazlarından, kentin kirinden, uygarlığından uzak bir şanslı gündeydik. Bu türden her etkinlik modern dünyaya ve kapitalizme vurulan küçük çaplı birer çekiç darbeleridir diye düşünürüm. Aslında pikniklere, yani ormana, kırlara, yeşile, dağlara ve bir bütün olarak doğaya yabancı sayılmayız. Çünkü insan, toplum ve insanlık olarak doğadan geldik tekrar oraya doğru gidiyoruz. Anlaşılan geldiğimiz yeri arıyoruz. Bu anlayış elbette ki, teolojik ve romantik felsefelerde olduğu gibi ileriye gitmek için geriye gitmek anlamına gelmez!
Müziğin Kırlardaki Anlamını İrdelemek
Mekan değişirse, olay ve olguların anlamları da değişir mi gibisinden bir soruya yanıt aradım gün boyu. Sanatın, siyasetin, saatlerce süren müziğin kırlardaki anlamının irdelenmesi benim için ilginç bir felsefi sorgulama oldu. İrdelemeye, hareketli sahneler, insanların davranışları, çocukların sesleri, semaver kuyruğundaki dostların görüntüleri eşlik etti. Zeynel ve Zeynep’in sesi masamıza kadar geliyordu. Alandaki disiplinsiz sesi, Okan Erbaş’ın bağlamasındaki ezgili tınılar ve gevrek sesi armonik hale getiriyordu. Tüm bu erkeksi etkinliğe, başkan Fatmagül’ün adeta el koyarak kürsüyü dayanışma ve destek dilekleriyle dizayn etmesi, sanırım çoklarının dikkatini ve ilgisini çekmiştir. Diyeceği şu ki, mutlu, güzel, eğlenceli ve çok sohbetli bir gün geçirdik.
Bizim masanın konuşma repertuarı çok genişti. Ali, Abbas ve Derya ile birlikte oturduk. Sonradan gruba katılımlar da oldu. Sonuçta masa, diğer masalar gibi oldukça kalabalıktı. Her gelen geçen, selam veren el sıkan birçok konuyu da masaya taşıdı diye düşünüyorum. Masanın kahvaltısı ve öyle yemeğinin anlamı, tadı ve lezzeti kenttekinden farklıydı. Unutmadan söyleyeyim, yayıncı Abdurrahman ile sinemacı Levent’i de görsem iyiydi ama ikisi de sanırım gelmemişti. Belgeselci Erhan’ı da epeydir görmemiştim. Biraz özlem giderdik. Sanat, roman, kitap ve bir iki cümle Oruçoğlu dedik.
Emekçi Sınıfları Kıskanmak
Biraz önceye gitmek istiyorum. Çünkü sabah piknik yeri olan bahçeye girince jandarmayla karşılaştık. Halkımız ne güzel söylemiş: Kambersiz düğün olmaz! Bir müdahale veya tatsız bir durum yoktu. Gerçi böylesi kurum ve kişilerin varlığı haddizatında cansıkıcı bir durum için yeter de artar bile. Üstelik ilerleyen saatlerde de “kontrol gruplarının” alanı yalnız bırakmadığını düşünebiliriz. Bunları düşünürken aklım eski toplumlara, ortaçağlara gitti. Egemen sınıflar, emekçi sınıfların eğlence içinde olmalarından rahatsız olurlar. Düpedüz kıskanırlar, diyebiliriz. Yani gelip burada insanların sevinç içinde eğlenip, oyunlar, türküler eşliğinde kahkaha atıp dinlendiğini görürlerse rahatsız olurlar. Bu durumu kıskanırlar ve mümkünse buradaki birlikteliği ve mutluluğu dağıtmak isterler. Eski çağlarda buna teoloji de eşlik etmiştir: Emekçi sınıfların, her şeye rağmen kendilerini mutlu hissetmesini, gülüp eğlenmesini hazmedemezler.
Egemen sınıflara ve teolojiye göre sanat ve müzik de, insanı yoldan çıkarmak için vardır. Platon’un müziğe, Muhammed peygamberin resim sanatına karşı olduğu söylenir. Kimine göre de eğlenme şeytan işidir. İnsan bu dünyada değil öbür dünyada mutlu olacaktır! Oysa bana göre insan, sanat içinde olsun özellikle oyun içinde olsun, uygarlığın giydirdiği yabancı gömleklerden arınır. Daha doğrusu arınmış hisseder kendini. Dolayısıyla günboyu sıklıkla gerçekleşen halk oyunları beni her zamankinden daha fazla düşündürmüştür.
Bedenin ve Benliğin Kendine Dönmesi
Bir ara psikiyatrist Dr. Cemal Dindar’ı gördüm. Epeydir bir araya gelemiyorduk. Ayaküstü de olsa kısaca hal hatır ettik. Gelmişken bir de dostluk, destek ve dayanışma üzerine bir konuşma yapsaydı iyi olurdu. Zamanı sınırlıymış galiba, piknik alanından erken ayrılmış. İnsan, son çözümlemede psikolojik bir varlık. Zihnim topluluğun davranış biçimine buradan bakmaya yöneltti beni. Pist alanında daha çok kadınların oynuyor oluşunun motivasyonu üzerine düşünmeden edemedim. Diğer alanlarda bastırılan kişi ve kesimler uygun mekanlar bulduğunda -tabir yerindeyse ilk fırsatta- sahaya iniyor. Beden ve benlik, başkası için olmaktan çıkıp kendisi için anlam buluyor ve gerçek doğasına dönüyor.
Kolektif ortamlar yalnızlık psikolojisini gidermek için de işlev görüyor. Tek başına bir masada oturan kişi bile bu ortamda kendisini kitlenin kopmaz bir parçası olarak algılayabilir. Çoğu zaman kolektif ortamda birey güçsüzlüğünü güçle, kaygısını cesaretle, eksiğini artıyla dengeliyor ve aşıyor. Böylece yabancılaşmayı da bir ölçüde geriletmiş oluyor. Yalnızlık ve yabancılaşmanın aşılmasında muhakkak ki sahneden bize seslenen müzisyen dostların melodileri de etkili olmuştur. Songül Bulur, Mehmet Ekici ve Nurettin Güleç’in imbikten süzülerek gelen sesleri, kitlenin içinde derin manalar yaratmış olmalı ki, bir ara biz hariç herkes kendini pistte bulmuştu. Bizimkiler de, masa arkadaşımız Derya’nın sevk ve idaresi altında çevremizde halaya durmuşlardı. Olup bitenler dolaylı da olsa politik ve entelektüel türdendi. Kimi dostların elinde Özgür Gelecek, Partizan, Sınıf Teorisi ve Halkın Günlüğü gibi dergiler vardı. Bizim ön tarafımızda da bir kitap ve dergi standı yer alıyordu.
Bir veya İki Saatlik Konferans/Panel Olsaydı
Bir veya iki saatlik bir panel veya konferans da eklenseydi, program daha da nitelikli olurdu diye düşündüm. Masa arkadaşım Ali de aynı kanaatteydi. Oysa birçok kişi, insanların piknik ortamında yalnız müzik ve oyun istediğine inanıyor! Ali’ye bu düşüncenin yanlış olduğunu söyledim. Ayrıca bu doğru olsa bile entelektüel alışkanlıkların kazandırılması ve geliştirilmesi için düşünsel olanı denemek ve tekrar denemek gerekir. Kaldı ki ben tecrübelerimden dolayı düşünsel olana (konu uygun olursa) ilginin daha fazla olduğunu biliyorum. Zira sorunlu bir çağda ve sorunlu bir toplumda yaşıyoruz. Kitle, müzik ve oyunla hoşça vakit geçirse bile, bunlarla sosyal sorunların çözülmeyeceğini çok iyi biliyor. Sonuçta, yalnız müzik değil; teori, felsefe, entelektüel aktivite de ruhun ve bilincin gıdasıdır.
Kitlesel eylemler ve etkinlikler gibi piknikler de pek çok insanı görme imkanı yarattığı için benim açımdan dikkate değerdir. Salt, uzun süredir görmediğimiz dostları görmek için olsa bile oldukça işlevseldir. Mesela Nergiz ve Esma’yı gördüm uzaktan. Ali’nin sessiz, sakin ve manalı sorularını yanıtlarken SMF’den Mahir geldi masaya. En son 1 Mayıs’ta görmüştüm. Gazete Patika’dan söz açtık. Görev bölümü olduğu için “gazetede değilim” dedi. Yayıncı Veli Aydın ile hal hatır ettik. Yusuf Köse’yi andık. Köse’nin “Emperyalist Türkiye” adlı bir kitabını yayımlamış Veli. “İsim çok iddialı” dedim. O da aynı kanaatteymiş. “Köse iyi bir teorisyen ama bu tezi bana biraz abartılı geldi” diye bir vurgu yaptım. Neyse, bir ara okumak isterim. Veli’ye tam veda ederken Nurettin Güleç’in güleç yüzü belirdi masanın önünde. Kısa bir merhaba dedik birbirimize. Sonra masa arkadaşlarımız, Rıza Yıldırım’ı davet ettiler yanımıza. Fotoğraflar çekildik hep beraber. Semih ile tanıştık. Avrupa’dan kesin dönüş yapmış. Biraz politik dedikodu yaptık desem yanlış olmaz. Bu fazlı kısa tutmak istiyorum. Çünkü daha pek çok insanla teşriki mesaimiz olduğunu anladığınızı ümit ediyorum.
Kenetlenmiş Bir Kitle
Sıcak ve Samimi Bir Sosyal Topluluk
Sermayenin uygar dünyasını, değer ve ilişkilerini kentte bırakmıştık ama bizi kente bağlayan teknolojik zincirlerden birisi olan cep telefonunu, herkes gibi yanımda getirmiştim. Telefon olursa, çalar elbette. Ekrana baktım arkadaşımın kızı Ezgi: “Mehmet amca sınavdan çıktık, görüşmemiz uygun mu?” Sınav kötü geçmese bile belli ki sınavdan kaynaklanan bir durum/sorun var. “Kentte değilim Ezgi, dönersem ararım” dedim. Eğitim ilişkileri bana göre diğer ilişkiler gibi sermayenin bir uzantısından, bileşeninden başka bir şey değildir. Üstelik burada konuşulduğuna göre çok sayıda aile ve genç de üniversite sınavlarından dolayı pikniğe katılamamış. Bir an gerildim ve içimden “alın eğitiminizi ve sınavınızı başınıza çalın” dedim. Sermaye kentinin ürettiği faturalardan, ev kiralarından, sorunlardan, para ilişkilerinden, lüzumsuz ev içi tartışmalarından uzak bir gün geçirirken sermaye (kapitalizm) ne yayıp edip bizi kendine bağlıyor ve kendine benzetiyor. Sanırım teknolojik zincirlerin anlamını da bu şekilde okumak gerekiyor. Bu zincirlerin, ruhu da bilinci de hatta bedeni bile kuruttuğunu ileri sürebiliriz. Görsellik çağından söz ederek bitireyim…
Görsellik çok öne çıktı çağımızda. Dilbilim, göstergebilim türünden disiplinler işte bu gerçeklere dayanıyor. Fotoğrafçı Yüksel Uygun’u çoğunuz tanırsınız. İHD ve cumartesi annelerine ilişkin çektiği fotoğraflardan dolayı ben de (gıyabında) tanıyorum. Bu kurum ve çevrelerin etkinliği, Uygun’un aracılığıyla piknik alanına da yansıdı. Sonuçta pikniğin en güzel karelerinin, Uygun’un, sübjektifine yansıdığını söyleyebiliriz. Gün boyu, çayımız, suyumuz, kahvemiz eksik olmadı. Oysa aynı bonkörlüğü öyle yemeğinde göremedik. Belki ben çok acıktığım için belki de gerçekten öyleydi: Etli pirinç pilavı tabağı doldurmamıştı bile, üstelik tabaklar da nispeten küçüktü. Güneş iyice batı ufkuna yaklaşmıştı ki piknik alanında bir dalgalanma başladı. Yanılmıyorsam saat 18.00 civarıydı. Ali, Abbas, Derya, Mustafa ve pek çok arkadaşa veda etme saati gelmişti. Yeniden araçlarımızı sermaye kentinin dumanlı, kirli, çıkarcı, ölüm ve sömüren zulüm yollarına sürmeye başladık. Son söz mü? Son söz şu olsun: 19 Haziran 2022 tarihi, Yaşam Ağacı Derneği ve piknik deyince benim aklımda kalan kenetlenmiş bir kitle; sıcak, samimi ve mütevazi bir sosyal topluluk…