Dün yüzlerce kişiyle birlikte kendimizi Kemerburgaz (İstanbul) ormanlıklarının derinliklerine taşıdık. Kadınlı erkekli, genç yaşlı bir bileşenden oluşan arkadaş grubumuzla birlikte gün boyu halaylara durup türküler söyledik. Bol oksijenli bir ortamda kuşları ve köpekleri de beslediğimiz oldu. Davetli olduğum ortamlarda giderek bir geleneğe dönüşen bir de konuşma programım vardı. Konu olarak Alevilik ve 2 Temmuz 1993’teki katliamı seçilmişti. Konuya felsefi bir yorum getirmemin önerilmesi gayet normaldi benim için. Çünkü piknik organizasyonunu Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (Güngören şube-İstanbul) düzenlemişti. Konuşma ve dile getirdiğim düşüncelere yapılan itiraz ve eleştirilere bakılırsa şu söylenebilir: Nasıl ki, kurum dışındaki inanç tartışmalarında “sol sapma”ya karşı felsefi ideolojik mücadele yürütmek gerekiyorsa Alevi/Kızılbaş kurumları içinde ifade yerindeyse “sağ sapma”ya karşı da mücadele yürütmek gerekiyor.
Konuşmamda kenti bırakıp kendimizi ormana atmakla Alevi/Kızılbaş kültürünün sınıflı uygarlık yerine klan/kandaş topluma geri dönmek arasında bir bağ kurdum. Klan ve kandaş toplumların doğasında eşitlik ve özgürlük olduğunu, şu ormanda olmayan asker ve polislerin eski toplumlarda da olmadığını söylemem sanırım ilgi çekmiştir. Konuşmaya kadınların, erkeklere oranla daha fazla kulak kabartması da beni düşündürmedi değil. Belki de klan ve kandaş toplumlardaki eşitlikçi düşünüş ve davranış biçimlerine en çok da kadınların ihtiyacı var. İlgiyi de bu nedene bağlamak olasıdır. Alevi/Kızılbaş inancı ile eski toplumlar (ilkel toplum) arasında bağ kurmam kimsenin yüzünü güldürmedi. Biraz kavramlarımı esneterek daha ılımlı bir üslup için de bir kez daha Alevilerin belli bir inşa tarihlerinin olmadığını ve eşitlikçi toplumlardan kalma bir mirası sürdüren kendine özgü bir toplum olduğunu ileri sürdüm.
Yolumuz Ali’nin Yolu mu?
Sonra komünal toplumun özelliklerini sıraladım ve Alevi/Kızılbaş toplumunun da tıpkı komünal toplumdaki gibi sınıfa, mülkiyete, devlete, hukuka, sömürüye, aileye karşı olduğunu ekleyince yüzlerde bir kez daha değişik, sıkıcı, aslında belirsiz ifadeler okumam gecikmedi. Börklüce Mustafa’nın sözünü (yarın yanağından gayri her şey ortaktır) hatırlatayım dedim, vazgeçtim. “Nikah lüzumsuzdur” diyecek oldum, onu söylemeyi de gözüm kesmedi. Tutup bir de buna şu sözleri ekledim: Alevilerin dini İslam değildir! Alevi/Kızılbaş toplumunu başka bir dinin içine sokmak gerekmiyor: Aleviler Alevidir. Bu açıklamalar sanırım izleyicilere düşüş ve yükseliş psikolojisini birlikte yaşatmıştır. Aniden arka sıralardan bir dinleyicinin sesi geldi: Yolumuz Ali’nin yoludur! Değil dedim! Ama polemiği buraya yoğunlaştırmadım. Bence İzleyicinin bu tavrı, aslında Ali kültünün bir hayli sarsıldığını gösteriyordu.
Zerdüşt’ten Mazdek ve Hallaç-ı Mansur’a
Ormanlık gibi açık bir alanda topluluk dağınık oturunca, ses düzeni de iyi değilse konunun içeriğinden bağımsız olan teknik sorunlar da çıkıyor. Bunun da tecrübe edildiğini anımsatmak isterim. Yine de doğa ortamında dikkat çeken bir konu var ki, insanların doğalarına eklenmiş yabancılaştırma unsurları bir ölçüde de olsa geriletebiliyor. Aynı yemek kazanından “ihtiyacın” kadarını almak, gerektiğinde yanındakine ikramda bulunmak hatta bitişikteki köpekleri de paylaşıma ortak etmek ilk aklıma gelenler. Kadınlı erkekli oyunlar, kendinde olanı başkasına verme isteği, uygar dünyanın bilince, bilinç altına sokuşturduğu tortuları bastıracak kuvveti de bu ortamda bulmak mümkün olabiliyor. Tüm bunlar da aslında bana, insanlığın doğal duruma, eski topluma dönme eğilimi taşıdığını hatırlatıyor. Eski toplum derken, “sınıfsız uygar toplumdan” söz ediyorum.
Proletaryanın temsilcileri olarak kabul edilen komünistler gibi Alevi/Kızılbaş topluluklarının da sınıfsız topluma yatkınlık gösterdiklerini söylediğimde, bazı izleyicilerin yüz hatlarında gülümsemeyi andıran değişiklikleri fark etmek zor olmadı. Ne var ki, “burada siyaset yapılmasa iyi olur” diyenler de az değildi. Ben Aleviliği, İslam öncesine, dahası eski toplumlara dayandırırken Zerdüşt, Budha, belki Konfiçyüs, Mani ve Mazdek gibi ekollerden etkilenmiş olabileceğini, İslam, Hıristiyan ve Yahudilik’ten de etkilenmiş olabileceğini kabul ettim. Böylece bazı arkadaşların yüreğine biraz su da serpmiş oldum. Konu felsefi formun dışına çıkmasın diye Kızılbaş felsefesinin kaynaklarına da değinmek gerekli oldu. Daha doğrusu Kızılbaş felsefesinin kesiştiği felsefi momentleri açıklamayı yararlı gördüm ve beş ismi anmadan edemedim: El Ravendi, E. Razi, Sühreverdi, İbn Arabi ve Hallaç-ı Mansur. Bunların materyalist olduğunu söylemem de sanırım bazı zihinler için vücuda giren yabancı madde etkisi yapmıştır.
Doğru Bildiğimiz Yanlışlar
Sataşmaların da olduğu sunumda “Alevilik İslam’ın özüdür, Ehli Beyt’in çocuğudur” denilince içimden gülümseme duygusu geçti. Alevilik ve öz deyince benim aklıma “Alevliğin özü, doğadır” gibi bir düşünce geliyor. Bu yüzden doğaya dönelim. “Doğaya dönmek ilkellik değildir” dediğim yer bu noktadır. Hatta bana göre “ilkel, ilkel de değildir”. Tüm bu gülümseten ve doğru olduğu zannedilen yanlış klişeler, egemen sınıfların uydurduğu hurafelerden başka bir şey değildir. Böyle klişeler Marksist literatürde de vardır: Marksizm aydınlanmanın çocuğudur! Oysa Marksizm, Marksizmin çocuğudur; Marksizm, kapitalizmi ve tüm sömürücü sınıfları ortadan kaldırmak için tarih sahnesine çıkmış olan proletaryanın bilimidir ve böylesi bir çağın çocuğudur! Üstelik burjuvazinin ideolojisi olan aydınlanmaya karşı bir aydınlanmadır. Gün boyu masalarda devam eden tartışmalarda, konunun burada söylediğim sorunları da içine alacak kadar genişlemesi de düşündürücüdür.
İtiraz ve eleştiriler iki noktada yoğunlaştı diyebiliriz: Ali ve Mustafa Kemal vurgusu. İyi olan şu oldu: Her ikisinin de Alevi/Kızılbaş inancının şu piknik ortamında tespit ettiğimiz eşitlikçi, devrimci ve demokratik tarzla/kültürle uzaktan yakından bir ilgilerinin olmadığının kanıtlanmasıydı. Bu gerçeği, üzerine basa basa vurguladım. Üstelik Mustafa Kemal’in yalnız Kürt, komünist katliamcısı değil Alevi/Kızılbaş katliamcısı olduğunu çok bariz olduğunu da örneklerle anımsattım. Zaten konu, 2 Temmuz 1993 katliamına da bu noktadan bağlanmış oldu. Bu sırada dinleyici dostların iç seslerini de okumaya çalıştım: “Biz yıllardır bu iki ismi ilahlaştırdık ve onlara taptık, sizin söyledikleriniz akla mantığa makul gelse de biz hemen değişemeyiz, zamana ihtiyacınız var, bizi lütfen bir süre idare edin” der gibiydiler.