20. yüzyılın başından itibaren sanat dünyasında bir genişleme olduğu genelde kabul görmektedir. ‘Her iki buçuk yıla bir sanat akımı karşılık gelir’ sav sözünde de bu gizlidir. Bu durum çağın sanatçılarını bu arada romancılarını ve ressamlarını da etkilemiştir. Sosyalist-gerçekçi denilen Marksist sanat anlayışları da aynı dönemde temel bulmuştur. Bazı örneklerine Muzaffer Oruçoğlu bağlamında geçen haftaki yazımda/paylaşımımda değinmiştim. Bunun kapitalizm genişleme eğilimiyle ilgisi olduğu açıktır. Keza bu süreçte resim alanında da kübik ve gerçeküstücülük biçimlerinde eserler ortaya konmuştur. Bu çerçevede ve konumuz açısından üç kişi ve anlayıştan söz etmek gerekmektedir: Freud, Picasso ve Oruçoğlu.
Geçen haftaki yazımda Muzaffer Oruçoğlu ile ülkemizin klasikleri dediğim Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ruhi Su ve Yılmaz Güney ile bir kesişim kümesinden söz etmiş ve çeşitli paralellikler kurmuştum. Şimdi de kısaca Freud ve Picasso ile bir benzerlikten söz etmek istiyorum.
Soyut, Gerçekten Daha Somuttur
S. Freud ve bilinçaltı sorunsalı önemli bir temadır. Kübizm, gerçeküstücülük ve P. Picasso da vurgulanması gereken bir mevzu. Özetlenecek olursa Freud, insanı cinsel içgüdüler varlığı olarak tanımlamaya yatkın oldu. Bu anlayışın bazı unsurlarını Oruçoğlu’nun romanlarında bulmak olanaklıdır. Sanatçının resimlerindeki biçim ve içeriği de (sürrealist) aynı çerçevede ele almak gerekiyor. Picasso ise Freud’u doğrular ya da ona ek yaparken biçim bozmayı en aşırı hale getirdi. Ona göre ‘soyut, gerçekten daha somuttur.’ Bu anlayışın neticesi olarak gerçekliği aşma, bence abartılmıştır. Bununla bağlantılı olarak, aşmanın kolay başarılması için de nesnelerin kübik tarzda betimlenmesi gerekmiştir. Oruçoğlu da, benzer birde konumlanırken resimlerinde olduğu gibi edebiyat anlayışında da gerçeküstücülüğe yatkınlık gösterir.
Durum edebi metinlerde de geçerlidir. Oruçoğl’nun, “Sevdalı Kız” adlı tezli masal kitabında da gösterildiği gibi bir bakıma gerçekliği aşan olaylar, tipler ve kahramanlar ortaya koymaktadır. Masaldaki Asmin karakteri bir ölçüde geleceğin insanını simgelemektedir. H. Seçmen’in Cumhuriyet Kitap’taki şu değerlendirmesi ilginç olmalı: “Asmin, kendisini değiştirmek isterken, başkalarını da geliştirmektedir. Kısaca masallardaki aşk, birleştirici, insanı etkin kılan, insanlar arasında kötülüklere son veren sonsuz değerler içeren bir güçtür. Bu yönüyle masallara klasik anlamıyla masal demek mümkün değildir. Gizemcilikle beslenmiş bu metinlerde, gizemcinin bireysel aşkının yerini, insanları birleştiren, insana sorumluluklar yükleyen, kişinin varoluşunu anlamlandıran bir aşk anlayışı almıştır.”
Demek ki Oruçoğlu’nun eserlerinde anılan düşünür ve sanatçıların anlayış ve uygulamalarından izler bulmak mümkündür. Dolayısıyla onun başta romanları olmak üzere estetik ve siyasal görüşleri, şiirleri, Tanzimat’ın idealist söyleminden köklü bir kopuşun adıdır. Bu dönemin romanları yakından izlendiğinde onlardaki gerçek sorunlardan kaçış kendisini belli edecektir. Oruçoğlu ise romanda sosyal sorunlara dönüşün ve değiştirme kürtürünün adı olarak ortaya çıkmıştır.
Romantiklere Değil Klasiklere Dayanmak
Jale Parla, haklı olarak Tanzimat edebiyatçıları için şöyle yazıyor: “Avrupa’da 19. yüzyılın gerçekçi temsilcileri diye bilinen Dickens, Balzac, Stendhal gibi romancılardan değil de, baba ve oğul Dumas’lardan, Hugo ve Lamartine’den etkilenmeyi seçmeleri” söz konusu olmuştur. Oruçoğlu’nun ise tam tersi bir yol izlediği ve klasikleri temel alarak, (elbette ki onları aşarak) estetik, felsefi ve siyasal söylemi Cumhuriyetin modern görünümlü, ulus-devletçi, burjuva-feodal düşünce sistemine karşı da bir duruşu temsil ettiği anlaşılmaktadır.
Bana göre Muzaffer Oruçoğlu, geliştirdiği roman anlayışıyla günümüzde düzen sınırları içinde ortaya konan, insanı ve toplumu dar ve sığ boyutlarıyla gösteren ve aynı zamanda ülkemizin seçkin romancıları olan Orhan Pamuk (Masumiyet Müzesi), Ahmet Ümit (İstanbul Hatırası), Elif Şafak (Baba ve Piç) ve benzeri popüler edebiyatın da ötesinde yer almaktadır. Kısacası, Tohum’dan Grizu’ya dek uzanan yelpazedeki eserlerin estetiğine, felsefesine bakılırsa Oruçoğlu kapitalist-emperyalist sisteme karşı bir tavır geliştirirken sermayeden de kültüründen de epistemolojik bir kopuşu temsil etmektedir. Sanatın ontolojisiyle siyasetin ontolojisini aktüel olana bağlayan ender kişilerden birisi olan Muzaffer Oruçoğlu’a zaman zaman yönelen iç ve özellikle de dış saldırıların nedenini de burada aramak gerekiyor.
Kapitalist Akıl, Doğal Akıl mıdır?
Ana akım felsefenin betimlediği akıl esasen “Kapitalist akıl” olmasına rağmen bunun “doğal akıl” olduğu iddia edilmiştir. Bu anlayış burjuvazinin, kendi çıkarını halkın ve emekçilerin çıkarıymış gibi göstermesine benziyor. Tüm bu anlayışların estetik planda nasıl kırıldığını cağrafyamızda ortaya koyan ve sistemin özünü açığa çıkaran isim olarak da Oruçoğlu’nun eserlerini görüyoruz. Onun eserlerindeki Brunswick Delileri adlı romanında olduğu gibi delilerin, Filozof romanında olduğu üzere filozofların ve Büyücüye Mektuplar’da olduğu gibi büyücülerin kahramanlar haline gelmesi, anormalin normal, normalin anormal olarak betimlenmesi bu iddiayı doğrular mahiyettedir. Ayrıca Çiftşeker, Martha ve Gülcan’ın da “rasyonel” tipler oldukları söylenemez. Keza Oruçoğlu’nun resimlerinde sürrealizm daha da belirgindir. Bunu yaklaşık tüm tablolarında görmek olanaklıdır. Bu kadarı bir sorun ya da sanatta bir kusur sayılsa bile Oruçoğlu, birçok defa bu aşırı soyutlama anlayışını dengelemek de istemiştir.
Aşırı soyutlamayı dengeleme amacı güttüğünü saptamak zor değil. Mesela erken eserlerinden olan Gül, Demir ve Çığlık buna örnek verilebilir. Ülkemizin farklı siyasetlerinden insanların ele alındığı bir romandır. Tipler, gerçekliklerine uygun tarzda betimlenirler. Gruplar “halk savaşçısı” ve“toplu ayaklanmacı” oluşlarına göre tasvir edilirler. Sanatçı o yıllarda da yaratıcılığını kullanır. İnsanları duygu-akıl diyalektiği içinde betimler. Gerçeklikten uzaklaşmaz. Peki, sanat eserinde gerçeklikten uzaklaşmak ne denli bir sorun teşkil etmektedir?
Gerçeklikten İpleri Koparmak
Gerçeklikten hareket edildiği ve ondan kopulmadığı sürece değil, sorun gerçeklikle bağın koparıldığı noktada başlar. Yani sanatçı gerçeklikten uzaklaşma özgürlüğüne sahip olsa da bunu son sınırına kadar götürmekte de özgür olsa, ondan kopmayı göze almada özgür değildir. Burada gerçeklik derken burjuva gerçekliğinden değil üretim olgusunu merkeze alan, tabir yerindeyse proletarya realizminden söz ediyorum. İşte bu manadaki gerçekliğe bağlandığı kavramsal ipleri koparamaz sanatçı. Her şeye rağmen Oruçoğlu, bazı zamanlar bu ipleri koparmakta bir sakınca görmemiş ve üstelik bunu savunduğu ve teorileştirdiği de olmuştur. Dolayısıyla Oruçoğlu’nun sanat ve edebiyat anlayışı bu bağlamda sorgulanması gererek hususlar da içermektedir.
Freud’un bilinçaltını bilincin önüne çıkarması, Picasso’nun soyutu somutun önüne koyması ne denli sorunlu, aynı zamanda mistik ve metafizik bir karakter taşımaktaysa Oruçoğlu’nun eserleri de bu bağlamda sorunlar taşımaktadır. Bu durum onun resimlerde daha belirgindir. Resim adları ile kendileri arasındaki ilişki, bu durumu pek güzel açıklar. Picasso da bunu bir izleyicisiyle olan diyalogda yaşamıştır. İzleyici, altında “balık” yazan bir resmi işaret ederek “bu nasıl balık?” diye sorar Picasso’ya. Picasso da “o balık değil bir resimdir” der. Gerçekte Picasso doğru noktadadır, haklıdır. İyi de soran sanat meraklısını bunu sormaya iten haklı nedenler yok mudur?
Picasso’da yaşanan bu deneyim Oruçoğlu için de geçerlidir. Ne var ki bu da bir anlayış meselesidir. Öyle ya da böyle Oruçoğlu’nun eserlerinde insan, dünya ve toplum çok geniş boyutlarıyla mercek altına alınmakta, onların en ücra en mahrem, en özel yönleri insana gösterilmeye çalışılmaktadır. Onu daha iyi anlamanın yollarından birisi de yaşam öyküsü olabilir. Kısacası bireyi, toplumu ve devrimi daha iyi kavramak istiyorsak Oruçoğlu’nun eserleri bize bir hayli ufuk açıp yol gösterecektir.
DEVAM EDECEK…