İlk kuşak filozoflardan birisi olan Gorgias, varlığı inkar eden bir düşünür olarak dikkati çekmişti: varlık felsefesi. Fakat filozof, buna ek olarak iki tez daha ileri sürmüştür. Onun düşünüşüne göre varlık varsa bile bilgisine ulaşmak mümkün değildir: Bilgi felsefesi. Varlığın ya da varolanın bilgisine ulaşmak olanaklı olduğunda da, yani bilgi elde edildiğinde de bunu başkalarına anlatmak olanaklı değildir: Dil felsefesi. Filozofun inkarcı ya da bilinemezci yanı bir tarafa, görüldüğü gibi sofist filozoflar kuşağının önemli bir düşünürü olan Gorgias, felsefenin Haziran Ayaklanması bağlamında bu yazıda da ele alınacak olan üç alanına işaret ediyor: Varlık, düşünce ve dil.Varlık derken olayın kendisi anlaşılır: Bütün illerde görülen bir halk ayaklanması. Düşünceden kastedilen olayın teorik açıklaması akla gelir. Yani her sınıf kendi penceresinden görür! Dil son derece önemlidir. Bazı çevreler için “gezi olayları” deyip geçilir. Emekçi sınıflar ve Türkiye-Kürdistan proletaryası içinse “Haziran Halk Ayaklanması’dır. Ne olmuştu 9 yıl evvel?
Haziran Ayaklanması 9 Yaşında
31 Mayıs 2013 cumartesi günü, bir zamanlar Avrupa’nın üzerinde dolaşan komünizm hayaletinin İstanbul semalarında dolaşmaya başladığı ve o hayaletin öyleden sonra, akşam saatlerinde Taksim Meydanı’na indiği görülmüştü. Ayaklanma formunda görünüşe çıkan hareket şimdi 9 yaşında. 9 yıl evvel için teorinin pratiğe dönüştüğü, sözün eylem formuna büründüğü bir andan söz ediyorum. Engels ve Lenin gibi isimler birkaç defa felsefede temel sorunun varlık ile düşünce arasındaki ilişki sorunu olduğunu belirtme ihtiyacı duymuşlardır. Buna göre Haziran Ayaklanması varlık bağlamında nasıl betimlenmelidir sorusunun yanıtlanması da bu çerçevede ilginç bir tema olmalıdır. Yani öncelikle varlık ile düşünce arasındaki ilişkinin gösterilmesi gerekiyor. Bu yüzden de konuya varlığın ya da varlık durumlarının tasvirini yaparak başlamak lazım gelir.
Burada anılan üçlü ayrımın ontolojik ayrım olmadığını dikkate alarak kısaca olayı (varlık durumunu) tasvir etmeye çalışacağım ki milyonlarca insan gösterilere katılmış, sokak savaşları günlerce sürmüştür. Halk kesimi genellikle barışçıl denilebilecek araçlarla devlet güçlerine karşılık vermiş, devlet ise halk güçlerinin elinde olması mümkün olmayan nitelikte, çapta ve çok çeşitli silahlarlardan yararlanarak kitlelerin mücadelesini boğmak istemiştir. Bu süreçte çekilen fotoğraf, video ve her türlü hareketli görüntü ile bunları saptamak mümkün olmuştur. Bu görüntüler muhakkak ki birçok belgesel filmin ya da sanat çalışmalarının ya doğrudan unsurları ya da dolaylı kısımları olmuştur.
Gezi’nin Etik, Estetik ve Politik Sonuçları
Gösteri ortamları betimlenecek olursa, eşsiz denilebilecek tarzda yaratıcı tavırlar ve tepkiler ortaya konulmuştur. Tempolar eşliğinde zıplamalardan tutun da ritim eşliğinde, bazen de davul ve zurna eşliğinde danslar ve halaya durmalar tarzında kendini göstermiştir yaşananlar. Bunun, yalnız Taksim’le sınırlı olduğunu düşünmek yanlış olur elbette, daha doğrusu varlık durumunu sınırlı görmek ve göstermek anlamına gelir. Çünkü betimlenen bu manzara İstanbul’un çok çeşitli bölgelerine yansıdığı gibi kısa sürede İstanbul’u aşmış ve başta Ankara ve İzmir olmak üzere Mersin, Adana, Eskişehir ile devam ederek (devlet verilerine göre de) 77 ilde yankısını bulmakta gecikmemiştir. Buralarda da kitlenin benzer davranışlar gösterdiği, yaratıcılıklarını oyunlara, danslara, sanata döktükleri ve taşıdıkları gözlenmiştir. Ayaklanma kendine özgü politik, estetik, etik ve epistemolojik sonuçlar çıkarmıştır. Bu durum hem devrim hem de karşı devrim için yeni yol haritaları çizilmesi anlamına gelmiştir. Mesela sermaye açısından güvenlik politikaları geliştirilmiş ve mecazi manada söylersek süreç içinde bir polis devleti ortaya çıkmıştır.
Taksim meydanı, merkez olmak üzere söylemek gerekir ki, on binlerce afiş ve pankart direklere, duvarlara ve çatılara asılarak görsellik artırılmıştır. Bu afişlerin dilsellik boyutu da vardır. İş, ekmek ve özgürlük üçlüsü dikkate alındığında iş konusu ayrı tutulmak üzere, Taksim-Gezi’de insanların kendilerini ekmek (komün marketleri) ve özgürlük noktasında optimist hissettikleri besbellidir. Zira dayanışma ilişkisi içinde kurulan “komün çadırları” ve devletin alandan çekilmiş olması nedeniyle kitlelerin, kendilerini alanda iyi ve özgür hissettiklerini kanıtlayan onlarca neden ya da delil vardır. Konunun ideolojik boyutuna karşılık gelen şu notu şimdiden anmak gerekiyor: Devletin olmadığı yerde insanlar kendilerini daha özgür ve mutlu hissediyor.
Ayrıca eşitlikçi duygu ve düşünceler devletin olmadığı ortamda daha çağdaş ve insani boyutlarda yaşanabiliyor. Bu anlamda bir daha vurgulanmalı ki, devlete ve devlete hükmeden sömürücü sınıflara dünyanın ve insanlığın ihtiyacı yoktur, eşitlikçi sistemlerde bunlara yer de yoktur, olmamalıdır. Bu durum, Taksim de on gün boyunca somut olarak gösterilmiştir. Teorinin doğrulanması anlamına gelen bu durum, baskı politikalarının da artmasını beraberinde getirmiştir. Baskılar, muhalefet cephesinde yeni politik bir aktör olarak Halkların Demokratik Partisi’ni ortaya çıkarmıştır.
Devrimci Mücadelede Zorun/Şiddetin Rolü
Yine hareket süresince varolup bitene bakıldığında, devlet yetkililerinin verdiği bilgiye göre, yüzün üzerinde devlet/kamu aracı yakılarak imha edilmiş ya da kullanılamaz hale getirilmiştir. Banka ve benzeri kurumlara aynı nitelikte zararlar vermenin yanı sıra hükümet partisinin birçok il ve ilçe binası da ateşe verilmiştir. Devrimci mücadelede “zorun rolü” düşüncesi de, sınanma olanağı bulmuştur. Bu eylem ve aktivitelerde radikallerin/sosyalistlerin etkili olduğu anlaşılmaktadır.
Kaldı ki Taksim alanındaki pankart, afiş ve yazılamalara bakılırsa Haziran Halk Hareketi’ne bu çevrelerin çaba ve gayretlerinin damgasını vurduğu söylenebilir. Marx ve Lenin’den Mao’ya; Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’dan İbrahim Kaypakkaya’ya ve Öcalan’a kadar birçok devrimci, sosyalist/komünist liderin afişlerinin alanı etkili bir tarzda kaplamış olması bunun göstergesi olarak ileri sürülebilir. Orak-Çekiçli flamalara da alanda rastlamak mümkün olmuştur.
Devletin, ilk saldırıda bu görselliği ortadan kaldırmaya çalışmış olması da bu bağlamda anlamlı olsa gerek. Ayaklanma’nın komün boyutu 1 Haziran 2013’de başlamış ve on günlük özgürlük ortamının arkasından 11 Haziran 2013’te devlet güçleri tarafından komün bastırılmıştır. Ayaklanma genel özellikleri açısından zamana yayılmıştır. Bazı verilere göre üç ile on milyon arasında kitlenin ülke çapındaki ayaklanmalara katıldığı ileri sürülmektedir.
Eşitlik… Özgürlük… Kardeşlik…
Ayaklanma, muhakkak ki, sosyolojiye ve siyaset sosyolojisine de yeni veriler ve yeni bakış açıları katmıştır. Statik gibi görünen toplumsal katmanlar bir anda harekete geçmiş ve “Her Yer Taksim / Her Yer Direniş” sloganıyla ülkeyi bir baştan bir başa inletmiştir. Genç yaşlı, kadın erkek bir ve aynı çizgide buluşmuştur: Eşitlik, özgürlük, kardeşlik. Yapılan anketlerden birisinin sonucuna bakılırsa göstericilerin yaş ortalaması yirmi sekiz idi. Gösteriler, kentlerin en merkezi yerlerinde yoğun olmakla birlikte varoş olarak adlandırılan periferilere kadar (Okmeydanı, Gazi Mahallesi, Ümraniye…) yayılmış, dolayısıyla geniş bir alanda yankı bulmuştur. Aydınlar, sanatçılar ve akademisyenlerin gösterilere eşlik ettiği görülmüş, ayrıca eğitim seviyesi bakımından da kitlenin geniş bir aralığa sahip olduğu saptanmıştır.
Sıklıkla mastırlı ve doktoralı bir kesime gönderme yapılması da not edilmesi gereken bir başka husustur. Genelde de ve dünya tarihinden somut bazı örneklere göre de sömürücü sınıfların lehine işlev gören spor kurumları, daha geniş kesimleri kapsaması bakımından futbol taraftarları da, genel işlevlerine “ihanet” edercesine Ayaklanma’da yerlerini almışlar ve zaman zaman da oldukça radikal yönelimlere girmişlerdir. Hamile kadınlara, fiziksel engelli denilen kimselere, gelinlik içindeki kadınlara, damatlara, LGBTİ ve kucağında bebekleriyle insanlara rastlamak dahil olmak üzere, gösteri alanlarında her yaştan kişinin kendisine mekan bulması olağan sayılmıştır. Tüm bunlar da fotoğraf ve kameralarla saptanabilir unsurlar olmuş ve saptanmıştır da.
Ayaklanmanın Rövanşını Alma
Haziran Ayaklanması, polisin sıktığı zehirli sulara, biber gazlarına, sis mermilerine ve plastik mermilerle birlikte daha henüz ne oldukları bilinmeyen birtakım savaş araçlarının da kullanıldığına tanıklık etmekle belirgindir. Birçok silahın denenmesi için de burjuvaziye imkanlar verdiği söylenebilir. Gösteriler sırasında on kişinin katledilmesi, onlarcası ağır olmak üzere yüzlerce yaralının ve yine yüzlerce tutuklama vakasının da yaşanması belgelenmiş olaylardandır. Bir kişiye onlarca polisin joplarla, tekmelerle saldırdığı kayıtlara geçmiş, gaz ve bombaların hedef gözetilmeksizin atıldığı, kin ve nefretin kol gezdiği bir alanın varlığını yine Haziran günlerinde görmek olanaklı olmuştur.
Tarafların (devlet-halk) birbirini düşman olarak gördüğü ve algıladığı çok defa gözlerden kaçmamıştır. Tek başına kıstırılan devlet güçlerinin linç eşiğinden dönmüş olmaları, yakılan ve tahrip edilen emniyet araçlarıyla birlikte not edilmesi gereken olgulardır. Ayaklanmanın hesabını sormak üzere o günden beri pozisyon alan sermaye ve devlet, Suruç ve Ankara-gar katliamları başta olmak üzere Kürt kentlerinde de büyük yıkımlara imza atmıştır. Bunlar yetmemiş olacak ki Gezi’nin 9. yılının arifesinde ilgili davayı sonuçlandırırken yüzlerce yıllık hapislerle insanlar cezalandırılmıştır. Bu gelişmeleri pek çok araştırmacı ayaklanmanın rövanşı olarak dillendirmiştir.
Başka Neler Oldu?
Arkadaşını ya da bir yakınını polisin elinden tutup çekiştirerek gözaltına alınmasını engellemeye çalışanlar, kaskı ya da maskesi olanların gönüllü bir tarzda ön saflara geçmeleri, düşenin kaldırılması, itilenden özür dilenmesi de direniş nedeniyle tasvir edilmesi gereken bir tablodur. Birçok ambülans ve sivil araç, kuşkuları üzerine çekmiştir; zira bu araçlarla gaz, mermi ve biber gazı gibi savaş malzemeleri taşındığı ileri sürülmüştür. Belediye otobüsleri, belediyeye bağlı halk otobüsleri ve benzer kamu araçları da halka saldırı sırasında işlev görmüştür.
Haziran günlerinde, bazı göstericilerin ve grupların “üç kuruş” maaşla kiralandıkları bilgisi polis güçlerine sesli şekilde bazen de sloganlar eşliğinde hatırlatılmıştır. Halkın bir kesimine saldırmak suretiyle “kazandıkları” paralarla kendilerini ve varsa çocuklarını geçindirdikleri polislere tekrar tekrar duyurulmuştur. “Simit sat onurlu yaşa!” sloganları 9 yıl sonra da halen kulaklardadır.
Haziran’da ayaklananlar kuşkusuz ki toplumun sınırlı ve homojen bir kesimi değildir. Bunu somut olarak görmek olanaklı olmuştur: Elinde Türk bayrağı olan genç bir kızın bir Kürt genciyle omuz omuza verip polise karşı direndiği, fotoğraf karelerine yansımış, yetmezmiş gibi biraz ilerilerinde de onları selamlayan bir milliyetçi görüntüsü belleklerdeki yerini almıştır. Bir yanda “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyerek slogan atan “iki tane yaşlı teyze” yürürken, adeta onlara gülerek yanıt veren ve “Mustafa Suphi’nin militanlarıyız” diyerek haykıran gençleri aynı karede görüntülemek de mümkün olmuştur. “Mustafa Keser’in Askerleriyiz” sloganı da toplumun mizah anlayışını yansıtan bir durum olarak belleklerdedir.
Sömürücü sınıfların denetiminde olmasından dolayı zaten yerlerde sürünen hukuk, bu haliyle bile uygulanmamış, binlerce gösterici çeşitli şekillerde gözaltına alınmış, otobüslerde, parklarda tutsak edilmiştir. Yine binlercesi polis şiddetine maruz kalmış, çok sayıda gösterici mahkemeye çıkarılmış, on binlercesinin yasal ve anayasal haklarını kullanmalarına izin verilmemiş, burjuva hakların en küçük kırıntılarına bile izin verilmemiştir. Gösteri ve yürüyüş yapma, düşünceyi açıklamak gibi tarihi siyasal haklar da bu süreçte gasp edilmiştir. Özgürlük kısıtlaması, gözaltılar ve tutuklamalar her kesimden duyarlı kişilere yönelik olmuş, bunlardan avukatlar ve kimi hukukçular da nasibini almıştır.
Ayaklanma Komün ve Kürt Hareketi
Haziran günlerinde özellikle Taksim, bir araya gelmesi düşünülemeyen kişi ve grupların bir araya geldiği bir panayıra ev sahipliği yapmıştır. Komünistlerden sosyal demokratlara, reformculardan devrimci ve anarşistlere, lümpenlerden anti-kapitalist Müslümanlara, nihayet ulusalcılardan Kürt yurtseverlerine kadar uzanan bir yelpazede geniş bir bileşen söz konusu olmuştur. Hatırlatılması gereken bir nokta da devrimci Kürt hareketinin, Haziran’a olanca gücüyle destek vermediği, bu mücadeleye katkısının sembolik olduğudur. Kürt hareketinin, bu eksikliği “Kobani olayları” olarak bilinen “2014 Ekim Ayaklanması”yla aştığını ileri sürmek yanlış olmasa gerek.
Sürekli dışlanma politikalarıyla devletin ve genel olarak resmi ideolojinin faşist uygulamalarına maruz kalan Aleviler ve onların birçok örgütü de direnişteki yerlerini almışlardır. Taksim’in hinterlandında “orta sınıflar” da etkili olmuşlar; “tencere-tava eylemleri”yle sürece katılmış ve dikkatleri üzerine çekmiştir. Üstelik bu eylem tarzı çok geniş bir alanda yankı bulmuş, kelimenin gerçek anlamında ses getirmiştir.
Bölgenin “doğal sahipleri”ni de unutmamak gerekiyor. Kediler, sokak köpekleri, kuşlar, özellikle meydandaki kumru ve güvercinler de Haziran Direnişi’nde üzerlerine düşeni almışlardır. Bilhassa zehirli sulara, biberli gazlara ve sis bombalarına, öldürücü dumanlara karşı savunmaya çekilirken belki de insanlar kadar şanslı olmamışlardır. Savaşın bu katleden araçları karşısında sahip oldukları genetik yetenekler hayvanları korumada yetersiz kalmıştır. Yardımlarına yine göstericilerin koşması bundandır: Zehirli biber gazına maruz kalan birçok kedi ve köpeğin bazı göstericiler tarafından korunduğu gözlerden kaçmamıştı.
Meydanın çimen, çiçek, farklı bitki ve ayrıca Gezi’deki ağaçların da bu gaz ve bombaların öldürücü etkisinde kaldığını bilmem hatırlatmaya gerek var mı: Yetenekleri olsaydı muhakkak ki kapitalizmin faşist uygulamalarına karşı onlar da gereken devrimci-demokratik tepkilerini verirler ve İstanbul proletaryası ile ittifak içinde olurlardı. Çatışma alanındaki hayvanlar gibi, çiçek ve ağaçlar dahil olmak üzere bir cümle börtü böcek de kapitalizmin faşist araçları karşısında tepki verirdi.
Gezi’nin Ruhu: Dünya Semalarında
Haziran Ayaklanması’nın varlık boyutunun betimlendiği bu kısımda kısaca anılan temaların her biri faklı çalışmaların konusu olacak denli geniştir. Bunun hatırlatılması bir yana, buradaki betimlemeyi daha da uzatmanın mümkün olduğunu süreçle ilgili olan herkes sanırım anlamıştır. Kısaca söylenecek olursa felsefi bakımdan sorun, bu varlık durumlarının ya da olguların ve olgu durumlarının, baştan da belirttiğim gibi düşünsel düzleme nasıl yansıdığıdır.
Burada betimlediğim olgu durumlarına göre herkesin aynı sonucu, aynı analizleri yaparak benzer teorilere yükselmesi gerekmez mi? Neden veriler aynı olduğu halde teoriler, dolayısıyla ideolojik saptamalar farklı olmaktadır? Doğaldır ki maddi (olgu durumları) olan ile düşünsel olan arasında bir gerilim bulunmaktadır. Yanıtların farklılığı, sınıfsal hiyerarşiden kaynaklanmaktadır. Her sınıf, varlığı kendi penceresinden görmektedir!
Düşüncenin maddi olanı yansıtıp yansıtmayacağı meselesi, felsefenin merkezi bir meselesidir; bu tema Gorgias’tan, Aristoteles’ten, Descartes’ten, Hegel ve Marx’tan beri yani tüm felsefe tarihi boyunca tartışılan bir konudur. Anlaşılan o ki, sınıflı toplum biçimleri geçerli olduğu sürece her sınıf, katman ve çevre kendi sınıf çıkarları açısından varlık dünyasına bakacaktır ve düşünceler, ideolojiler, teoriler birbirinden yüzde yüz karşıt anlamlar sergileyebilecektir.
Türkiye ve proletarya enternasyonalizmin cephesinden bakıldığında Gezi’nin ruhu (komünizm hayaleti) halen dünyanın semalarında olduğu gibi bilhassa Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu üzerinde dolaşmaktadır.