Yasal olanla olmayan, uygar ile ilkel, klan ile modern, normal olan ile norm dışı, doğru ile yanlış arasındaki çatışma yeni değildir, eşitlikçi toplumların sınırlarına dayanır. Yaşamı kuşatan karşıt unsurlar için -uzlaşma içinde- birinin hakiki olduğunu söylemek çoğu zaman zordur. Çünkü sınıf dinamiği devreye girer, karar ve kanaatler buna göre oluşur. Sınıf olgusu bizi siyasetin sularına/denizine götürürken, burası yaşamın en yoğunlaşmış uğra olarak varlık kazanır.
Hayatın en yoğun alanında varoluşunu, canlılığını sürdüren nesiller için hapis, kıyım, idam ve her neviden zulüm uygulamaları en yakın mekan olur. Bu süreçte geçen zaman ve mekan gerçekliği bilime, siyasete, felsefeye olduğu gibi sanat, edebiyat ve romana da kaynaklık eder. Bu süreç ve tutsaklık koşulları, bir gülüşün ateşiyle, kaleme yönelen pek çok sanat ve düşün insanını da dünyaya ve sanat/edebiyat tarihine armağan eder. Bu armağanlardan birisi de yazdığı yeni romanıyla Mehmet Zeki Doğan’dır: Bir Gülüşün Ateşiyle, El Yayınları, 2021. Politik faaliyetlerinden dolayı 1998’den beri hapishanede tutulan yazarın, daha evvel yayınlanmış F’li Zamanda İnsan adlı bir eseri daha bulunmaktadır.
Roman mı, Öykü mü?
Doğan, konu olarak 19 Aralık 2000’de gerçekleşen, hapishane katliamları olarak bilinen ve resmi ideolojinin “Hayata Dönüş Operasyonu” olarak lanse ettiği olayların içinden bir kesiti edebileştiriyor. Mekan olarak da Ümraniye hapishanesini seçtiği, zorunlu olarak, anlaşılıyor. Eser için kısa roman mı, uzun öykü mü demekte tereddütte kaldığımı belirtmek isterim: Roman için kısa, öykü için uzun. Buna rağmen yazarın roman da karar kıldığı anlaşılıyor. “Bir Gülüşün Ateşiyle” adlı esere yakından bakıldığında gerçekten de roman için yeterince uzun olmadığı ileri sürülebilir. Şimdi detay da vereceğim üzere birçok konunun yeterince açılmadığı, anlaşılır kılınmadığı ileri sürülebilir.
Şu var ki: Doğan, iki karşıt sınıfı hapishanenin içine taşırken belli bir bütünsellik düşüncesinden hareket etmiştir. İki sınıfı ise iki kahraman üzerinden yansıtmayı denemiştir ki, bana göre iki kahraman yanında kadınlı erkekli birçok kahraman daha gerekirdi. Bu yüzden de öyküye daha yakın görünmektedir eser. Daha dorusu şöyle diyeyim, öykü özellikleri taşımaktadır birçok bakımdan: Kısalık, hızlılık, aksiyon vs. Ayrıca kitapta, adından da anlaşıldığı üzere, şiirsel bir sunum da kendisini hissettiriyor. Ben bunu, yazarın şiire olan merakına bağlıyorum. Şiire olan merak, eser içinde iki veya üç yerde kendisini doğrudan şiir dizeleri biçiminde göstermiştir. Bu şiirlerden birinde şu dizeleri okuyoruz:
“Söyle bana,
Hangi çiçeğin özünde haykıracaksın yaşamı
Gökyüzüne çığlık olup düşen sesinle
Söyle bana,
Ruhunu ateşte yıkayan candaşım
Özgürlüğün bedeli ölüm müdür?
Rengi kırmızı mıdır
Toprak ruhun tarlasıdır,
Hep ölür diriliriz
Bambaşka güzellikteki dünyalara (Age, 71).
İki Anlatıcı İki Karakter
Romanı özetlemeyi düşünmüyorum ama konuyu yine de anımsatmak isterim. 19 Aralık 2000 öncesi, F Tipi hapishane uygulamasına karşı tüm hapishanelerde başlayan açlık grevi ve “ölüm orucu eylemleri” devlet tarafından kanlı bir şekilde bastırılmış ve devrimci, muhalif mahkumların direnişi kırılmış, yüzlercesi de katledilmişti. Romanın anlatıcılarından birisinin yazar olduğunu düşünebiliriz. Dört günlük sürecin adeta günlüğünü vermektedir anlatıcı.
Romanın bir başka anlatıcısı daha var: İstanbullu adıyla kodlanmış, Harun’dur. İstanbullu zorunlu askerlik yapmak üzere kışlaya gelmiş birisi. Sinema yönetmeni olmak gibi bir de “mesleği” ve daha doğrusu merakı var. Demek ki, Doğan kendine özgü bir teknikle iki anlatıcı üzerinden kurguyu inşa etmeyi düşünmüş. Tutsak ve asker olarak iki anlatıcıyı tespit etmiş oluyoruz eserde. Tutsaktan yola çıkarak yapılan çözümlemeler esasen devrim cephesidir. Asker cephesinden yapılan betimlemeler ise yazarın tabiriyle kıyıcılara aittir. İki anlatıcı gibi düşünüldüğünde iki de karakter ortaya çıkmış oluyor.
Psikolojik Çözümlemeler Açısından
Bir Gülüşün Ateşiyle’de ele alınan konu ve anlatıcının da bu konunun bir parçası olması, esere belgesel bir özellik kazandırmıştır. Sosyolojik karakterli bir eser demek yanlış olmayacaktır. Psikolojik çözümlemeler ise daha çok İstanbullu asker Harun üzerinden yapılmaktadır. Gerçi Eylem adlı kadın tutsak dahil olmak üzere İhtiyar ve Halo gibi yine tutsakların da tasvir edildiklerini izliyoruz. Buralarda güçlü bir betimleme görülmüyor. Bu özelliği eserin zayıflığı hanesine yazmak olasıdır. Nesnellik ilkesine gölge düştüğü anlaşılmaktadır. Belki de eserin kısa tutulmasından kaynaklanmaktadır, emin olamıyorum.
Bunda, romanın dört gün gibi kısa bir zaman diliminde gerçekleşmiş olmasının payı var mıdır, onu da bilmem zor. Konu ve karakterlerin yeterince açıklanmadığını, olayların ve kişilerin gerektiği oranda gösterilmemesinden dolayı eser kısa tutulmuş gibi görünüyor. Belki de daha uzun bir metin olmalıydı. Şu da var ki, metin görece dinamik ve akıcı bir formda kurulmuş ve kurgulanmış. Kendini okutan ve sevdiren bir metin olmuş. Uzun tutulması durumunda aynı dinamizmi sürdürmek mümkün olabilir miydi, bunu da ayrıca ele almak gerekiyor.
Hayata Dönüş Operasyonu ve Hayat
Egemen sınıfların, adına Hayata Dönüş Operasyonu dedikleri hadise ülkemiz siyasal tarihinde olsun, hapishane tarihinde olsun hatta dünya hapishane olayları içinde olsun çok mühim bir yere sahiptir. Çok sayıda insanın hayatını bitiren, diri diri yakılan insanlar demektir. F Tipi mekanların ilk olarak uygulanmaları için yapılan bir müdahaleyi işaret eder. Çok konuşulmuş ve halen de konuşulan bir hadise olması bakımından da sürekli aktüeldir. Sanata, sinemaya ve konumuz olan romana tema olması doğaldır. Bu denli sıcak, güncel ve politik bakımdan çok hassas olan olayı nesnel, soğukkanlı ve bunu da estetik bir dil ve üslup içinde yansıtmak kolay değildir.
Bu noktadan bakıldığında Doğan’ın zor bir hadiseyi estetize etmeye çalıştığı söylenebilir. Olayı olduğu gibi vermeye özen gösterirken bir ölçüde de okurda, onu olduğundan daha küçük göstermiş gibi bir intiba bırakabiliyor. Bunun bir nedeni okurdaki olaya ilişkin algıdan kaynaklanabilir. Nihayetinde yazar bizatihi yaşadığı bir tecrübeyi edebi metin haline getirdiği halde okur bundan farklı olarak kamuoyuna yansıdığı biçimiyle de konuya vakıftır.
Metin içinde, satıraraları dikkatle okunursa yazarın kısmi bilgilendirme kaygısı güttüğü de görülüyor. Bunu da, kamuoyunun bilgilenmesine yönelik diye okumak yanlış olmaz. Mesela Kürt tutsakların direnişe katılmayışı bunlardan birisidir. Direniş sırasında bir direnişçi kadının eylemi, teslimiyet noktasına getirmek üzere anonsla çağrıda bulunması da buna bir başka örnektir. Anlatıcının hem yazar olarak hem de Zeki Doğan olduğunu düşündüğümüzde eyleme ilişkin bir sorgulamanın da yapıldığını gözlemliyoruz.
Sayısı binleri, on binleri bulan devrimci öznelerin açlık grevi ve özellikle de “ölüm orucu eylemi” tarzında bir yola başvurması da belli belirsiz bir tarzda sorgulanmış oluyor. Feda eylemine de mesafeli bakılıyor. Okur, tutsakların imkanlarına ilişkin bilgiler de edinmiş oluyor. Şu sözleri fikir verebilir: “Sökülmüş bir kapı getirildi. Maltaya çıkmak için hazırız. Kurşunlara siper edeceğimiz bedenlerimiz var. Ellerimizde sopa ve parmak kalınlığında demir çubuklar var. Bir tüpe bağlayarak hortumla uzattığımız alev püskürten bir de silahımız var.” (Age, 58-59). Bu sorgulama sırasında hapishanenin fiziksel durumu, eylemcilerin daha evvelki tecrübeleri, Ulucanlar direnişi gibi konulara da gönderme yapılıyor. Böylece romanda, mekanın genişletilmesi ve olaylar dizisinin de çoğaltıldığı amaçlanmış oluyor. Buna rağmen hemen hemen her olay, konu ve kişinin yarım yamalak diyebileceğimiz tarzda tasvir edildiğini izlemek zor olmuyor.
Yarı Kurgu yarı Gerçek Hikayeler
Bir Gülüşün Ateşiyle’de ikna edici tasvirler daha çok İstanbullu asker aracılığıyla yapılmış gibi görünüyor. Eğitimsiz, saf ve milliyetçi özellikleriyle tanıtılan İstanbullu Harun, yönetmen olmak peşindedir. Askere gelirken bu özelliğini “meslek” olarak yazdırdığı için komutanlar tarafından tanınıyor, bu mesleği biliniyor. Operasyonda Harun’a, olup bitenleri “usulüne uygun olarak” kaydetmesi isteniyor. Yazar, yarı gerçek yarı kurgu olduğunu düşündüğümüz Harun’dan yola çıkarak sermaye ve devleti analiz ediyor. Harun özelinde insanların kendine ve bilhassa mesleğine nasıl yabancılaştırıldığı da gösterilmiş oluyor. Doğan, betimlediği pek çok sahneyle Harun’nun sanata ve sinemaya, sinema yönetmenliğine ne denli yabancılaştığını zihinlerde kalacak şekilde sergilemiş oluyor.
Harun, bir film yapmak, sanatsal bir sahne çekmek yerine adeta katliam görüntülemek istemektedir. Temel eğitim yanında sınıf bilincinden bihaber olarak gösterilen Harun, romanın adeta motoru gibi görülüyor. Esere belli bir hareketlilik kazandırdığı gibi onu monotonluktan da kurtarıyor. Doğan, Harun’un yanına eklediği Sakaryalı asker Osman ile de Harun’u hareketlendirmiş oluyor. Osman da eğitim imkanlarından yararlanamamış saf bir Anadolu çocuğu olarak betimlenmiştir. Mektubu bile Harun’a yazdırmak ister. Operasyonda o da üzerine düşen “görevi” yerine getirirken romanda, Harun kadar olmasa da kendisine yer buluyor. İki asker aracılığıyla komutanlardan haberdar olan okur, aynı zamanda operasyonun mahiyeti hakkında, devletin hapishanelere ve tutsaklara bakışları konusunda da bilgi edinmiş oluyor.
Kişi ve Mekan Tasvirleri
Kitap, “Bir gülüşün ateşiyle, varoluşunu duyumsayarak hayata dokunanlara” sözleriyle başlarken, eserin kimlere ithaf edildiği de baştan anlaşılmış oluyor. Peşinden gelen Birinci bölümde ise iki dünyanın çarpışmasına işaret ediliyor. Bunu iki sınıfın, iki dünya görüşünün arasındaki çatışma olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Burjuvazi ve proletarya arasındaki savaş da denilebilir buna. İlk iki üç paragrafı saymazsak roman, daha ilk sayfalarla birlikte okuru kendi içine alıp sürükleyecek bir nitelikte kurgulanmış. Olayların, mekanın, kişilerin ve zamanın yeterince derinine girildiğini söylemek zor olmakla birlikte kurgudaki sıkılık ve dinamizm, eserin bir oturuşta okunmasına olanak verecek bir özelliğe sahip.
Kişi ve mekan analizlerinde (tasvir) olsun hapisteki gündelik yaşamın yansıtılmasında olsun kendini gösteren yüzeysellik, eserin politik bildirisi için de geçerlidir. Yüzeyselliği, “ölüm orucu eylemi”nin işlevi, bunun toplumda bulacağı karşılık ve egemen sınıflar cephesinde oluşturacağı etki ve netice irdelenirken de anlıyoruz. Dünya hapishane tarihinde “bir ilk olan” eylemin yeterince düşünülmeden hayata geçirildiği, 1996 direnişi, Ulucanlar örneğinden yeterince dersler çıkartılmadığı da anlaşılmış oluyor. Bu boyut biraz detaylıca tasvir edilebilirdi. Devrimci özne ve kitle/toplum ilişkisinin yeterince dikkate alınmadığını da buna eklemek isterim. Bu özelliğiyle eserin, sınıf mücadelesi nezdinde didaktik diyebileceğimiz bazı unsurlar içerdiği de ileri sürülebilir.
Hapishanedeki gündelik yaşam yansıtılırken çay, yemek, çerez/çekirdek gibi konulara gönderme yapılırken sigara sorununa çok yer verilmesi, bir başka boyut olarak hatırlanmalıdır. Bu minvalde sergilenen sahneleri, ben kendi adıma devrimci öznelerin, son çözümlemede feodal/burjuva bir alışkanlığın yansımasından başka bir şey olmayan sigara alışkanlığına teslimiyet olarak not ediyorum. Bu alışkanlık karşısında krizlere grip canlarını ortaya koydukları eylemin sekteye uğramasına neden olması kabul edilemez gibi görünüyor.
Romandaki Tempo ve Düzey
Gerek İstanbullu Harun üzerinden gerekse sigara üzerinden yapılan sunumlar sırasında eser, bir tık daha hızlanmakla beraber yine de belli bir düzeyde ilerlediği gibi bir izlenim veriyor. Bütününde ise eser yükseliş ve düşüşleri olmayan bir eser görünümündedir. Diyalektik özelliği ise yalnızca iki sınıf gerçeği üzerinden yani Harun ve eylemci üzerinden izlemek mümkün oluyor. Buna göre genel olarak eserin özel olarak hikayenin zirve yaptığı (kreşendo) bir noktadan söz edemiyoruz. Yaklaşık olarak başladığı tempo ve düzeyle devam ediyor; direnişin ikinci üçüncü günleri çözümlendikten sonra bitişe geliyor. Eser, devlet güçlerinin hapishaneyi maltayla birlikte, duvar, pencere ve çatı tavanını yerle bir etmesi üzerine eylemcileri ölü/sağ ele geçirmeleriyle son buluyor. Tutsaklardan birisinin (Ercan) ölüm sahnesi şöyle betimleniyor:
“Koridora bir dal düşüyor. Hayat ağacından koparılan taze, genç ve henüz meyve vermeye hazırlanan bir dal. Kırılan yerinden suya akıyor. Henüz filiz vermemiş tomurcukları soluyor. Yaprakları tek tek koparak düşüyor. Hayat son nefesini alıp veriyor. İçindeki son yaşam kırıntısına kadar direnmeye yeminli bir şekilde can çekişiyor. Sonra soluyor.” (Age, 70).
Eserin son sahnelerinde devlet tarafının, bir savaş alanına dönüşen mekanda hangi türden silahların kullanıldığı betimlenirken tutsaklar cephesinden de hangi imkanların devreye sokulduğunu, yine Harun’un gözlemleri üzerinden izlemek zor olmuyor. Yazarın da direniş cephesinde yer aldığını düşündüğümüz için şunu da eklemek gerekir ki; yazar, bu realiteye rağmen devrim cephesinin imkan ve pozisyonunu abartma yoluna gitmiyor. Dolayısıyla işi kaba bir propagandaya çevirmeyerek nesnel bir konum alıyor ve sanatın olmazsa olmazı olan tarihi, sosyal ve politik gerçekliğe bağlı kalıyor.